Arthur Miller’in Orkestra ve Athol Fugard’ın Domuz Ahırı Adlı Oyunlarının Kapatılma Kavramı ile İncelenmesi
Ozan Uzun[1]
ÖZET
Savaş, soykırım, ırkçılık gibi çeşitli ideolojik sebeplerle milyonlarca insan kurban edilmiş, korkunç işkencelere maruz kalmıştır. Bu ilerleyiş ya açık şekilde kitlelere duyurulmuş ya da daha soyut bir biçimde arka planda kalmıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı öncesi toplu kıyımlar, işkenceler ve soykırımlar daha şiddetli bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu olumsuz uygulamalar, sanatı etkileyen damarlardan birine dönüşmüştür. Resim, müzik, sinema gibi sanatların yanında tiyatro sanatı da bu konulardan yoğun olarak etkilenmiştir.
Bu çalışmada Auschwitz toplama kampındaki bir kadın orkestrasının yaşadıklarını anlatan Arthur Miller’in Orkestra adlı oyunu işkence ve soykırım ekseninde değerlendirilecektir. Diğer model oyun olan Athol Fugard’ın Domuz Ahırı oyunu ise savaş korkusu ve savaşın birey üzerindeki etkisi bakımından incelenecektir. Her iki oyunda kapatılmanın farklı görünümleri incelenerek, toplumsal ve bireysel etkileri araştırılacaktır. Çalışmada başvurulacak temel kaynaklar, toplama kamplarındaki uygulamalar bakımından Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı, esir tutulma, kapatılma ve akıl hastanelerinin tarihi bakımından Michel Foucault’nun Büyük Kapatılma ve Hapishanelerin Doğuşu adlı eserleri olacaktır.
ANAHTAR KELİMELER:Tiyatro, Kapatılma, Toplama Kampı, Savaş, Soykırım, Psikoloji, Psikiyatri.
Kapatılmak ve Hapsedilmenin Kısa Tarihi
Kapatılmak, bireyin ve kişilerin belirli bir neden ile hapsedilmesi, alıkonulması ya da esir tutulması demektir. Aynı zamanda kapatılma kavramı ideolojik, bireysel ya da kitlesel bir biçimde ortaya çıkar. Psikolojik bakımdan kişinin dış dünyaya kendini kapatması kendi iç dünyasına kendini hapsetmesi ya da katatonik bir biçimde bu durumun ortaya çıkması da kapanma ve kapatılma kavramının diğer bir itki alanıdır.
Bu çalışmadaki kapatılma kavramı esir tutmak, hapsetmek, kendini hapsetmek ya da hapsedilmek kavramlarıyla aynıdır. İki model oyun da bu kavramlar bağlamında incelenecektir.
Kronolojik veriler zayıf olsa da akıl hastaneleri, hapishaneler ve toplama kampları dönem dönem değişerek bugünkü durumlarına erişmiştir. Kapatılma durumunun yanında kullanılan işkence yöntemleri de tarih boyunca hapishaneleri şekillendirmiş ve farklı bir boyuta taşımıştır. Bu mekanlar, suçluları yıldırmak, disipline etmek veya cezalandırmak için tasarlanmış mekanlardır. Işık Ergüden bu durumu şu şekilde açıklar:
“İmgelemden gerçeğe, mitolojiden dine ve oradan da modern topluma dek insan toplulukları kişi üzerindeki hakimiyetlerini daima suç ve ceza kavramlarıyla kurmuşlardır. Topluluğun varlığını sürdürmesinin, kendini yeniden üretmesinin zihniyet alanındaki temel ifadesi olmuştur suç ve ceza. Ama aynı ölçüde muğlak, değişken bu alanda kişiye bırakılan tek özgürlük, o an için egemen olan suç ve ceza anlayışını benimsemekle, egemen zihniyet ve kurumları içselleştirmekle sınırlı”[2].
Görüldüğü üzere tarih boyunca iktidar sahipleri hegemonik bir tutumla hapishaneleri ve cezalandırma yöntemlerini kusursuz bir şekilde işletmişlerdir. Hapishaneler biçim değiştirse de düşünsel boyutta işlevleri hala aynıdır. Muhafaza ve ıslah etmek.
Zamanla hapishaneler daha da geliştirilmiş, birden fazla suçlunun rahat bir şekilde sığabileceği yapılara dönüşmüştür. Bu dönüşüm 1600’lü yıllarda çok daha belirgin bir hale gelmiştir. Artık hapishaneler sadece suçluların kapatıldığı yapılar değildir. Suçluların yanında eşcinseller, akıl hastaları ve çeşitli hastalıklardan muzdarip bireyler aynı binaları paylaşmışlardır. Ancak bunun dışında bazı hapishanelerde çeşitli eğitimlerin verildiği de sıkça görülür. Hapishanedeki isyanlar ve mahkumlar arasında yaşanan çatışmalar da kapatılan ve hapsedilen insan psikolojisinin bir göstergesi olmuştur.
