Handan Salta
Mart 2020’de tiyatrolar kapatıldığından bu yana Sakine ile ilk kez bir performans üzerine söyleştik. Sakine dedi ki, “madem bu eser bize söyleyecek sözler verdi, o zaman biz de tabağı boş göndermeyelim ve seyir deneyiminin çağrıştırdıklarından birkaç parça hediye edelim.”
Ben: Çok zaman oldu, nasılsın?
Sakine: Pandemi işleri bitmiyor ki, her gün bir haber geliyor etraftan. Biliyorsun, eskiden sağlıkçıydım, ister istemez bir kulağımı o tarafa veriyorum, ortalık hala çok karışık, bir türlü eski hayatıma dönemedim.
Ben: Gerçek hayata dönmek istiyorum diyorum bazen, ama peşinden tahmin edebileceğin sorular geliyor; “öncekinin gerçek hayat olduğunu sana kim söyledi”, “şimdi ne var da eskiden farkında değildin”, “eski hayatını daha değerli kılan en önemli kayıp ne oldu” vs. vs. hayatımın rutinindeki en büyük değişiklik tiyatroya gitmemek oldu, haftada en az iki oyun gören ben aylardır bir salona girmemiş bulunuyorum. Oyun izlemeye bu kadar ara verdiğim hiç olmamıştı Ancak o oyunların bıraktığı boşluğun çok kolaylıkla dolduğunu gördükçe umursamazlıkla baktım tiyatroya bir süre, paylaşıma açılan dünyanın ünlü oyunlarına dudak mı büksem, oturup izlesem mi derken biliyorsun sağlık işleri karıştı ve pandemiyi bile önemseyemeyecek hale geldim. Neyse ki gerçekten dijital ortam için yapılmış bir iş izledik de geçmişle bugünün arasındaki boşluğa köprü oldu.
Sakine: Tam da onu diyecektim, evlere kapatıldığımızda boş oturacağına şu müzeye gir, bu filmi izle, şu zoom toplantısını kaçırma baskısını üzerimde hissettikçe hepten kaçındım. Zaman buldukça kitap okudum, uzun zamandır şiir kitaplarına dokunmamıştım. Zaman olduğu yerde dondukça şiirin özlediğim tadı daha lezzetli geldi, şiir yazdığım günlere döndüm. Ama şimdi tekrar tiyatro konuşalım, onu da özledim.
Ben: Altyazıları Yüksek Sesle Oku kendisine tiyatro demiyor, video diyalog serisi diyor. Ancak tiyatrocular yaptığı için biz öyle varsayıyoruz diyerek başlayayım o zaman. Her bölümün başında “Bu videoda geçen olayların kahramanı sensin” cümlesinden başlayarak yeni bir maceraya davet edildiğimi görmek beni çok heyecanlandırdı.
Sakine: Açıkçası ilk başta biraz saçma geldi; ekran karşısında oturup altyazıları yüksek sesle okuyarak karşımdaki oyuncunun sözlerine cevap verirken kendimi biraz aptal gibi hissettim, hatta kapıyı kapatıp sesimi kimsenin duymamasına özen gösterdim. Ama kaptırınca artık bunu da umursamadım, zaten olaylar geliştikçe sesimi kimin duyduğundan çok içine düştüğüm ortamı tanımaya verdim dikkatimi.
Ben: Kendini yalıtıp içine çekildikçe içimizden neler çıktığını görmek hem hayatta hem de videolarda çok enteresandı. Dıştan içe ilerleyen bir süreçte en temel ihtiyaçlar ve alışkanlıklardan gün geçtikçe derine inen bir arayışın izini sürmek insanlık tarihi okumak gibi geldi. İlk günler çok ilginçti; gece yarısı bakanlık açıklamalarını korkuyla dinlemek, bedensel ihtiyaçlarının yemek kısmını kaygısızca doyuran insanların sosyal medya paylaşımlarından en güzel (nedense) ekşi mayalı ekmek fotoğrafını beğenmek, korka korka dışarı çıkarken plastik eldiven-kolonya-maske üçlüsünü yanından ayırmamak, sahilde oturmak henüz yasaklanmamışken bakkaldan aldığın bira şişesini kolonyayla yıkadıktan sonra içmek, parklara girmek yasaklanınca köpeği bahane edip polis tarafından haşlanmadan usul usul sıvışmak, para cezası kesilmiş olmasına rağmen parkta oturmayı sürdüren insanların hikayesini dinlemek, 65 yaş üstündeki yakınların yakınmalarından ötürü çaresizlik hissedip bir şey yapamamak diye sıralayacak çok şey vardı. Dijital Öpüşme başlıklı ilk video ise bütün bu ortak deneyimlerde dile gelmeyen bir eylemle başlıyordu. Konuşulmayan, yokmuş gibi davranılan cinsellikten konuya girdi Altyazıları Yüksek Sesle Oku video serisi. İlk günlerde kimse seksi konuşmadı, belki de korkunun her şeye egemen olmasından. Dijital Öpüşme ise konuşulmayanı düşünmeye davet etti seyircisini ilk bölümle birlikte. Sen ne düşündün bu bölümü izleyince?
