Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu
EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA
11 Nisan 2020, İstanbul
Merhaba hocam,
İstanbul’da üç dört gündür feci kötü bir hava vardı. Pencere açtırmayacak kadar rüzgarlı, kapalı ve gri bir hava. Bu sabah nihayet sıcak ve güneşli bir güne uyandık. Gün 7 civarında karşı komşunun bahçesindeki horozun, dedemin beslediği güvercinlerin ve türlü kuşların sesleri eşliğinde başladı. Bugün ilk kez sadece onları duydum ama. Başka hiçbir ses yoktu. Gittikçe sessizleşiyor İstanbul. Hani evin gıcırdayan tahtalarında yürüsem bütün eşya uykusundan uyanacak ve dünya dönüp bana bakıp hişşşt diyecek kadar sessiz. Meğer dün gece saat 11 civarında ben kitap okuyup uykuya dalmışken beklenen sokağa çıkma yasağı gelmiş aniden (!) İnsanlar hınca hınç marketlere koşmuş. O anda ne maske, ne bir metrelik sosyal mesafe kuralı. Hayır anlamıyorum, sadece hafta sonu için ilan edilen sokağa çıkma yasağıyla neyi kurtaracak, neyi hafifleteceğiz? Hem niye gece yarısına doğru ilan edip insanları paniğe ve kaosa sürüklüyorsunuz? Hafta içi bir şey yok, gidin çalışın, hafta sonu da aman sahillere inmeyin, sokağa çıkmak yasak!
Naomy Chomsky’nin konuşmasını göndermişsiniz. Dinledim hocam. Haklısınız. 90 yaşında pırıl pırıl bir zihin. İki ciddi tehlikeye dikkat çekiyordu: Hevesi kursağında kalan silah sanayinin tetikleyeceği nükleer savaş ve etkileri giderek artan küresel ekolojik kriz. Bir de bunlara eşlik edecek olan demokrasinin krizi. Sonuncusu için “biz, halk” olarak bir çözüm bulup yeni bir örgütlenme, dayanışma ve bir aradalık biçimi yaratabilirsek süreci biraz hafifletebiliriz diyordu yanılmıyorsam. Sol düşünürlerin çoğu şurada ortaklaşıyor gibi. Önümüzde iki yol var: “Ya neoliberal ekonomi “cebren ve hile ile” işleri rayına oturtacak teknolojik-totaliter bir sistem inşa edecek ya da biz bunu boşa çıkaracak yeni bir duyarlılık ve dayanışma kültürü yaratacağız.”
Chomsky’nin konuşmasında ilgimi çeken bir başka şey daha vardı. Bu sürecin ona çocukluğunun bazı anılarını hatırlattığını söylüyordu. 1930’larda henüz küçük bir çocukken radyodan dinlediği Hitler’i, yükselen faşizmi. Chomsky’nin yarısı kadar bile bir ömür yaşamadım. Bana acaba neyi hatırlatıyor bugünler diye sordum. Çok geriye gidemiyorum. Chomsky ile kıyaslanınca ne zavallı bir belleğim var! Geçen sene bu zamanlar, İstanbul yerel yönetimler seçim sonuçları iptal mi edilecek diye her gün aynı saatte tv karşısında mıhlanıp kaldığımız, YSK başkanının açıklamasını beklediğimiz o Nisan ayını hatırlıyorum. Şimdi de her akşam Sağlık Bakanı’nın açıklamalarını bekliyoruz. Bugünkü vaka sayısı kaç, kaç kişiye test yapıldı, ölen sayısı kaç… Sokağa çıkma yasağı gelecek mi? Geçen sene ülkecek hızla yayılan bir distopyanın içinde kendimize bir umut kapısı aralamak için “her şey çok güzel olacak” diyor, evimizin pencerelerinden, balkonlarından birbirimize alkışlarla selam veriyorduk. Şimdi ise küresel çapta bir distopyanın içindeyiz. Birbirimize “evde kal” diyor, akşam 9’da sağlık emekçilerini alkışlıyor, penceremizden, balkonumuzdan birbirimize şarkılarımızı, hikâyelerimizi gönderiyoruz.
