Banu Açıkdeniz
İçinden geçtiğimiz karantina günlerinde kamu spotlarıyla her gün kulağımıza çalınan bir cümle var: “Sorun Küresel Mücadele Ulusal”. Küresel bir tehditle salt ulusal bir mücadelenin faydalarını kavramakta zorlansak da dünya çapında da uluslararası işbirliğinin çoğu noktada sınıfta kaldığını belirtelim. Ancak bu durumun aksine gündelik hayatın belki de hiç olmadığı kadar küreselleştiğine tanık olduk. Kültür-sanat alanı da bundan nasibini aldı; internetin paylaşım imkanları sayesinde arşivler, filmler, dans ve tiyatro videoları, konserler, sanat eğitimleri hızla internete erişebilen herkesin kullanımına açıldı.
Dimitri Papaioannou, 2011 yılında hazırladığı 6 saatlik sahne yapıtı INSIDE eserinin kurgulanmamış, tek çekimlik versiyonunu erişime açtı. Evlerde kaldığımız bu dönemin insanlık hallerini sadelikle yansıtan bir performans.
Kültür-sanat alanında önce etkinlik iptalleri, sonra bu iptaller karşısında yaşanacak finansal kriz ve çözüm arayışlarının gündeme geldiği ilk haftalarda, bir yandan da deyim yerindeyse bir nevi dijital arşiv yağmuruna tutulmuştuk. Geldiğimiz noktada, bu paylaşım çılgınlığının bir nebze sakinleşmesiyle, oluşan yeni koşulları algılamanın ve sanatsal üretim-tüketim olanaklarını eğrisiyle doğrusuyla değerlendirmenin ilk günlere kıyasla daha kolay olduğunu söyleyebiliriz.
İlk karşılaştığımız, dijital arşiv listeleri oldu. Birtakım kültür kurumları, köşe ve blog yazarları ve sosyal medya vasıtasıyla bazen teker teker bazen de liste halinde seçilmiş materyaller dolaşıma girdi. Karantina koşullarının getirdiği yeni gündelik hayat düzenine aydınlanmacı bir çerçeve kazandırmaya hizmet eden bu çabanın ve kurumların üretimlerini kamuyla paylaşma jestinin oldukça değerli olduğunu belirterek başlayalım.
Kapsamı biraz daraltıp son dönemde dolaşımda olan video paylaşımlara odaklanacak olursak temelde karşımıza iki tür kategori çıkıyor (1) halihazırda dolaşımda olan ya da bu vesileyle yeni dolaşıma girmiş önceden hazırlanmış kayıtlar ve (2) son dönemde gerçekleştirilen yeni üretimler.
Birazdan bahsedeceğimiz dijital kültür-sanat ortamının bir kesimin yokluğunda üretilip tüketildiğini belirtelim: Sağlık çalışanları, koronavirüsle ya da farklı hastalıklarla mücadele eden hastalar ve yakınları, işe gitmek zorunda bırakılan emekçi kesim, evde belki de eskisinden daha yoğun bir mesai ile çalışmak durumunda olanlar, internete ve gerekli araçlara (ya da bir eve) erişimi olmayanlar… Ancak şu an için evde kalma şansı olan, ekonomik olarak bunu karşılayabilen kesimin de salgının ilerleyen safhalarında ilk kategoriye transfer olması, bu dijital kültürel ortamın dışında kalması maalesef ihtimal dahilinde. Salgın hastalık hepimizi eşit şekilde vurmadığı gibi getirdiği yeni yaşam düzenini de herkes aynı şekilde deneyimlemiyor. Biz yine de son dönemde dolaşıma giren yeni ne var ne yok diyerek takip etmekte, kaydını tutmakta zorlandığımız büyüklükteki arşiv yığınına bir göz atalım…
Bu paylaşımlardan belki de en çok heyecan yaratan, şanslıysak yaşadığımız şehre geldiğinde ya da yurtdışı gezilerinde yüksek bilet fiyatları ödeyerek izleyebilme/dinleyebilme şansı yakaladığımız orkestraların, dans ve tiyatro topluluklarının, müzik gruplarının ya da bu eserlerin yaratıcılarının (koreografların, yönetmenlerin vb.) önemli eserlerini kamuya açması oldu. Normal koşullarda her kesimin erişiminde olmayan bu eserlerin ve etkinliklerin, internet erişimi olan herkese açılmış olması ilginç manzaralara da yol açtı. Örneğin Evrim Hikmet Öğüt koronavirüs salgınının müzik alanına etkilerini değerlendirdiği yazısında normal koşullarda opera izleme, senfoni dinleme gibi alışkanlıkları olmayan ortalama seyircinin kısa süreliğine de olsa bu “yüksek” sanat eserlerinin hevesli bir tüketicisi haline geldiğini belirtiyor. Ardından şu soruları soruyor: “Zaten bu konserlerin her zaman halka açık olması gerekmez miydi? Korona salgınını atlatırsak o arşivlerin –ve yüzlerce müze, kütüphane veri tabanının– kapanmasını, biletlerin yine fahiş fiyatlarla satılmasını normal mi karşılayacağız?” Şimdilik iyimser bir yaklaşımla bu dönem bittiğinde sanatın kamusallaşmasında yaşanan bu değişimin -en azından bir ölçüde- kalıcı olacağını umalım.
