[Deniz Zeyrek’in Sözcü’de yayınlanan yazısının bir kısmını paylaşıyoruz.] Siz de bu aralar sık sık çocukluğunuzu, ilk gençlik yıllarınızı gereğinden fazla anımsayıp, “yoksulduk ama mutluyduk” hissi yaşıyor musunuz?
O zor, hatta bazıları için acımasız yıllar size de Maksim Gorki’nin “Çocukluğum” adlı eserinde dediği gibi “iyiliksever bir perinin ustaca anlattığı bir masal” gibi geliyor mu?
Ne zaman yeni Türkiye’de kaybolup giden alışkanlıklarımızı düşünsem, aklıma ilk gelen şeylerden biri, çocukluğumuzun imece usulü düzenlenen piyes geceleri olur.
Rus işgalinde büyük ihtimalle süvarilerin at ahırı olan bir bina düşünün. Uzunluğu 150, eni 50 metre. Güneydeki ucu mutfak, kuzeydeki ucu sahne. Asıl işlevi okul yemekhanesi ama kimi zaman sinema salonu, kimi zaman bir tiyatro. O eğlence gecelerinde, tek ve haliyle en güzel kıyafetlerini giyen yoksul insanlarla dolardı.
Çocuğu sahneye çıkan kendini tutamaz nasırlı ellerle alkışı patlatırdı. Kafkas ekibindeki çocuklar o zorlu hareketleri sorunsuz tamamladı mı salondan alkışla birlikte büyük bir ıslık sesi duyulurdu. Koro türkü söylemeye başladığında bütün salon koroya dönüşürdü ama şiirler okunurken ve piyes sırasında o kadar insandan tek ses dahi çıkmazdı.
Gece boyu süren o masala, öndeki protokol sıralarında oturan “devlet” dışında herkes dahil olurdu. Gece bitip üç kilometrelik uzun ince yolda evlerine doğru yürümeye başlayan insanları arabası kabağa dönüşen kül kedisine benzetirdim. Zira neredeyse herkes sabah ezanı okunduğunda, tarlada, sabanda, ahırda, güneş altında ağır işlerde çalışmaya başlıyor olacaktı.
Bendeniz de yeteneğim olmadığı halde ilkokulda birkaç piyeste oynamıştım. Çakır Ali piyesinde sigara yakacağım derken, elime ve yüzüme bulaşan gazyağı nedeniyle kirpiklerimi ve kaşlarımı yakmıştım. Gömleğimin kolunu yırtıp yaralı askerin alnını sardığımda kaymakam dahi alkışlamıştı. Arkadaşlarım kötü bir oyuncu olmama rağmen doktor rolüne seçilmemi öğretmen çocuğu olmama bağlamıştı ama ben uzun tekstleri ezberleyebilen birkaç öğrenciden biri olduğum için sahnede olduğumu biliyordum.
★★★
Ortaokul ve lisede oyunculuğu yetenekli arkadaşlarıma bırakıp sahne dekorlarında çalışmaya başlamıştım. ODTÜ’de de ilk yıllar Tiyatro Topluluğu’nun etrafında dolaşıp, tiyatronun ancak aşkla yapılabilecek meşakkatli bir iş olduğunu anlayınca uzaklaşmıştım.
Ben uzaklaşmıştım ama bazı arkadaşlarımız tiyatro virüsüne yakalanmıştı. Murat Demirbaş o arkadaşlarımdan biriydi. Biz finallere hazırlanırken onlar Ankara Sanat Tiyatrosu’nun seçmelerine hazırlanıyordu. AST mı ODTÜ mü seçiminde tereddütsüz AST’ı seçmişlerdi.
Uzun yıllar sonra karşılaştığımda aynı azimle ve aşkla tiyatro konuşuyordu. İki gün önce yine konuştuk. Yine heyecanlıydı ama bu kez bir şeyleri kurtarma çabasındaydı. Koronavirüs salgını bir çok sektörü vurmuştu ama onları daha fena vurmuştu. Daha da kötüsü, sanat galerileri gibi tiyatrolar da kimsenin umurunda değildi.
“1 Temmuz’da perdeler açılıyormuş, iyisiniz” dedim ama dediğime de pişman oldum. Salgın sürecinde 50’ye yakın özel tiyatronun Ankara Tiyatro Yapımcıları Platformu’nu (ANTİYAP) kurduğunu anlattı ve şöyle dedi:
“1 Temmuz’da tiyatroların açılması planlanıyor ama iki nedenle o tarihte açılamaz. İlki tiyatro sezonunun her zaman 1 Ekim’de açılmasıdır. İkincisi de açılır açılmaz dört aydır tek kuruş kazanamayan tiyatroların kira, vergi, prim, stopaj ödemeleri gündeme gelecek. Dolayısıyla 1 Temmuz’da tiyatroların açılması bizi kurtarmayacak, tersine yükümüzü artıracak. Hepimizin kira ve diğer giderleri planlayıp Ekim’deki sezona hazırlanmamız en mantıklısı.”
“İyi de Ekim’e kadar ne yapacaksınız, nasıl geçineceksiniz” dedim. …