Son birkaç gündür tiyatroda ne olup bitiyor diye bakıyorum. Enerjileri eve hapsolmuş tiyatrocular dünyanın farklı yerlerinde neler yapıyor, ne gibi işler üretiyorlar, geçici de olsa bu duruma ne tür çözümler getiriyorlar diye. “Play at home” diye dijital bir oluşuma denk geldim. Çok sayıda oyun yazarı 5-10 dakikalık kısa oyunlar yazıyor ve siteye yüklüyor. Konusu covid-19’la ilgili olmak zorunda değil. Dileyen bu oyunları ücretsiz indirebiliyor. Evinde okuma tiyatrosu yapıp sosyal medyada paylaşabiliyor. Bir başka oluşumda yine oyun yazarları bir araya geliyor ve “geleceğin kovid-19 formunda geldiği” bu günlerin oyununu yazmaya çalışıyordu. Sevdiğim bir şair “insanın içinde yaşadığı günlerin şiiri çok sonra yazılır” demişti ama belli ki oyun yazarları bu yeni gelecek formunu dolduran içerikleri ve ona özgü yeni formları şimdiden düşünmek istiyordu. Ama bunun basıncının da farkındalardı. İçlerinden biri yazarken her zaman bir baskı hissettiğinden şimdi ise daha küresel bir baskıyı sırtlandığından söz ediyordu. Üstelik her geçen gün hastalığın daha fazla yaklaşması, sevdiklerimize sıçraması üretimi ve konsantrasyonu daha çok etkiliyordu. Diğeri ise salgın döneminde en iyi eserlerinden bazılarını yazmış Shakespeare’le kıyaslanmanın yarattığı baskıdan dem vuruyordu. “Shakespeare döneminde bu kadar yoğun bir iletişim ağı yoktu. Dünyanın her yerinde her an ne olduğunu bilmek ve buna maruz kalmak gibi bir şeyi yaşamamıştı Shakespeare. Evde karantinaya da girsek kendimizi olan bitenden yalıtamıyoruz”.
Yazarların neler yaptığı, bu süreçte ortaya neler çıkaracağının yanı sıra hem Covid-19 salgını hem de dijital çağın tiyatro dediğimiz fikrin kendisini nasıl değiştirebileceği üzerine düşünmeye başladım biraz. Dijital tiyatro yeni bir şey değil biliyoruz. Örneğin İngiltere’deki Force Entertainment grubu deneysel çalışmalarının bir ürünü olarak 24 saat süren performanslar yapıyor ve bu performansı sahnede oyuncuları yakın temas kayıt eden kameralarla canlı olarak internette paylaşıyordu. Öyle ki bu ultra hareketli kameralar sayesinde oyunu dijital ortamda izleyen bir seyirci normal şartlarda izleyene göre daha fazla perspektiften görebiliyordu. Daha zengin bir tiyatral deneyime sahip oluyordu (?). Benzer şekilde şimdi olduğu gibi oyun arşivlerinin dijital platformlarda erişime açılması. Geçen seneki ilk mektuplarımızda Peggy Phelan’ın o ünlü sözünü alıntılamışım. Şimdi yine söyleyeceğim. “Performans kaydedilemez, belgelenemez, kayıt altına alınamaz, aksi halde kendisinden başka bir şeye dönüşür” diyordu Phelan. Şayet Phelan’a hak veriyorsak biz bugünlerde kendimizi bu “başka şey”le oyalıyor ya da avutuyor muyuz? Şurası kesin. Tarihi boyunca türlü badireler atlatmış, suçlanmış, ikincilleştirilmiş, zararlı görülmüş, yasaklanmış ve hep bir başka şeyle, örneğin sinemayla, kıyaslanarak ölüp ölmediği konuşulmuş ama tüm bunların içinden yüzünün akıyla çıkabilmiş kadim ve güçlü bir sanattan bahsediyoruz tiyatro deyince. O yüzden ne dijitalizm ne de salgın döneminde tiyatronun belinin büküleceğini sanmıyorum. (Böyle söyleyerek bile dijitalizmin tiyatroya katacağı zenginlikler yerine onu yıpratma payını peşinen kabullenmiş (mi) oluyorum.) Bana sorarsanız tiyatro Covid-19’u “ayakta geçirecek”. Her ne kadar tiyatro emekçilerini işsizlik, gelir kaybı ve belki kimi tiyatroları kapanma tehlikesi beklese de.