“Hücrelerde, kaderlerini bekleyen çok az sayıda mahkum vardı. Altı binden fazla kişinin sürekli olarak kapatıldığı on yedinci yüzyıl Paris’inde olduğu gibi kitlesel kapatmalar henüz yoktu. O dönemde üç yüz bin nüfusa sahip Paris için büyük bir rakam. Bu demografik ve ekonomik sonuçlara yol açıyordu, çünkü kapatılanlar kimlerdi? Yersiz yurtsuzlar, sabit işi ve evi olmayanlar. Dolayısıyla kapatılmadan kaçmak için, bir meslek icra etmek, düşük de olsa ücretli bir işi kabul etmek gerekiyordu. Sonuç olarak, en düşük ücretler hapis tehdidiyle stabilize ediliyordu. Elbette, bunun siyasi ve toplumsal sonuçlan önemliydi, çünkü böylece ajitatör olarak adlandırılan herkes elenebiliyordu. Dolayısıyla, olağanüstü zarif bir çözüm, tabii eğer bu alanda zariflikten söz edilebilirse, doğmakta olan kapitalizm döneminde mucize bir ilaç”[3].
Foucault’un bu sözleri Marksist bir değerlendirmedir. Kapital düzenin birey üzerindeki etkisine değinerek kapatılma ve cezalandırma kavramları irdelenmiştir. İsyan, başkaldırı ve kitlesel eylemler ele alınarak kapital düzenin bu hegemonik unsurları kullanmada ne kadar etkili olduğu gözlemlenmiştir.
Sosyolojik bakımdan incelendiğinde hapishaneler zamanla iktidar mekanizmasının işlemesinde en belirgin öğeler olmuştur. Özellikle totaliter rejimlerde bu durum daha somut bir hale bürünmüştür. Bu örneği Nazi Almanyası’ndaki toplama kampı örnekleri ile güçlendirmek gerekir.
Toplama kampları, kitlesel ayrıştırma, ve etnik azınlıkların imha edilmesi için tasarlanmış, tutsakların işkenceye maruz bırakıldığı ve öldürüldüğü yapılardır.
Nazilerin iktidar mekanizmalarından en şiddetlisi toplama kamplarıdır. Auschwitz, Bergen Belsen, Dachau, Ebensee toplama kampları ise en ünlü toplama kamplarıdır. Bu kamplar Yahudi soykırımı öncesi akıl hastalarının, engellilerin ve eşcinsellerin yok edildiği kamplardır. Çünkü Hitler rejimine göre bu kişiler Almanya’ya herhangi bir faydası olmayan azınlıklardır. Bu azınlıkların yok edilmesi Nazi Almanyası’nın milliyetçilik görüşünün bir ürünüdür. Daha sonra komünistler ve farklı ideolojik gruplar da bu kamplarda tutulmuş ve çeşitli işkencelere maruz kalarak öldürülmüşlerdir. Yahudiler ise en bilinen tutsaklardır.
Hitler rejimi çökmeden önce toplama kamplarında yapılan uygulamalar ciddi boyutlara ulaşmıştır. Bu uygulamalardan en bilineni ise gaz odalarıdır. Ancak kampa getirilmeden önce çoğu mahkum trenlerde hayatlarını kaybetmişlerdir. Çünkü günlerce penceresi olmayan vagonlarda tutulup yemekten ve sudan mahrum bırakılmışlardır. Kampa getirilip trenlerden indirildikten sonra çırılçıplak soyundurulup banyo yapacakları söylenerek gaz odalarına sokulmaktadırlar. Duş başlığı görünümlü mekanizmalardan gönderilen gaz binlerce mahkumu aynı anda öldürecek güçteydi. Gaz odalarına gönderilmeyen tutsaklar toplama kamplarındaki dar ranzalarda hastalıkla boğuşup ölmüş ya da çeşitli infaz yöntemleriyle öldürülmüşlerdir.