Düzenli sponsorluklarla ya da ödeneklerle desteklenen kurumların, toplulukların, kültür merkezlerinin arşivlerini açması bir nevi sosyal sorumluluk iken düzenli destekten yoksun bağımsız kurumlar ya da sanatçılar açısından durum biraz daha farklı. Ancak salgın nedeniyle oluşan etkinlik iptalleri sonucu finansal kayıplar yaşayan bu topluluklardan da kayıtlarını paylaşıma açanlar oluyor. Bir kısmı sayfalarında bu kayıtlara -bir süreliğine ya da süresiz- yer verirken, bazıları dileyenleri bağışta bulunmaya davet ediyorlar (ücretsiz online eğitimler açarak benzer bağış davetlerini yapan topluluklar da var).
İnternette dolaşımda olan kayıtların bir bölümü iyi kurgulanmış, prova aşamaları, teknik kontrolleri atlanmadan yapılmış, özenli bir şekilde videonun olanaklarına uyarlanmış oldukça iyi çekimler. Bir bölümü ise -canlı performansın kalitesinden bağımsız olarak- eserin bir taslağı ya da daha uzak bir versiyonu gibi kendi başına izleme keyfi vermeyen kayıtlar. İyi çekilmiş bir kaydın bile canlı performansa kıyasla çeşitli handikapları olduğunu düşünürsek (örneğin, yönetmen ve kurgucu ister istemez canlı performansta seyircinin tercih edeceği odak noktalarını dışarıda bırakmak durumunda kalıyor) düşük kalitede üretilmiş ya da titizlikle kurgulanmamış videoların uzun vadede istikrarlı bir izleyicisinin olamayacağını da tahmin etmek zor değil.
Sinema ya da video sanatının diliyle üretilmiş interdisipliner çalışmaları ise ayrı tutmak gerek. Özellikle dans alanı bu konuda 80’lerden bu yana gelişme gösteren bir disiplin. Dans filmleri janrının görece gelişkinliği bu form içinden yapılmış eserlerin yabancılaşma yaratmadan keyifle izlenmesini sağlıyor. Örneğin Mart sonunda düzenlemeyi planladıkları festivali koronavirüs salgını nedeniyle fiziksel olarak gerçekleştiremeyen Cinedance Festival ekibi, festival kapsamındaki kısa ve uzun metrajlı dans filmlerini belli bir tarih aralığında online olarak seyirciyle paylaştı , festival içeriğinde seyir zevki yüksek, başarılı yapımlar da bulunuyordu. Ayrıca gösterilerinin film versiyonlarını da üretmeyi ihmal etmeyen DV8, Ultima Vez gibi toplulukların videoları da bu dönemde ekran karşısındaki seyirci ile buluşan dans filmi örneklerinden.
YENİ ÜRETİMLER
Koronavirüs salgınının dünya çapında evlere kapanmayı zorunlu kıldığı sürecin ilk haftalarında spontane bir şekilde dünyanın farklı yerlerinde balkon konserleri verilmeye, çeşitli dans performansları sergilenmeye başlandı. Bu görüntüler küresel olarak içinden geçtiğimiz bu zor dönemde dünyanın neresinde olursa olsun bir insanın diğerine umut ve yaşama sevinci verebileceğini ve sınırların ötesinde bir dayanışma ihtimalinin varlığını ve güzelliğini hatırlattı, yüzlerde tebessüm yarattı. Olağanüstü hallerde toplumda birbirinden güç alan yaratma, üretme hevesinin açığa çıktığına daha önce de tanık olmuştuk. Türkiye için 2013 yazını hatırlamamız yeterli. Böylesi dönemlerde bir yandan sanatın -herkes için- güçlü bir ifade aracı olabildiği açığa çıkıyor bir yandan da sanatçıların anlamlı üretim yapma sorumluluğu daha da belirginleşiyor.