Tiyatronun can’ı nerede onu anlamaya çalışıyorum biraz. Bu can’ı izleyen ile oynayan arasında gerçekleşen güçlü karşılaşma anlarında hissetmiştim hep. Sanki ikisi arasında bir çift yürek oluşuyormuş gibi. Sanki kısa ve geçici bir an için de olsa bizi daha iyi bir yerin türlü imkanlarıyla buluşturuyormuş, orada ortak özlem, kayıplarımız telafi ediliyor ve birlikte hayal kurma, umut etme, değiştirme potansiyelimiz güçleniyormuş gibi. Şimdi şunu soruyorum. Bu büyüleyici anları sadece belirlenen somut bir mekân ve zamanda oyuncu ve seyirci varlıkları olarak bir araya gelişimiz dahilinde mi bulabiliyoruz? Dijital ortam nasıl bir mekan ve zaman deneyimi açıyor bize? Kısa bir süreliğine de olsa tiyatro deneyimi dijital ortama taşındığında “sahne bilgimiz” ve “görgümüz” nasıl değişiyor?
“Bir sonraki mektubumuzun daha umut verici olmasını diliyorum” demişsiniz. Umarım karamsar ve şikayet tonunda mektuplar yazmıyorumdur size. Ama söylemeden edemeyeceğim. Bu yaşadıklarımız gelmekte olan daha büyük bir krizin kıyıya vuran ilk dalgaları, belki de bir provası gibi görünüyor bana. Ne nükleer savaş ihtimali, ekolojik kriz, göktaşı düşme ihtimali, çekirge istilası, başka ölümcül virüsler ne de işsizlik, ekonomik, siyasal ve toplumsal iflaslar bitecek gibi görünüyor. Keşke olan biteni bir Ionesco oyunu ya da Dürrenmatt kara komedisi içinden görebilsek, ona da razıyım. Ama belli ki Franco “Bifo” Berordi’nin dediği gibi “kriz hiç bitmeyecek, böyle viral bir dünyada yaşayacağız!” Ama nasıl?
Türkiye adına üzgün ve biraz da öfkeli olduğum şey şu: Zaten süregiden bir dünya krizimiz vardı. Ortadoğu politikası, savaş, işçi ve kadın ölümleri, mültecilerin yaşamını hiçe sayan uygulamalar (Yunanistan sınırında yaşananlar örneğin), hak ihlalleri… Şimdi cezaevinde virüs tedbiri için tecavüzcüleri, kadınların yaşamını tehdit eden erkekleri, hırsızı, yolsuzu, suçsuzu, sözde adli suçluyu serbest bırakıp (ya da açık cezaevine alıp), siyasi tutsakları, düşüncesi yüzünden içeride tutulanları ölüme mahkum etmeleri kabul edilemez. En çok da şu belki. Ezeli ve ebedi düşman süper güçler bile, görüntüde de olsa, birbiriyle yardımlaşıyorken bizde devlet erkinin şu ortamda bile siyasi ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştirecek hamleler yapması akıl alır gibi değil. Yeryüzü dünyaya karşı topyekün ayaklanmışken, bizim şu şartlarda yangından mal kaçırır gibi ‘maskeli’ Kanal İstanbul ihalesi yapmamızdan hiç söz etmiyorum bile. Olan bitenin farkındayım, yaklaşan tehlikeyi görüyorum ama öyle umutsuz ve çaresiz değilim. Biliyorum güneş her sabah hepimize doğuyor. Yeter ki kendi kavlimizce payımıza düşeni almayı bilelim.
Mektupçu Can’dan aldığım bir mektup.