Hannah Arendt, toplama kamplarında görev yapmış Adolf Eichmann’ın yargılandığı davada onun anlattığı bu koşullara kitabında şu şekilde yer vermiştir:
“Eichmann’ın gördükleri şunlardı: Yahudiler geniş bir odadaymış, soyunmaları söylenmiş, sonra bir kamyon gelmiş, odanın girişinin tam önünde durmuş; çıplak Yahudilere bu kamyona binmeleri söylenmiş. Kapılar kapanmış ve kamyon yola koyulmuş. İçeri giren Yahudilerin sayısını söyleyemem, bakamadım bile. Bakamadım, bakamadım; burama kadar gelmişti. Çığlıklar, ve… Altüst olmuştum, ve daha neler neler. Müller’e hazırladığım raporda bunlardan da bahsettim, ama Müller raporumdan pek faydalanmadı. Arabayla kamyonun peşine takıldım ve o zamana kadar hayatımda gördüğüm en korkunç manzarayla karşılaştım. Kamyon bir hendeğe doğru ilerledi. Kapılar açıldı ve cesetler dışarı atıldı” [4]
Görüldüğü üzere buradaki kapatılma biçimi çok daha ileri safhadadır. Çünkü tutsaklar sadece toplama kampında değil, oraya ulaşmadan önce de çeşitli araçlarla psikolojik ve fizyolojik şiddete maruz kalmışlardır. Bu esir tutma ve kapatma biçimi ideolojik baskının cezalandırma yöntemleri konusunda önemli göstergelerden biridir.
Toplama kamplarındaki gaz odalarından biri, 1939, https://onedio.com/haber/engelli-cocuklari-otanazi-ile-olduren-sonra-da-cesetlerini-yakan-olumcul-nazi-programi-t4-714775 Erişim Tarihi (02.04.2020)
Akıl Hastanelerindeki Uygulama Biçimleri
Akıl hastaneleri, diğer adıyla tımarhaneler, ruh hastalarının ya da akıl sağlığı bozuk olduğuna kanaat getirilen kişilerin tutulduğu ve izole edildiği binalardır. Bu kurumlar tedavi etmenin yanında akıl hastalarının çalıştırıldığı kurumlardır. Hastalara verilen görevler, onların sosyal yönden eksik kalmaması ve herhangi bir uğraş elde edip hastalıklarının ilerlemesini önlemek amacı taşımaktadırlar. Bu yapılan çalışmaların şizofreni, ya da diğer hastalıkların gerilemesinde büyük rol oynadığı gözlemlenmektedir. Bazı uygulamalarsa hastalara doğrudan fiziksel temasta bulunarak kullanılan tedavilerdir. Bu tedavi yöntemlerinden Sessiz Oda ve Buz Küveti en bilinen uygulamalardır.
Sessiz Oda, akıl sağlığı ileri seviyede bozuk akıl hastalarına uygulanan tedavi yöntemlerinden biridir. Özellikle ses halüsinasyonu yaşayan, sürekli sesler duyduğunu ve bu seslerin kendisini yönlendirdiğini iddia eden akıl hastaları bu odalara kapatılır. Sessiz odalar herhangi bir ses iletmez. Sağlıklı bir birey ise bu odaya kapatıldığında baş dönmesi, denge kaybı gibi yan etkilerle karşılaşır.
Buz Küveti, diğer adıyla Hidroterapi yöntemi uyku problemi yaşayan, sakinleştiricilerin ve uyku ilaçlarının tesir etmediği hastalar için kullanılan bir tedavi yöntemidir. Hasta, soyundurularak buz dolu küvetin içine yatırılır. Soğuk tedavi sonrasında ısınan beden ve gevşeyen kaslar sebebiyle hasta uyku haline daha çabuk geçer.
Bu iki tedavi yöntemi kapatılmanın çok daha katmanlı bir biçimi olarak ortaya çıkar. Sadece bir yapı olarak kalmamıştır akıl hastaneleri. Bu tedavi yöntemleriyle hastaların diğer izole edilme biçimleri çok daha derinlikli bir boyut kazanmış, kapatılmanın içinde ayrı bir kapatılma unsuru olarak yerini almıştır..
Kapatılma psikolojsinin ve hastalarda hissettirdiği duyguyu Kate Millet’in şu sözleriyle desteklemek yerinde olacaktır:
“Bu, delilik olarak tanımlanan o karabasana, o toplumsal duruma, o dışlanıp bir yere kapatılma deneyimine yapılan bir yolculuğun öyküsüdür. Kendi başımdan geçenleri anlatacağım size. Çünkü anlatmak, olanları yeni baştan yaşayarak bir çeşit cin kovma, benliği –zihni– onarma ve doğrulama işlevini görüyor benim için. Çoğumuzun çıktığı bir yolculuk bu. Kimilerimiz bu yolculuktan sağ salim dönüyor, kimilerimiz ise bir şeyler yitirerek, suç ortaklığı yapmamız, “hasta” olma mesleğine katılmamız için yapılan çağrılar ve teslim olmamız için yapılan baskılarla bize verilen zarar yüzünden gücünü yitirmiş olarak dönüyor. Bunları anlatmamın bir amacı da, aynı gemiye daha önce binmiş ya da binmek üzere olan bütün insanlara, bu garip inanç sisteminin ele geçirip altüst ettiği kişilere yardımcı olmak. “Akıl hastalığı” denen o yaygın batıl inancı, hapsedilip zorla ilaç kullanma biçimindeki o fiziksel olguyu, sonunda bir yere konup sonsuza değin kapalı tutulma ya da serbest kalınsa bile yaşamının geri kalan yıllarını damgalanmış olarak yaşama tehdidini içeren bir sistem bu. Ne de olsa, yaşamımız boyunca hepimizin karşısında bir gözdağı olarak duran bir yazgı bu “aklını yitirme” kavramı. Bir zamanlar saçma, olanaksız, benim değil bir başkasının başına gelebilecek bir şey olarak niteleyeceğim bir olasılıktı bu”[5].