Bu dönemde de sanatçılar tarafından yapılan ilk üretimlerin yukarıda bahsettiğimiz mahalle konserlerine benzer bir tarafı vardı. Pek çok sanatçının bir araya gelip çalıp söylediği, dans ettiği performanslar izleyiciyi motive eden bir nevi eylem niteliği taşıyan denemelerdi. Bu, ilk dönem için geçerli olan üretme biçimiydi. Günler geçtikçe işin teknik, sanatsal boyutları da önem kazanmaya ve özenli üretim bir ihtiyaç haline gelmeye başladı. Ancak bu yeni mecra sanatçıların işini kolaylaştırmıyor, elbette pek çok farklı açıdan zorluyordu.
Müzik alanında, döneme ithafen şarkılar yazıp besteleyenler oldu. Yüzyüze biraraya gelemeyen müzisyenler dijital platformlar üzerinden “çevrimiçi” buluşuyor ve hem bu süreci birlikte atlatabilmek hem de dinleyiciye biraz da olsa moral verebilmek için ortak üretim yolları arıyorlardı.[1] Kimileri bunu “Ev Konserleri/Dinletileri” adıyla canlı performanslar olarak yayınlarken, kimileri bir tür ev-stüdyo (home studio) imkânı oluşturarak tek tek alınan kayıtları Logic, Ableton gibi altyapılar üzerinden biraraya getirip paylaşıyor.[2] Dijital platform üzerinden grup icrasını canlı yayınlamak ya da eşzamanlı olarak kayıt alabilmek şu an için – 5G internet teknolojisine geçilmediğ müddetçe- pek mümkün değil.[3] Bu nedenle canlı icralar ya tek kişi veya en fazla iki ayrı mekanda, iki ayrı kişi ile yapılabiliyor; daha çok tercih edilen ise kayıtların birleştirilerek sunulması.[4] Bu dönemde, önceden kısıtlı bir kesimin deneyimlediği online rave partiler de daha geniş kitlelere ulaşıyor; salgın öncesi zaten dijital alanda üretmekte olan sanatçılar ise eskiden kendileri dışında neredeyse kimsenin duymadığı bu terimlerin popüler alanda tedavüle girişini şaşkınlıkla izlediklerini söylüyorlar.
Dans alanında yapılan ilk üretimler farklı yerlerde bulunan çok sayıda dansçının performanslarını içeren, bunları ardarda ya da eş zamanlı olarak ekrana yansıtan moral verme niteliği ön planda olan çalışmalardı. Bağımsız dansçıların ya da bir dans topluluğu üyelerinin kayıtlarını biraraya getirerek yapılan bu video üretimleri arasından zekice yapılan montajlar ve bütünlük hissi veren mekan kullanımı ve jest düzenlemeleriyle sempati yaratan örnekler de çıkabiliyor. Ayrıca günün koşulları ile bağlantı kuran, neşelendirmenin ötesine geçip bir yorum oluşturma amacı taşıyan çalışmalara da az da olsa rastlamak mümkün.
Tiyatrocular da bu dönemde çeşitli dijital üretimlerde bulunuyorlar. En yaygınları iki kişilik oyun metinlerinin, yeni yazılmış diyalogların kamera önünde icrası, okuma tiyatroları ve monolog temsilleri. Bunlar arasında bugünkü toplumsal koşulları yorumlama itkisi ile tasarlanan güncel çalışmalar da var. Kalabalık bir oyun kadrosunu online ortamda biraraya getirmeyi deneyen örnekler ise görece daha az. İlk günlerde formu ve içeriği ile diğerlerinden ayrışan bir örnek İngiltere’den gelmişti. Oyunun kurgusu gereği olayların online mecrada aktığı bu deneme, video görüşmesini oyunun yapısına içkin kıldığından farklı bir yerde duruyordu. Ancak yine de bütün bu denemeleri tiyatro olarak nitelemek yerine tiyatro sanatından beslenen video performans çalışmaları olarak adlandırmak daha makul görünüyor.