Söylemiş miydim? Bu süreçte mektuplaştığım arkadaşlarım artıyor. Handan’la bir türlü buluşup hasret gideremeyince çareyi mektuplaşmakta bulduk. Ama e-posta aracılığıyla değil. Çocukken yaptığımız gibi çiçekli ve kenar süslü mektuplar yazıyoruz birbirimize renkli, kokulu zarflar içinde. Ama PTT emekçilerini yormayalım dedik. Mektupların fotoğrafını çekip e-postayla birbirimize yolluyoruz. Bir de LA’de koronovirüs pozitif çıkan çok sevdiğim bir ressam arkadaşım vardı. Bahsetmiştim önceki mektuplarımda. Onunla daha çok yaşamdan, sanattan ve doğadan konuşuyoruz. Bazen de bu ekolojik krize karşı sanat ne yapabiliri. Gerçekten bilmiyorum bu süreçte resim ya da yazı neyi kurtarabilir? Telafisi mümkün bir şeyler kaldı mı geriye? Sahaflarda tanıştığım bir arkadaşım vardı. Onunla da edebiyattan konuşuyoruz. Okuduğumuz roman, şiir, öykülerden. Tüm bu mektuplaşmaların içinde en özeli ve en heyecanlısı kendisini MEKTUPÇU CAN diye tanıtan beş yaşındaki yeğenimle olanı. Kendi heves ve gayretiyle okumayı ve az da olsa yazmayı söktü Can. Onun yaratıcılığı karşısında elim kolum bağlanıyor bazen. Mektup yazma, zarflama denen fikri birilerinden öğrenmeden kendi keşfediyor. Bazen bana sevdiği muzip sözcükleri yazdığı ya da resmettiği küçük kağıtlar yolluyor bir zarfın içinde. Bu mektubun okunması için gönderdiği sözcükleri başımdan aşağı dökmem gerektiğini söylüyor, bazen sadece dondurmalardan konuşmak istiyor ya da büyüyünce Mektupçu olmak istediğinden. Nazım’ın Postacı şiirini hatırlatmıyor mu, “çocukken postacı olmak isterdim” diyen. Günlerim genelde her biri birbirinden farklı bu keyifli mektuplaşmalar arasında geçiyor. Biliyorsunuz benim sosyal medyayla aram bir türlü iyi olamadı. O yüzden elimden gelen şimdilik bu!
Dışarıdan “koronovirüslü günlerde Türkiye” nasıl görünüyor bilmiyorum. Yine de her şeye rağmen eve dönmek çok güzel hocam. Bu süreçte ailemle olmak, doğup büyüdüğüm mahallede nefeslenmek, yakınlarımın sağlıklı olduğunu bilmek… Bütün bunlar çok güzel. En çok da sabahın erken saatinde mutfakta türkü söylerken ben, yan odada uyuyan annemin “ses ver Eylem, özlemişiz sesinden türkü dinlemeyi” demesi.
Güzel haberlerinizi bekliyorum. Bana yine çiçek açmış yürüyüş yolunuzdan fotoğraflar yollar mısınız?
Kucak dolusu sevgiler,
Hasretle.
Eylem.
ZEHRA İPŞİROĞLU’NDAN EYLEM EJDER’E
14 Nisan 2020, Köln
Merhaba Eylemcim
Ev hapsi yaşamına alıştım sanırım. Günlerimiz okuma, yazmayla, yeni projelerim için inceleme araştırmayla ya da kadınlarla sanal ortamda röportajlar yapmayla, akşamları Norbert’le tiyatro, opera, sinema gibi kültür programlarıyla dolu dolu geçiyor. O kadar ki arkadaşlarla haberleşmeye zaman bile kalmıyor. Sanatın insanı zor zamanlarda böylesine sarıp sarmalayan sınırsız bir gücü var.
Bu arada Korona salgını baş döndürücü bir hızla yaygınlaşarak insanları silip süpürürken Köln’e inanılmaz güzel bir bahar geldi. Güneş ışıkları içinde parlayan pembe beyaz kiraz ağaçları, erguvanlar, göz alıcı bir yeşillik, cıvıldayan kuşlar, çok yakınımızdaki parktaki gölün mavi yeşil pırıltılı sularında yüzen kuğular ve ördekler. Geçen mektubumda da bunlardan uzun uzun söz etmiştim, ama inan ki ben bütün bunları her gün ilk kez görüyormuş gibi yaşıyorum. İlkbaharın öyle bir büyüleyici güzelliği var ki. Güneş soluk yüzlü kurşuni renkli, asık yüzlü Köln’ü büyülü bir masal kentine çevirdi. Doğma büyüme buralılar böyle bir baharı ilk defa yaşadıklarını söylüyorlar. Hava da öylesine pırıl pırıl ki tıpkı çocukluğumda olduğu gibi geceleri gökyüzünde yıldızlar kocaman kocaman parlıyor. Biz de gün içinde, özellikle tenha olan öğlen saatlerinde gezerek, bisiklete binerek (sokağa çıkma yasağı olmadığı için) ya da göl kenarında Chi Gong yaparak bu büyülü günlerin doyasına tadını çıkartıyoruz.