Buradan anlaşılacağı üzere delilik kavramı ile dış dünyanın, kamusal etkinin konumu yadsınamaz. Yine buradan hareketle 20. yüzyılın başlarında ebeveynlerinin istediği kişiyle evlenmeyi reddeden genç kadınların bir ruh hastası olduğu gerekçesiyle tımarhanelere kapatılmasında, bireyin akıl hastası olarak nitelendirilmesinde diğer bireylerin etkisi somut bir biçimde görülmektedir.
Çevre ve toplum etkisinin yanında bireyin kendisini hapsetmesi de oldukça sık rastlanan durumlardan biridir. Kendi isteğiyle akıl hastanesine yatmış kişilerin yanında kendi sınırları içerisinde kendini hapseden ya da dış dünyaya kendini kapatan kişiler de çalışmamızın bir diğer konusudur. Örneğin Katatonik şizofreni hastaları bedenen ve ruhen dış dünyaya kendilerini tamamen kapatmışlardır. Söylenenlere tepki vermez ve asla hareket edemezler. Ancak yaşanılan travmalara verilen tepki sadece katatonik boyutta olmayabilir. Kişi kendini dışarıdaki tehlikelerden korumak için de kendini hapsetme durumuna geçebilir. Savaş korkusu, sosyal anksiyete, sosyal fobi gibi rahatsızlıklar bu durumu tetikleyen rahatsızlıklardır.
Bu çalışmada kendini hapsetme ve dış dünyaya kapatma durumu model oyunlarımızdan biri olan Athol Fugard’ın Domuz Ahırı oyunu üzerinden incelenecektir. Toplama kampına kapatılmanın bireyler üzerindeki etkisi ise Arthur Miller’in Orkestra oyunu merkeze alınarak incelenecektir
Arthur Miller’in Orkestra Adlı Oyununun Biçimsel ve İçeriksel Özellikleri
Orkestra, Arthur Miller’in biçim bakımından diğer oyunlarından farklı bir oyundur. Amerikan Gerçekçi Tiyatrosu’nun öncülerinden olan Arthur Miller, bu oyunda epik ve politik tiyatro öğelerini kullanmıştır. Ayrıca Müzisyen Fania Fenelon’un anılarından oyunlaştırılan bir uyarlama örneğidir. Kapalı biçim eserlerin dışında Miller’in bu oyunu açık biçimde yazılmıştır. Oyun anlatı ve göstergelerle desteklenmiştir.
Oyun Auschwitz toplama kampında geçer. Paris’ten buraya getirilen müzisyen Fania Fenelon ve trende tanıştığı Marianne adlı genç kadın, Nazi askerlerine konser veren küçük bir kadın orkestrasının içinde bulurlar kendilerini. Orkestra şefi ise o dönemin ünlü müzisyenlerinden Alma Rose’dir. Zaman ilerledikçe orkestra üyeleriyle çok daha yakın bağlar kurarlar. Bu sırada açlık ve hastalıkla boğuşurlar. Orkestra’nın zamanla daha başka eserler vermesi ve gaz odasına daha geç gönderilmek için zamana karşı mücadele vermeleri gerekmektedir. Orkestra şefi Alma Rose, diğer kamplarda Nazi askerlerine konser vermek için turneye gönderileceğini bildirir. Alma Rose oldukça heyecanlıdır. Ancak Orkestra üyeleri bir sabah kalktıklarında Alma Rose’nin cenaze töreniyle karşılaşırlar. Bir Nazi subayı olan ve Auschwitz’ten tayin edilmek isteyen Frau Schmidt’in kıskançlık krizine girip Rose’nin yemeğine zehir kattığı anlaşılır ve Frau Schmidt diğer Nazi askerleri tarafından başından vurularak idam edilir. Fania Fenelon ve orkestra üyeleri artık yalnız başınadırlar. Fakat Fania, Orkestra’nın sorumluluğunu üzerine alır. Dr. Mengele ise her gün binlerce kişiyi gaz odasına göndermektedir. Marianne ise askerlerle ilişkiye girip biraz daha yemek almak adına arkadaşlarıyla tartışmaya girer. Sonunda savaş patlak verir. Toplama kampından kaçan askerler Fania Fenelon ve arkadaşlarını da ormana kaçırırlar. Bu sırada askerler Marianne’nin kendilerine yardım etmesini isterler. Marianne arkadaşlarının düzene uymaları için onları darp eder. Ancak savaş bitmiştir. Soykırım son bulmuştur. Yıllar sonra Fania Fenelon, orkestra üyeleri ve eski tutsaklardan Liesle ve Charlotte ile buluşur. Onlardan Marianne’nin bir organizatör olduğunu ancak bir müddet sonra kanserden öldüğünü öğrenir. Üç kadın duygu yoğunluğu yaşamaktadırlar. Şaraplarını yudumlarken oyun sonlanır.
