Mehmet Bozkır
Çocukları kavga ettikten sonra bu sorunu konuşarak çözmek için bir araya gelmiş iki çift. Gayet medeni ve kibar tavırlar sergileyen bu iki çift çok geçmeden kendilerini bir tartışmanın içinde bulurlar, tartışmanın dozu hızla artar ve oyunun başında gördüğümüz o kibar insanların içinden bambaşka insanlar çıkar.
Yasmina Reza’nın yazdığı Vahşet Tanrısı ,2006 yılındaki ilk sahnelenişinden bu yana perde kapatmadan birçok ülkede çeşitli topluluklar tarafından sahnelenmeye devam ediyor. Ülkemizde ilk kez 2009 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen oyun sonra sırasıyla Kronik Kolektif, Eskişehir BBŞT, DasDas tarafından sahnelendikten sonra bu sezon da İzmir Devlet Tiyatrosu sahnesinde seyirciyle buluşuyor.
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun (Celal Kadri Kınoğlu’nun yönettiği oyunda Ülkü Duru, Zerrin Tekindor, İştar Gökseven ve Zafer Algöz rol alıyordu) ve DasDas’ın (Celal Kadri Kınoğlu’nun yönettiği oyunda Binnur Kaya, Tilbe Saran, Güven Kıraç ve Levent Ülgen rol alıyordu) yapımlarını seyretmiş, her ikisini de çok beğenmiştim. Daha önceki sahnelenişlerini de metnini de çok beğendiğim oyunu yeni bir ekibin yorumuyla görecek olmanın heyecanıyla gittim tiyatroya, üstelik Mart ayında pandeminin başlamasıyla aniden kapanıveren tiyatro sezonunu kendi adıma bu oyunla açtım.
İzmir Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği Vahşet Tanrısı’nın yönetmeni Tayfun Erarslan, oyunun dekor tasarımı Murat Gülmez’e, kostüm tasarımı Funda Çebi’ye, ışık tasarımı Zeki Kayar’a ait. Oyunda her birini daha önce pek çok oyunda seyrettiğim Özlem Başkaya, Ali Hakan Beşen, Canan Erener Şen ve Mustafa Çolak rol alıyorlar.
Yasmina Reza’nın komedi türünde yazdığı oyun her bir karakterin ağzından insan doğasına, insan psikolojisine, içgüdülerimize, modern toplum ile ilkel duygularımızın çarpışmasına dair pek çok şey söylüyor. Felsefi ve sosyolojik anlamda derin tartışmalar gerektirecek bu söylemler yazar tarafından oyun içerisinde sıkışan, o medeni halinden sıyrılıp kabalaşan ve hatta gaddarlaşan karakterlere büyük laflar ettirmeden büyük bir doğallıkla söyletiliyor, yazarın bu tercihini müthiş bir başarıyla Türkçe’ye aktaran Zeynep Avcı bir kez daha ustalığını gösteriyor. Metin seyirciye bolca kahkaha vaat ediyor ve aynı zamanda kendimizle bir yüzleşme, kendimizi karakterlerle kıyaslama imkanı veriyor. Bolca kahkaha vaat eden oyunda bu yüzleşmeyi ve kıyaslamayı yaptığımızda metnin etkisi artıyor ve şu soruyu sorduruyor, ben neye güldüm böyle?
Yazının başında da belirttiğim gibi daha önce farklı iki ekipten seyrettiğim, çok beğendiğim ve çok güldüğüm oyun bende bu kez farklı hisler uyandırdı. Yönetmen Tayfun Erarslan metne komedi unsurunu geride bırakıp biraz daha karanlık bir yönden yaklaşmış. Bu yaklaşımın ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğu tartışılır. Ben yönetmenin yaklaşımını kendi adıma doğru bulmayan ve sevmeyenlerdenim çünkü yazarın derdinin aktarılamadığını ve en nihayetinde seyirciye bir yüzleşme, bir kıyaslama yaptıramadığını düşünüyorum. Metinde yer alan ve bence imgesel anlamda çokça değer taşıyan hamster konusu, Veronique’in üzerinde çalıştığı konuyu anlatması, oyunun bambaşka bir yerinde Anette’in insan haklarına dair söylediği şey vurgulanmamış, yine oyuna adını veren Vahşet Tanrısı’nın ne olduğuna dair Alain’in söyledikleri de biraz havaya gitmiş. Metni derinlikli ve anlamlı kılan bu noktalar geride kalınca öncesinde ve sonrasında söylenen bazı şeyler de etkisini, değerini kaybetmiş. Metin içerisinde kulak kesileceğimiz, aklımıza takılacak bunca şey varken, nerdeyse her cümleye gülmemiz gerekirken dikkatimiz başka yönlere çekilmiş. Örneğin oyuna hiçbir katkısı olmayan banyo sahnesinin eklenmesi, o ana kadar tablo olarak gördüğümüz yerin şeffaflaşıp banyo haline gelmesi, Alain’in pantolununu çıkarıp temizlemesi, bu sırada eğildiğinde Veronique’in Alain’in poposuyla yüz yüze gelmesi ve bunun gülme unsuru olarak sunulması. Yine Anette’in çığlık attığı sahnede ağır çekimle hareket edilmesi ve kullanılan ışık efekti. Böyle bir metin varken, metin bunca kahkaha unsuru barındırırken böyle numaralara başvurulması bence oyunu basitleştirmiş ve özünden uzaklaşmaya neden olmuş. Bazı oyunlarda yönetmenin tek görevinin yazarı çok iyi anlaması, metni çok iyi kavraması ve oyunculara çok iyi anlatmakla sınırlı olduğunu düşünüyorum. Örneğin Kim Korkar Hain Kurttan gibi. Aynı şekilde Vahşet Tanrısı’nın da bu kategoride olduğunu düşünüyorum, yönetmen yönetmenliğini göstermeye kalkışmamalı tam tersine mümkün olduğunca varlığını hissettirmemeli.