Köln’de bir bahar sabahı, 11 Nisan 2020
Oysa ben en riskli gruptayım sanırım, geçirdiğim zatüreler, astım, kalp ritim bozukluğu hepsi var maşallah, bunların hiçbiri tehlikeli dozda değil ama pusuda bekliyorlar, bu virüse yakalanırsam beni anında yok edebilirler. Bunu bildiğim için aşırı dikkatli olsam da korkmuyorum. Evet korku benden çok çoook uzaklarda bir yerde. Aslında buna kendim de çok şaşıyorum. Bu bana bir şey olmaz gibi aptalca bir duygu değil. Sadece an’da olmak duygusu, şu andaki yaşam sevincim ve enerjimin öylesine yüksek olması ki korkuya hiç mi hiç geçit vermiyor. Bunun da nedeni geçenlerdeki bir yaşantım oldu sanırım. Televizyonda İtalya’da Koronayla boğuşanları, gece gündüz çalışan uzaylı kıyafetli sağlık ekiplerinin çaresizliğini, hastalıkla mücadele edenlerin korku ve acılarını ve bu mücadelede yenik düşerek ölenleri izliyordum. Artık dayanamıyorum diye tam televizyonu kapamak üzereyken birden göğsüm sıkıştı, soluğum öyle bir daraldı ki, Malta’dan gelirken uçakta ben de bir şeyler mi kaptım diye düşünmeye, sonra da ağlamaya başladım. İşte böyle en dibe vurduğum bir anda birden mucize gibi bir şey yaşadım. Hemen aldığım ilaçlar beni rahatlatmış olmalıydı ki önce ağır ağır nefes almaya başladım. Ve aldığım her solukta içime inanılmaz bir mutluluk duygusu doldu. Çevreme bakındım, beni kaygıyla teselli etmeye çalışan eşime, evimin aydınlık, renkli, ışıklı havasına, duvarlarda içimi açan Paul Klee resimlerine, abajurların ışığında ışıl ışıl parlayan mavi, pembe, yeşil camlarıma, çeşit çeşit şifalı kristal taşlarıma, bana yaşam boyu eşlik eden kitaplarıma, renk renk kilimlerime… İnanır mısın hepsine onları sanki ilk kez görüyormuşum gibi uzun uzun baktım. Ve gördüğüm her şey ama her şey yaşamın bana sunduğunu büyük bir armağan gibi geldi. Bir mucize… Yaşıyorum, soluk alıyorum, sevdiğimle birlikteyim duygusu… Ben yaşamı çok seviyorum duygusu… İşte o an her şey hastalanma korkusu, İstanbul’a gidememenin acısı, yarınımızın ne olacağının belirsizliği, kaygı ve korkular bir anda silindi gitti… Aynı anda da sınırsız bir enerji ve güç geldi bana. Yaşıyorum ve yaşayacağım gücü… Sana bu yazdıklarımı Berin Uyar’la ortak blogumuzda son yazdığım mektupta da yazmıştım. Ama bu benim için öyle büyük bir yaşantıydı ki seninle de paylaşmak istedim.
Acaba insanlar bu yaşadıklarından ne öğrenecekler? Büyük olasılıkla hiçbir şey. Salgın bitince Koronayı da yitirdikleri insanları da bir süre sonra unutacaklar. Her şey eskisi gibi sürüp gidecek büyük olasılıkla. Bu da Chomsky’nin o pırıl pırıl doksan ikilik zekası ve bilgeliği ile yaptığı en son röportajında söylediği gibi daha büyük felaketlere yol açacak, bu arada popülist politikalar ve otoriter yönetimler de giderek dallanıp budanacak. Umutla bakmak istiyorum yarınlara ama bu yaşadığımız ortamda hiç kolay değil.