Arthur Miller’in Orkestra oyunu toplama kampına kapatılan karakterlerin psikolojisi ele alınarak incelenecektir. Kampta yaşanan korku ve endişenin, baskının ve koşullanmanın bireyler üzerindeki etkisi oyun kişilerinin yönelişleri merkeze alınarak incelenecektir. Bu doğrultuda Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı kitabı yaşanılan olayların analizi bakımından kaynak olacaktır.
Athol Fugard’ın Domuz Ahırı Oyununun Biçimsel ve İçeriksel Özellikleri
Oyun İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyetler cephesinde savaşan ve savaştan kaçıp 40 yıl domuz ahırında yaşayan Pavel İvanovic Navrotsky’nin gerçek öyküsünü anlatmaktadır. Pavel savaştan korkup domuz ahırına sığındıktan sonra dış dünya ile bağlantısını tamamen keser. Görüştüğü tek kişi karısı Praskovyadır. Praskovya eşine yemek ve su getirir. Ancak zaman geçtikçe Pavel daha da yıpranmaya başlar. Sanrılar görmekte ve mantıklı hareket edememektedir. Domuzlar ile konuşur. Onları askerleriymiş gibi görür ve emirler yağdırır. Dışkılarıyla oynar ve onları tadar. Bu sırada belirli zamanlarda bulundukları kasabada savaşta kaybedilenler için anma töreni düzenlenir. Pavel ve Praskovya bu törene gidip her şeyi itiraf etmek istedikleri halde her girişimleri Pavel’in endişe eylemleri ile son bulur. Hava almak isteyen Pavel, Praskoya’nın kıyafetlerini giyip peruk takarak ahırın dışına çıkar. Ancak temiz havanın bile kendisine uygun olmadığını, kapandığı ahırın kendini daha iyi hissettirdiğini söyler. Yıllar sonra artık iyice kötüleşen Pavel tören zamanı karısıyla kasaba meydanına gitmeye karar verir. Damatlık kıyafetini giyerek ahırdan uzaklaşırken oyun noktalanır.
Athol Fugard’ın Domuz Ahırı oyunu, kişinin kendini dış dünyaya kapatması ve onu bu karara iten sebepler bakımından çalışmanın bir diğer model oyunu olacaktır. Pavel İvanoviç Navrotsky karakteri merkeze alınarak savaş anksiyetesi ve savaş psikolojisinin birey üzerindeki etkisi tartışılacak ve kişinin psikolojik hezeyanları incelenerek kapatılma durumu mercek altına alınacaktır.
BULGULAR
Arthur Miller’in Orkestra oyunu toplama kampı psikolojisinin temel olarak işlendiği bir metindir. Karakterler gerçek hayatta var olan kişilerdir. Fania Fenelon’un anılarından yola çıkılarak kaleme alınan bu oyun Fania’nın ve aynı trenle Auschwitz’e getirilnen Marianne’nin hikayesine odaklanır. Marianne ve Fania toplama kampındaki ilk gecelerinde aynı ranzayı paylaşır. Hastalıkla boğuşan ve inleyen tutsakların yoğun olduğu bir koğuştur burası. Hatta yanlarında bir ceset vardır ama bunu fark edememişlerdir. Farkettiklerinde ise Marianne yaşının küçük olması dolayısıyla çok daha büyük tepkiler verir. Oyun ilerlerken koğuşun kapısı açılır ve biri “Madam Butterfly’ı bilen var mı?” diye sorar. Fania cevapsızdır ancak Marianna bu tutsaklık ve kapatılma durumundan kaçmak adına görevliye Fania’nın eseri bildiğini söyler ve Fania’nın yolu Auschwitz kadın orkestrası ile kesişir. Kapatılmanın vermiş olduğu keskin bunalımla yüzleşen Fania bu orkestrayla tanıştığında afallar. Ancak kısa sürede orkestra üyeleri kendilerini tanıtır ve onu orkestra şefi olan Alma Rose ile tanıştırır. Alma Rose Madam Butterfly’ı dinlemek istediğini söyler. İçerideki piyanoyu gören Fania Fenelon piyanonun başına oturur. Oturur oturmaz piyanoyu öper. Bu eylem onun sanatından yoksun bırakılmasını ve esir alınmanın üzerindeki etkisini betimler. Piyano ve orkestra onun kurtuluş umudunu pekiştirir. Daha sonrasında Fania bu durumdan kurtulması için Marianne’nin de orkestraya dahil olmasını ister. Marianne, başka bir eser okuyarak orkestraya dahil olmuştur.