Sakine: İzlerken çok güldüm açıkçası, hele “hiç ekranı öptün mü?” sorusunu duyunca. Fakat öpüşmenin iç gıcıklayıcılığıyla yan yana duran tavır özellikle çok hoşuma gitti. “Bunları konuşuyoruz diye kendini değersiz hissetme” der gibiydi Onur Karaoğlu’nun tavrı. Ekran başında oturmuş, altyazıları yüksek sesle okumayı kerhen de olsa kabul etmiş birine ilk adımda ekranı öpmekten, dijital öpüşmekten konuşmak epey tuhaf gelebilirdi. Ama ekran önündeki bu kerhen seyirciye verilen biraz aksi, biraz çokbilmiş rol sayesinde engelin aşılıp konu üzerinde konuşulması sağlanmış oldu. Bu kadar mahrem bir yerden başlayan muhabbet kendinden sonrası için bir dolu engeli aşmaya yaradı. Bir sonraki bölümde ilk defa tanışan insanların saçmalamasına şahit olduk örneğin, ama bu ilk videoda yer alsaydı çok sıkıcı olurdu. Bir önceki bölümde dijital olarak da olsa öpüşmeyi konuştuğun, aklından geçirdiğin biriyle saçmalamak çok daha kolay geldi. Öpüşmeden herhangi bir cinsel yönelime işaret etmeksizin bahsedilmesi de açık bir zihinle ekran karşısında olmayı önceliyordu.
Bir yaprağın ortasından DAĞILan koyu yeşil
damarlar gibi bedenim klorofil arıyor. Uno.
Kendi oksijen alanını yaratmak.
Bir yaprağın yüzeyinde beliren koyu yeşil
bir hiyeroglif gibi kendini belirsiz
kılıyorsun. Due. ( Lale Müldür-Klorofil)[1]
Ben: Fena halde gerçek hayatın izini sürmüşler diye düşünüyorum bu videoları hazırlarken. İlk günlerde söylenen hepimiz aynı gemideyiz temrinini hatırlamamak olmazdı diye şöyle bir değinip geçmelerini çok eğlenceli buldum. Boş lafa, hamasete yer olmadığını, videolar ilerledikçe ortak tanıdıklar vasıtasıyla ortak dertlere doğru gideceğimizi anlıyorduk.
Sakine: Boşuna söylenmiş cümle bulamadım dersem yalan olmaz, çok etkilendiğim bu işi birkaç defa izledim. O kadar yalın bir dille o kadar çok şey anlatıyordu ki, üçüncü bölümde zaten tanışıyor olduğumuz söylendiğinde yadırgamadan sohbete katıldım. Bana verilen rol son derece kuşkucu, dünyadaki her şeyin birleşip kendisini alt edeceğine inanan birine ait olsa da bunu oynamak beni rahatsız etmedi, tam tersi eğlenceli buldum.
Ben: Dramaturjiyle deneyimin birbirine paralel olması beni de çarptı. Seyirciyi bir an önce oyuna çekmek için gerekli olan çatışma aynı zamanda pandemi ve eve kapatılma süreçlerinde yaşanan kuşku, güvensizlik, sorgulama ve huzursuzluk duygularının da altını çizmekteydi. İki kurgunun iç içe geçmesi hem anda kalmayı ve altyazıya yabancılaşmamayı sağlıyor, hem de seyircinin içsel deneyimini anlamlandırmasına, sesli düşünmesine, farklı bir perspektiften bakmasına hizmet ediyordu. Pandemiyle kesintiye uğrayan hayatımızın bir başka yansıması daha vardı bu videolarda; görüntülerdeki oyuncuların yalnızca yüzlerini görebiliyorduk. Evden çıkamayışımız bizi ayaklarımız yokmuş gibi hissettirirken oyuncular da oturdukları yerden sadece zihinlerinde olup biteni aktarıyorlardı. Arkadaki koltuk, kitaplık, koridor dışında bir görüntü sunulmaması fena halde gerçekçiydi. Dışarıdaki hayatın sadece pencereden göründüğü kadarıyla yetinmemiz gerektiği rüyada bile sabitti. Bu açıdan bakılınca oyuncuyla evden katılan kahramanın sahne dışı birbirlerine yaklaştı. Oynanan oyunun ortak sanal gerçeklik yarattığı bir deneyime dönüştü. Tam da bu noktada evlerinde oturan izleyicilerin pandemi deneyimi başka bir boyut kazanmış oldu, zaten uzun zamandır sokağın esirgendiği bireylerin evde oluşları bu kez sanatsal, yaratıcı bir imkan sunmuştu.