Oyunun dekoru evine konuk olduğumuz çiftin sosyoekonomik ve sosyokültürel durumuna uygun, sahnede göze batan, gözü yoran herhangi bir unsur yok. Murat Gülmez günümüze uygun, sade, gerçekçi bir oturma odası ortaya çıkarmış. Oyunun ele alınışına bağlı olarak dekor fazla karanlık, fazla kasvetli, siyah ve gri renkler ağırlıkta. Kitaplıktaki bütün kitapların siyah ciltli olması gibi unsurlarla bu karanlık iyice vurgulanmış. Oyundan bağımsız olarak dekoru ele aldığımızda gayet başarılı ama bu oyunun dekoru bu mu olmalıydı diye sorduğumda hayır cevabını veriyorum çünkü metnin böyle bir kasvete, böyle bir boğuculuğa hiç ihtiyacı yok. Dekorda olduğu gibi kostümlerde de gri renk ağırlıkta ve yine aynı kasvet burada da mevcut. Renk ve yaratılan kasvetin yanı sıra kostümlere başka açılardan da itirazım var. Veronique baskıcı, başkaları üzerinde hüküm kurmaya çalışan, kendince çok iddialı ve organize etmiş olduğu bu toplantıda zafer elde etmeyi uman bir kadın, böyle bir kadın evinde ilk defa ağırlayacağı çifti böyle bir kıyafetle mi karşılardı, bence kesinlikle karşılamazdı. Gri salaş elbisesi ve üzerindeki hırkası ile belki markete gider, belki bir kahve içmeye çıkar ama böyle bir kıyafetle üzerlerinde hüküm kurmaya ve zafer kazanmaya kararlı olduğu insanları karşılamazdı. Michel’in ağzından duyduğumuza göre kıyafetlerini karısı seçmiş, Veronique nasıl ki o elbiseyi giymezse kocasını da bu şekilde giydirmezdi. Dört karakter içerisinde en kötü kostüm Michel’inki, eflatunumsu, diz çıkarmış, bolca kat izi olmuş bir pantolon, üzerinde gri gömleğimsi kimonomsu bir şey. Ne karakteriyle ne de kendisinin öyle görünmeye çalıştığını söylediği şeyle kıyafetinin hiç alakası yok. Avukat olduğunu bildiğimiz ve konuşmalarından anladığımız kadarıyla gayet başarılı ve zengin olan Alain’in kostümü de karakteriyle hiç uyumlu değil. Sahnede gördüğümüz, bize anlatılan karakter muhtemel ki günümüzün en iyi erkek giyim markalarından alışveriş yapıyordur, öyleyse niçin bugüne değil de geçmiş bir döneme aitmiş gibi duran ve kostümüm diye bağıran bir kıyafet giyiyor. Karaktere ve oyuna uygun olduğunu düşündüğüm tek kostüm Anette için yapılan tasarım. Bunun dışında yapılan tasarımlar karakterlere ve metne uygun olmadığı gibi onların gerçekliklerine de ket vurmuş.