Çok geçmeden çatışmalar ve karşıtlıklar baş gösterir. Fania yeni partisyonlar düzenlemeye başlar. Hayatta kalmak için Nazi subaylarına daha farklı eserlerle konser vereceklerdir. Bir kadın SS olan Maria Mandel orkestra üyelerine ve Fania’ya ciddi yakınlıklar gösterir. Subayların bu kadın orkestrasına olan ilgisi, bulundukları mekandan ve koşullardan mümkün olduğunca uzaklaşmaktır. Sadece kampta esir alınanlar değil çoğu Nazi askeri bu durumdan mümkün olduğunca uzaklaşmaya çalışmaktadır. Kısaca hem katil hem de sanat düşkünü birer oyun kişisi olmuşlardır.
Kampın en rütbeli doktorlarından Dr. Mengele’nin karşısında çaresiz bir şekilde çalmak zorunda olan orkestra için ilk amaç yaşamaktır. Hayatları ellerindeki enstrümanlarına bağlıdır. Ancak mücadele gittikçe zorlaşmaktadır. Çünkü açlık ve hastalık onları daha hırçın bir hale getirmektedir. Fania gaz odasına gönderilmenin artık kendisini ilgilendirmediğini söyler. Kafası kesilse dahi kanının akmayacağını düşünür. Çünkü bu tutsaklık hali çaresiz bir bekleyişle birleşince içinden çıkılamaz bir hal almıştır. Bunun yanında Fania’yı sarsan bir diğer konu ise Marianne’nin garip davranışlarıdır. Marianne askerlerle birlikte olup onlardan gizlice çikolata ve yağ alır. Bunu duyan Marianne tepkisini dile getirse de Marianne geri adım atmaz. Marianne’nin bu davranışını şu şekilde yorumlayabiliriz. Marianne yaşı daha küçük bir oyun kişisidir. Bu kapatılma durumu onu buradan çıkmaya ve hayatta kalmaya daha çok itmiştir. Dişiliğini kullanarak tutsaklığına son vermeye çalışmaktadır. Dolayısıyla faydacı ve konformist, yani uyumcu bir oyun kişisine dönüşmüştür. Oyunun sonunda bombardıman karşısında harap olan kamptan kaçan askerlere yardım etmesi ve Fania dahil tüm arkadaşlarını tartaklaması bunun en somut göstergesidir.
Alma Rose’nin, rütbeli bir asker olan Frau Schmidt tarafından öldürüldüğünü söylemiştik. Bu cinayet yine kapatılma ve kurtulma çatışmasının bir ürünüdür. Alma Rose, başarılı temsillerini diğer kamplarda da gösterebilmesi adına Auschwitz subaylarınca diğer kamplara turne emri alır. Alma Rose oldukça mutludur. Bu mutluluğu gören Frau Schmidt onu kutlamak için yemeğe davet eder. Ancak Rose’yi zehirler. Rose’nin ölümünde sonra Frau Schmidt askerler tarafından infaz edilir. Frau Schmidt’in bu eylemi kıskançlık temasıyla doğrudan bağlantılıdır. Ancak bunun yanında zorunluluk ve bir üst güç tarafından yönetilmesi bu olayı tetikleyen nedenlerden biridir. O artık bir kukladır ve ipleri Nazizm yönetmektedir. Dolayısıyla Schmidt, kapatıldığı mekandan başkasının, özellikle bir Yahudinin çıkmasını hazmedememiştir. Fakat bedelini canıyla ödemiştir.
Alma Rose’den sonra orkestradan sorumlu olan kişi Fania’dır. Daha çok yaşamak için daha çok çalmaları gerekmektedir. Zira Dr. Mengele artık her gün en az on iki bin kişiyi gaz odasına göndermektedir. Bu korku onları hem endişeye hem de çalışmaya yönlendirir.