Paul Klee/ Dream City
Sakine: Olaylar geliştikçe oyunun bir parçası olarak kendimi oyunun içinde daha fazla hissetmeye başladım gerçekten. Verilen repliklerle önce mağdurdum sonra da kumpasçı. Herkesi kenara çekip “ötekileri bırak ikimiz bir işler yapalım” derken karakterimle aramdaki mesafe iyice artmıştı. Pandemi sürecinde sosyal medya iç sorgulamaların görünür kılındığı mecra olmuştu olmasına da, bunun samimiyetiyle ilgili sorularım hep bir kenarda duruyordu. Bu video serisi de hem bu samimiyet arayışının somutlaşması hem de bunun estetik bir forma yedirilmesi açısından değerli geldi bana. Bütün bunları deneyimlerken odamdan çıkmamış olmamak da o deneyimin bir başka katmanıydı.
Artık kimin olduğu anlaşılmayan bir fotoğraf.
Tarazlanmış bir post, bir zamanlar kaplan derisiymiş.
Kapısını yitirmiş bir adet anahtar.
Ne arar insan tavanarasında.
Dağınıklığı artıracak bir şeyden başka?[2]
Ben: Bu video serisinin altını çizerek vurguladığı temel noktanın güvensizlik olduğunu düşünüyorum. Kendisine, başkasına, geleceğe olan güvensizlik türleri arasında var olmaya çalışan bireylerin hayatın akışının birdenbire kesilmesiyle halının altına attıkları duygular yüzeye çıkmaya başladığında ne yapacakları üzerine bir düşünce alıştırmasını oynamayı denemiş ekip. (Bu arada yaratıcı ekipte kimler olduğunu söylesek iyi olur. Konsepti tasarlayan, yazan, yöneten ve kurgusunu yapan Onur Karaoğlu’nu oyunculukta Zinnure Türe, Ezgi Esra Köklü, Alper Turan ve Fatih Gençkal destekliyor.) Başrol verilen seyirciye doğrudan seslenen videolar kurulan bu dolayımsız ilişki sonucu, oyunsu ve çok keyifli bir süreçte söz konusu sorgulamayı yapıyor, yaptırıyor.
Şahikasını son yirmi yılda yaşadığımız uçlarda savrulma halini yaşayanlar olarak çalıştığımız yerlerden gelen sorulara bizler için hazırlanmış cevapları verirken ironik bir şekilde bir başka sorgulama yaşıyoruz. Dışla(n)manın her türlüsünü yaşayan ve bunu yok sayan bir toplumda sürekli zor zamanlar yaşarken hepimizin önceliklerinin farklı olması, herkesin gizli bir hesabı olduğu varsayımlarıyla kuşkudan ve korkudan kaskatı kesildiğimiz, eğlenmeyi de, kutlamayı da, matem tutmayı da hakkıyla yapamadığımız kalabalıklar içinde hala başrolde ben olmalıyım ezberiyle kendimizi biricik zannedip sürekli olarak başkalarının çaldığı o güzelim fikirlerimizi hasretle yad ederek yaşıyoruz. Sürekli birbirimize küstüğümüz, cesaretle ağzımıza geleni savurduğumuz sanal mecraların bile büyük biraderin elinde olduğunu anlamadan geçip giden ömrümüz için iç ses arayışımız her zamankinden de elzem.
Sakine: Sürekli bir komplo teorisinden bahseden, içinde biriktirdiği öfkeyle her fırsatta bir kutuplaşma yaratan kendimden/bana verilen rolden çok yorulmuştum. Sanırım bu yüzden videolar içinde en çok iç ses ve rüya bölümlerini çarpıcı buldum. Açıkçası kendimi en çok o bölümlerde özgür hissettim. Rüyanın karabasan havasındaki buyurgan tavrına rağmen gerçekliğin bükülebileceğini hissetmek çok iyi geldi. Ölümcül hastalıklarla boğuşan hastalarla ilgilenirken de hep eve gelir bir şiir yazar, sevdiğim hastaları, özellikle çocukları o şiirlerle yaşatırdım. Rüya bölümü bana o günleri hatırlattı.
Ben: İç ses başlıklı bölümde de ben çok eğlendim. Kurgunun beni yerleştirdiği konumdan bakınca öyle naif görünüyordum ki! Diğer videolarda olmayan hafiflik ve çatışmasızlık duygusu oynadığım kişiye ve onun duygulanımı dolayısıyla da bana rahat bir nefes aldırdı.
Sakine: Son bölüme sezon sonu adını verdiklerine göre ikinci sezonu geliyor galiba. Bir sonraki sefere de onu mu konuşsak?
Ben: Olur, o zamana kadar da bu dönemde yapılan diğer dijital işlere göz atarız, ne dersin?
Sakine: Özlemişim bu sohbetleri, perdeler açılsa artık!
Aşağıdaki linkten videolar izlenebilir;
https://www.youtube.com/channel/UCRiLHGYQWF6bY7Fql0SdtBQ
[1] Lale Müldür- Ahmet Güntan; Voyıcır 2, 160. Kilometre, Haziran 2014
[2] Jorge Luis Borges, Sonsuz Gül, (Çev. Ayne Nihal Akbulut-Cevat Çapan), İletişim Yayıncılık, 2001