DİJİTAL MECRANIN OLANAKLARI VE OLANAKSIZLIKLARI
Öncelikle ister müzik, ister dans, ister tiyatro alanından olsun yapılan çalışmaların kullanılan medyayı iyi anlama, handikaplarını ve avantajlarını kavrayıp gerekli yaratıcı ve teknik çözümleri üretme ihtiyacı doğurduğunu belirtelim. Bu anlamda erişim altyapısı ve internet hız kapasitesi, kullanılan ses kayıt cihazlarının, kameraların kalitesi, ışık teçhizatı, editing araçları gibi geniş bir yelpazede teknik ihtiyaçlar söz konusu. Oluşan bu olağanüstü koşulların sanatçıları yüzleşmek zorunda bıraktığı noktalardan birisi de bu teknik ve teknolojik imkanların nasıl kullanılacağı meselesi. Bu noktada, asgari düzeyde dahi altyapı ve bilgi eksikliği fazlasıyla göze çarpıyor. Örneğin daha çok icracı olarak öne çıkan ve bu koşullarda tek başına üretmek durumunda kalan sanatçılar açısından kendi dijital kayıt/sunum altyapısını oluşturma ihtiyacı çözülmesi gereken önemli bir problem.[5]
Günün koşulları, iyi bir sanatsal seviyeyi yakalamayı amaçlayan sanatçıyı klasik iş bölümlerini bir kenara koyup çok yönlülüğe ve gerekli donanıma sahip olmaya teşvik ediyor. Karantinada yapılan dijital üretimler, çoğu zaman birbirinden ayrı uzmanlıklar ile kotarılan gösteri pratiklerinin (dansçılık, oyunculuk, müzisyenlik, reji faaliyeti, kurgu, prodüksiyon vb.) bir arada uygulanmasını gerektirebiliyor. Teknik imkanları ve beceriyi geliştirmenin yanı sıra eldeki imkanları yaratıcı bir şekilde kullanmak ve bu sınırları bir üslup arayışı için avantaja çevirmek de bir başka olasılık. Ancak her halükarda önemli olan üretilen malzemenin seyir keyfi ve merakı oluşturacak düzeyi yakalayıp yakalayamadığı. Diğer türlü kriz döneminin başlarında seyircinin -bağış gibi kanallarla- bir noktaya kadar desteklediği ancak daha iyi kalitede filmler, video klipler varken seyretmeyi dinlemeyi tercih etmeyeceği içerikte ve kalitede işler üretmek de mümkün. Örneğin bugünlerde dijital mecrada yapılan denemelerin büyük bir kısmının bu açıdan özensiz kategorisine girdiğini söyleyebiliriz.
Kullanılan medyanın değişmesi eserin ya da içindeki performansın seyirci tarafından alımlanışını da haliyle belirliyor. Bunu hem tekil seyircinin algısı açısından hem de etkinliğin gerektirdiği -ya da alışılagelmiş- koşulları açısından değerlendirmek mümkün. Tiyatro, konser, dans gösterisi gibi faaliyetler kişiye bir eseri kamusal bir alanda, diğer seyircilerle birlikte izleme deneyimini sunuyor. Fakat evde ve tek başına olunduğunda faaliyet ister istemez değişiyor. Bireysel alımlama açısından bakacak olursak örneğin bir konseri kayıttan dinlemekle icra edildiği ortamda canlı olarak dinlemek arasında ciddi bir duyuş farkı oluyor. Ya da bir tiyatro oyununu, bir dans eserini video formatında seyrettiğimizde algımız videonun bize sunduğu kadraj ve odak noktaları ile sınırlı kalıyor.
En büyük değişim ise etkinliğin interaktif doğasında meydana geliyor. Performans anında seyirci ve icracı arasındaki alışveriş, elle tutamadığımız ama hissedebildiğimiz enerji akışı bu formda yerini kenarda akan yorumlara ya da emojilere bırakıyor. Oyun dünyasından esinlenerek ortaya çıkan izlerken tartışmaya, sohbet etmeye imkan veren uygulamalar da mevcut. Fakat bunların da canlı performans seyrinden farklı bir deneyim sunduğu açık. Daha gelişkin interaktif olanaklar arasında ise seyirci deneyimini ekranın sunduğu iki boyuttan çıkaran birtakım uygulamalar var. VR ve AR (sanal veya artırılmış gerçeklik) gibi içerisinde üç boyutlu tasarımların yapıldığı, tiyatro, konser gibi performansların uzaktan dahil olan seyirci için oluşturulduğu tasarımlar ve kurgular yakın zamanda gündeme gelen gelişmelerden. Tabii yüksek maliyetli ve henüz yaygınlaşmamış olduğundan bu tür altyapıların kamusal alandaki erişimi de doğal olarak şimdilik dar bir kesimle sınırlı.