Maria Mandel kampa getirilen bir Yahudi çocuğu kadın orkestrasının yanına getirir. Onun gibi otoriter bir kadını böylesine anaç gören kadınlar oldukça şaşırırlar. Fakat oyunun sonlarına doğru Maria Mandel çocuğu mecburen gaz odasına gönderdiğini söyler. Mandel oldukça bitkin ve üzgün görünmektedir. Maria Mandel karakteri ise yine kapatılma halinin başka bir temsilcisidir. Subay olmasına rağmen psikolojik olarak onu bu travmaya iten Nazizmin baskıcı tavrıdır. Kapatıldığı bu mekanda bir katile dönüşmüştür. Artık kendini tanıyamamaktadır. Bu sırada ise savaş patlak verir.
Uçakların yoğun bombardımanına maruz kalan kamp boşaltılmaya başlanır. Kadınlar her şeyi bırakıp askerlerin yönlendirmesiyle kamptan kaçar. Bir trene alınan tutsaklar askerlerin baskısına maruz kalır. Marianne ise askerlere yardımcı olabileceğini söyler. Marianne yetkiyi alır. Fania hasta olmasına rağmen onu tartaklar ve hizaya geçmesini söyler. Tutsaklık süreçleri bu olayla son bulur.
Hannah Arendt’in Kötülün Sıradanlığı eserinde Adolf Eichmann’ın Kudüs sorgulanmasında gösterdiği tavır yine aynı şekilde bu hiyerarşinin bir ürünüdür ve emirlerin tutsağı haline geldiğini göstermiştir. Oyundaki SS psikolojisi bu durumla bağlantılıdır ve faşizm bir şekilde kendi tutsaklarını somut bir biçimde ortaya çıkartmıştır.
Bu oyunda kapatılma halinin gerek psikolojik gerek eylem içinde bireyi ne denli etkilediğini gördük. Karakterlerin yönelişleri üzerinden kapatılma halinin onları ne denli değiştirdiğini ve hangi biçime soktuğunu inceledik. Netice olarak Nazizm hiyerarşisinin de Nazizm ırkçılığının da birer kapatılma biçimi olduğunu ve ne şekilde temsil edildiğini inceledik.
Athol Fugard’ın Domuz Ahırı oyununda ise savaş korkusu ön plandadır. Pavel kendini domuz ahırına kapatmış bir oyun kişisidir. Onu bu karara iten kuşkusuz savaş sırasında tanık olduklarıdır. Militarizmin Sovyet Rusyası’nda ne denli etkili olduğu bu oyun aracılığıyla görülür. Burada temel problemlerden biri bireyin kendi bedeninin ve varoluşunun hiyerarşik bir yapıda bertaraf edilmesidir. İrade ve kişisel kararlar arka plandadır. Bu bile başlı başına bir kapatılma biçimidir. İktidar mekanizmalarının ve militarist düzenin bireyi kendi bedenine hapsetmesinin temsilidir. Pavel İvanoviç Navrotsky kendini domuz ahırına kapatmakla bir tür savunma biçimi elde etmiştir. Kendi kimliğinden ve kendi benliğinden uzakta bir kapatılma biçimidir bu. Savaş, politika ve toplum olgusu ise bu kapatılma biçimini tetikler.
Psikolojik olarak Pavel İvanoviç Navrotsky daha zayıf bir yönelişe sahiptir. Giderek halüsinatif bir evreye geçer. Domuzlarla konuşmaya başlar, sanrılar görür, öfke nöbetleri geçirir. Kapatılmanın ilk evrelerinde oyun büyük bir çıldırışın sinyalini verir ve yıllar geçtikçe Pavel daha da yıpranır. Eşi Praskovya ise onu cesaretlendirmek ister. Ancak tüm çabalar sonuçsuz kalır. Burada kapatılan sadece Pavel değildir. Praskovya’da bu kapatılmadan nasibini almıştır. Eşini dışarı çıkartmak ve nefes almasını sağlamak adına türlü çabalar gösterir. Ona kendi kıyafetini giydirir ve peruk takar. Ancak Pavel dışarı çıktığında temiz havanın onu boğduğunu ima eder ve tekrar ahıra dönmek istediğini söyler. Buradaki istek sessiz bir kabulleniştir aslında. Pavel, ahıra girerek dağınık ve rutubetli hayatının onu daha mutlu ettiğini düşünür. Çünkü yalnız olduğu sürece güvendedir. Bu kapatılma az da olsa egzistansiyalist bir forma sahiptir. Pavel, yalnızlığıyla ve kamusal alandan sterilize olmasıyla kendi kimliğini ve yaşamını inşa etmeye çalışır. Anlattığı anılardan onun çocukluğundan beri sürekli kaçtığını ve bir yerlere saklandığını anlarız. Praskovya’ya damatlık kıyafetinin de bir gizlenme aracı olduğundan bahseder. Çünkü o zaman da ruhsal anlamda bir şeylerden saklandığını ve uzaklaşmak istediğini söyler.