Oyunun komedisinin geride bırakıldığı, üzerine bir kasvet çöktürüldüğü bu sahnelemede tam anlamıyla değilse de karaktere en çok yaklaşan oyuncu Özlem Başkaya. Veronique’nin aslında altı boş olan iddiasını, son derece kontrollü ve sakin görüntüsünün nasıl da sahte olduğunu gitgellerle iyi şekilde yansıtıyor ama özellikle Alain’le olan çatışmalarında ve Michel’in üzerindeki baskıyı kırmaya kalkıştığı noktalarda biraz daha baskın olmaya çalışması, bir üst perdeden savunmaya ve saldırmaya geçmesi gerektiğini düşünüyorum. Michel oyundaki karakterler içerisinde belki de en akla yakın olanı, sağduyusunu kolay kolay kaybetmeyeni. Elbette hem eşinin hem misafirlerin yaklaşımı hem de olayların gelişimi onda da bir dönüşüm yaratıyor, üzerindeki baskıyı kırıyor ama bu noktadan itibaren Ali Hakan Beşen komediyi bir kenara bırakıp düpedüz sinirli bir adam oluyor, öfkesinin yanına biraz da komedi ekler, Michel’i biraz yumuşatırsa karakteri yansıtmada etkili olacağını düşünüyorum. Alain karakteri oyunun hem içinde hem dışında, aklı işinde gücünde ve orada olup bitenlerle, konuşulanlarla ilgilenmeyen bir adam, karaktere hayat veren Mustafa Çolak’ın işi bu nedenle zor, çok hassas bir dengeyi tutturması gerekiyor. Umursamazlığıyla olduğu gibi söyledikleriyle de diğerlerini rahatsız etmesi, orada olup da orada değilmiş gibi görünmesi gerekiyor. Peki böyle oluyor mu sorusuna verilecek cevap maalesef hayır, umursamaz tavrın yanına küçümseyen, üstten bakan bir tavır eklenirse Alain’in söylediklerinin anlamı ortaya çıkar, karakter daha kanlı canlı hale gelir diye düşünüyorum. Ve tabi Anette, bence bu metnin yıldızı Anette. Yazar her bir karakteri değiştirip dönüştürürken Anette’e biraz torpil geçmiş, en keskin dönüşleri, en sert hareketleri ona yaptırmış. Bu yönüyle Anette oyuncuya bolca malzeme ve bolca imkan veriyor. Canan Erener Şen bir çabayla karakteri sırtlamış, canla başla oynuyor ama bu Anette’i oyunun yıldızı yapmaya yetiyor mu, hayır yetmiyor. Anette’in hem yanlış ele alındığını hem de malzemesinin değerlendirilmediğini düşünüyorum. Oyunun başlarında gördüğümüz Anette üzgün, ağlamaklı bir kadın. Misafir oldukları evde kocasının tavırlarından utanıyor, bunu dile getirirken ve beden diliyle yansıtırken hep bir mahcubiyet ve üzüntü içerisinde. Anette’in mahcubiyet ve ağlamaklı halden çok bir soğukluk, bir durgunluk, özellikle de Alain’e karşı bir bıkkınlık içerisinde olması gerektiğini düşünüyorum çünkü oyunun başlarında büyük laflar etmeyen, varlığını çok göstermeyen ve durumu idare etmeye çalışan bir karakter görüyoruz. Burada ben de varıp dediği noktalarda ise sakince lafını söylüyor ve bu söylediklerini etkili kılan şey göründüğü halle söyledikleri şeyler arasındaki tezatlık. Örneğin hamster üzerinden yapılan konuşmalarda Anette bir merak içerisinde değil, bir nevi hesap soruyor. Buralarda Canan Erener Şen’in merak ve hayret içerisinde değil, ifade alan bir komiser gibi soğuk ve sert bir hal içerisinde bulunması gerekiyor. Yine Alain’e yönelik söylediği burada olman ya da olmaman fark etmiyor minvalindeki sözlerde de sitem değil, bir tespit ve kararlılık sezmemiz gerekiyor. Çünkü Anette kendisiyle, çocuklarıyla ve bulundukları ortamla ilgilenmeyen Alain’e sitem etmiyor tam tersine ve kendisinden beklenmeyecek şekilde Alain’in işe yaramazlığını yüzüne vuruyor. Ve oyunun belli bir noktasından sonra en sert dönüşümü Anette geçirip diğer üç karaktere de posta koyuyor, bu noktalarda Anette’in geldiği noktayı göstermesi bakımından oyuncunun daha büyük oynaması gerektiğini düşünüyorum, Anette’in içinden adeta bir kahraman çıkmalı ve bir hayranlık uyandırmalı. Ama maalesef bizim gördüğümüz Anette büyük çıkışlar yapsa da dönüp dolaşıp o ağlamaklı ve mahcup hale geri dönüyor. Karakterlerin her birinde aksaklıklar olmasının yanı sıra ekibin uyumunda da bir sorun hissediliyor, dört oyuncunun birbiriyle temasını hiç kesmemesi, bir takım oyununu aralıksız sürdürmeleri ve tabiri caizse topun hiç yere düşmemesi gerekiyor ama o top birçok kez yere düşüyor ve her seferinde başka bir oyuncu topu yerden alıp oyunu devam ettirmeye çalışıyor, bu da seyrin keyfini kaçırıyor.
Bir neticeye varmak gerekirse Vahşet Tanrısı kötü bir oyun mu, değil. Ama iyi bir oyun mu, o da değil. Potansiyelinin çok altında kalmış, seyirciyi avucunun içine alabilecekken şöyle bir selam verip geçmekle yetinen bir oyun olmuş.