Yeryüzünde insanlık pek çok kez salgın hastalıklarla boğuştu ve bu özel dönemler kendine özgü eserlerin yaratımına vesile oldu. Bu dönemde, salgın edebiyatı örneklerine, salgını konu alan filmlere, bu dönemlerde üretilmiş müziklere çeşitli mecralarda yer veriliyor. Salgın koşullarının gündelik hayatın koşturmacasını durdurma ve kişiyi yaratıma sevk etme imkanı da sunabildiğini böylesi dönemlerde üretmiş bilim insanlarının, edebiyatçıların, oyun yazarlarının, müzisyenlerin hikayelerinden öğreniyoruz. İçinden geçtiğimiz dönemin de insanlığa önemli eserler bırakıp bırakmayacağını zaman gösterecek…
Yazının başında da belirttiğimiz gibi sanatçıların böyle olağanüstü dönemlerde değerli üretimler ortaya koyup koyamayacağı akıllara gelen sorulardan biri oluyor. Geçtiğimiz haftalara ABD’li tiyatrocu Nicholas Berger salgın döneminde tiyatro alanındaki üretim konusuna odaklanan bir yazı yayımladı. Yazıda özetle bu dönemde sanatçıların üretme zorunluluğu hissederek ve panikle üretmesine karşı çıkılıyor, kötü üretimler yapmaktansa bu olağanüstü durumu yaşamak, anlamak ve bir yandan da yeni çalışmalar için sağlam hazırlıklar yapmak teşvik ediliyor. Yazı bu dönem yapılan tüm üretimleri hor görme yaklaşımı içerdiği iddiasıyla pek çok tiyatrocu tarafından eleştirilere de hedef oldu. Türkiye’deki tiyatro camiasında da söyleşi ve sosyal medya paylaşımları düzeyinde gündeme geldi. Yazının dönemin üretimleriyle ilgili bazı önemli tartışmaların açılmasına vesile olduğunu belirtelim. Bu dönemde faaliyetlerine devam etmeyi amaçlayan sanatçıların önlerine çıkan bir diğer konu da online sanat eğitimi ve üretimi. Dijitalleşmenin artarak ilerleyeceği bu çağda tartışılmaya ve geliştirilmeye açık olan bu konuya Bülent Sezgin üniversitelerdeki sahne sanatları eğitimi ve k12 düzeyinde drama ve tiyatro derslerini ele aldığı yazısında bir giriş yapıyor. Eğitimin yanı sıra dijital eser hazırlığı aşamasında neler yaşandığı, bir koreografik düzenlemenin, oyuncu çalıştırıcılığının ekran başından nasıl kotarılabileceği de üzerinde durulabilecek bir başka konu. Salgın koşullarında bu yeni çalışma alanını keşfetmeye başlayan sanatçıların deneyimleri biriktikçe bu konudaki paylaşımlar da artacaktır. Kişisel olarak bu tür üretimin hareket yönetimi ve dans ayağına tanık olduğum şu kısıtlı süreçte bunun yepyeni bir formasyon gerektirdiğini söyleyebilirim.
***
Günü yorumlama ve tarihe not düşmeyi önemseyen sanatçılar için bugünden sonra anlatılacak çok hikaye olacak. Ve bu koşullarla en sert ve zorlu karşılaşmayı yaşayan, bunu mesleki etik gereği ve toplum yararına yapan sağlık emekçileri belki de anlatılmayı en çok hak edenlerden olacak. Şimdiden Türkiye’de ve dünyada sağlık emekçilerine saygılarının bir ifadesi olarak onların resimlerini çizen pek çok illüstratör ve ressam var. Türkiye’deki örnekler sosyal medyadan “sağlıkçalışanlarınateşekürler” hashtag’i ile takip edilebiliyor. Sağlık emekçileriyle dayanışmanın ve koronavirüsle mücadelenin sanat alanına taşındığı başka örneklere de rastlıyoruz: Oyuncu olan doktorların korona ile mücadeleye katılması, tiyatro kostüm atölyelerinin sağlık çalışanlar için kıyafet dikim atölyelerine dönüştürülmesi, tiyatroların sahne arkası görevlilerinin (ışıkçı, dekorcu vb.) hastanelerin artan kapasite ihtiyacı için yeniden düzenlenmesine destek vermesi, müzisyenlerin yoğun bakım hastalarına müzik dinletileri yapması, ya da sanatçıların düzenlediği yardım kampanyaları tarihe not düşülecek anlamlı dayanışma örneklerinden.
*Bu yazı kültür sanat gündemi üzerine düzenli aralıklarla değerlendirmeler yapıp yayımlayan Artizan Kültür Sanat Gündemi Çalışma Grubu’nun tartışmalarından faydalanarak oluşturulmuştur. Çalışma grubunun 2020 Mart-Nisan aylarında kültür sanat alanında yaşanan gelişmeleri konu alan yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
[1] Diler Özer, Artizan Kültür-Sanat Gündemi Çalışması 5 Mart- 17 Nisan notları
[2] a.g.b.
[3] a.g.b.
[4] a.g.b.
[5] a.g.b.