Oyunun sonlarına doğru bu kapatılma halinden bıkan Pavel özgürlüğe koşmak ister. Bunu yapması için her şeyi itiraf etmesi gerekir. Önceden kendini gizlediği damatlığı giyerek her şeyi anlatmaya ve kasabada eski hayatına dönmeye isteklidir. Damatlığını giyer ve yollar sonra karısı ile ahırdan çıkarken oyun noktalanır. Buradan özgürlüğün ve kaçışın bir bedeli olduğu sonucuna varırız. Pavel tüm cezaları ve yargılamaları kabul ederek ahırdan ayrılmıştır. Var olan kamusal düzeni kabul etmiş ve özgürlüğüne ancak bu doğrultuda kavuşmuştur. Bu bağlamda militarizm ve antimilitarizm, toplum ve birey, korku ve cesaret gibi yan çatışmalar belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Kahramanlık ve hümanizm ise farklı bir biçimde zuhur etmiştir. Kan döken ve eli silah tutan kişiler kahramandır, ancak daha naif bir biçimde savaşı reddeden ve ona karşı tavır alan kişiler birer düşmandır. Bunu işleten şey ise kapitalizmin ve militarizmin çarklarıdır.
Her iki oyundan da şu sonucu elde ediyoruz. Savaş, kıyım, soykırım gibi durumlar bireyleri ya da kitleleri yoğun olarak kapatılmaya ve esir tutulmaya sevk eder. Orkestra oyununda haklarında karar verilen ve bu doğrultuda kapatılan kişiler yer alır, Domuz Ahırı oyununda ise savaş ve kıyım karşısında kendini kapatan birey vardır. Her iki durumda da savaş ve olumsuz koşullar kendi kapatılma alanlarını yaratır. Nazi Almanyası ve Sovyetler Birliği iki ayrı cephe olmasına rağmen bu koşulları yaratmada ortak bir paydada buluşmuşlardır. Kapatılan kişiler ise en önemli eserleridir.
SONUÇ
Bu çalışmada öncelikle kapatılma ve kapatılma durumunu irdeleyen kaynaklardan bahsedilmiştir. Bu kaynakların hangi doğrultuda ve hangi amaçla kullanılacağı incelenmiştir. Kaynaklar eşliğinde kapatılma durumu ve bu kapatılma durumunu tetikleyen etmenlerden faydalanılmıştır.
Model oyunlar ise içeriksel ve biçimsel bakımdan incelenmiş, tür, tema ve olay dizisi biçiminde özetlenmiştir. Kaynaklar ise bu özetleri güçlendirmek adına kullanılmıştır. Olay dizisinin hemen ardından bulgular kısmı ile çalışma başka bir boyuta taşınmıştır.
Bulgular kısmında oyunların karakter bazlı bir analizi yapılmıştır. Bu kısımda kapatılma durumunun birey ve kitleler üzerindeki etkisi tartışılmıştır. Model oyunlar doğrultusunda karakter analizi ve yönelişleri saptanarak bu durumun etkisi incelenmiştir. İktidar alanının, kamusal etkinin bu durumu ne denli etkilediği mercek altına alınmıştır. Her iki model oyunun ortak noktası üzerinde durulmuş ve tematik unsurlar açımlanarak çalışma sonuçlandırılmıştır.
KAYNAKÇA
ARENDT, H. Kötülüğün Sıradanlığı (Çev. Ö. Çelik) Metis Yayınları, 2009, İSTANBUL.
FOUCAULT, M. Büyük Kapatılma, (Çev. I. Ergüden, F. Kesin), Ayrıntı Yayınları, 2015, İSTANBUL.
FOUCAULT, M. Hapishanelerin Doğuşu, (Çev. M. Ali Kılıçbay), İmge Kitabevi, 2001, İSTANBUL.
ERGÜDEN, I. Hapishane Çağı – Kapatılan İnsan, Sel Yayıncılık, 2017, İSTANBUL.
GOFFMAN, E. Tımarhaneler, (Çev. E.Arıcan), Heretik Yayıncılık, 2015, İSTANBUL.
[1]Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı Lisans 3.
[2]Işık Ergüden, Hapishane Çağı, Versus Yayınları, 2007, (s.19)
[3]Michel Foucault, Büyük Kapatılma, Ayrıntı Yayınları, 1954, (s.105- s,104)
[4]Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, Metis Yayınları, 1964, (s. 120)
[5]Kate Millet, Tımarhane Yolculuğu, Metis Yayınları, 1995, (s.7-8)