İşte böylesine tükenmiş bereketsiz bir ortamda sanatın işlevi ne olacak? Ben diyorum ki çoğunluk bu yaşananlardan hiçbir şey öğrenmese bile alternatif arayışlar içinde olan bir azınlığa -ki bunların içinde kuşkusuz sanatçılar da olacaktır- yaşananlar çok şey söyleyecektir. Alternatif güçlerin dayanışma içinde bir araya gelmeleri ve örgütlenmeleri, empati ve dayanışma duygusunun yaygınlaşması yepyeni dönüşümlere yol açabilir. Umuttan söz ettiğim zaman hep böyle bir şeyi hayal ediyorum.
Öte yandan ev hapsi ve belki de bu sürecin aylarca sürmesi senin de yazdığın gibi sanat alanında da yeni arayışlara ve atılımlara yol açacaktır. Dünyanın en ünlü tiyatrolarının ve operalarının arşivlerini açmaları ne kadar güzel bir şey değil mi? Geçenlerde Metropolitan Operada izlediğim Macbeth operası üzerine İstanbul’daki arkadaşlarımla sohbet edebilmek müthiş bir şey. Bizde de başta Dostlar Tiyatrosu, BGST-Tiyatro olmak üzere bir sürü tiyatro en çarpıcı oyunlarıyla gündemde. Öte yandan kısa radyo oyunları, okuma tiyatrosu, kabare türü oyunlar gibi etkinlikler de tiyatroda yeni oluşumların habercisi. Yani sanal ortamda bile olsa tiyatroya gidemediğimiz günlerde de tiyatrosuz kalmıyoruz.
Bu arada TV Dizi Pusulası, Dizi Eleştirisinin Temelleri kitabım uzunca süren bir araştırmanın sonucunda yeni çıktı. Ortak konumuz toplumsal cinsiyet de bu kitabın ağırlığını oluşturuyor. Okuyucusunu bulur umarım, çünkü sen de biliyorsun çok emek verdim bu çalışmaya. Yine aynı konu üzerinde duran Hayal Satıcısı oyunum da yayınlandı ama Korona salgını çıkınca dağıtıma verilemedi.
Evet toplumsal cinsiyet konusu yakamı bırakmıyor Eylem. Biliyor musun çok değer verdiğim bir arkadaşım geçenlerde artık bu konuda yeterince çalıştığımı, konuyu noktalamanın zamanı geldiğini söylemez mi bana. Ama burada söz konusu olan beni ilgilendiren herhangi bir konu değil ki, bu bir dünya görüşü, bir duruş… Ataerkil sistemi sorgulamaya başladığın anda farklı bir bakış öyle bir gelişiyor ki yer yerinden oynamaya başlıyor… Yaşama farklı bakıyorsun, tiyatro, roman deneme gibi alanlarda farklı bir yazma sürecinin içine çekiyorsun. Yazarken de okurken de, yaşarken de bu doğrultuda hissediyorsun ve düşünüyorsun.
Yaratıcı okumaya küçük bir örnek: Brecht’in Galile’nin Yaşamı üstüne düşünüyordum geçenlerde. Galile’nin Virginia diye bir kızı vardır ki ona yapmadığını bırakmaz ve çok kötü davranır. Buna karşılık hizmetçisi Sarti’nin oğlu Andri’yi kendi oğlu gibi benimsemiştir onu yetiştirip saygın bir fizikçi olmasına yol açar. Oyunun finalinde de Andri Galile’nin sürgün yaşamında gizlice sürdürdüğü araştırmalarını yurt dışına kaçırarak Galile’nin düşüncelerinin yaygınlaşmasını sağlar. Sahne yorumunda yeni bir dramaturji çalışmasıyla Andri’nin yerine Virginia’nın geçebileceğini, böylece Brecht’in eril bakışının kolaylıkla kırılabileceğini düşündüm. Metni bu açıdan tekrar okudum, Andri’nin oyundan çıkması yerine Virginia’nın geçmesi gerçekten mümkün. Virginia’ya eril bakışı kıran yeni bir kimlik verme düşüncesi bile beni öyle heyecanlandırdı ki. Bertolt Brecht biliyorsun Tıpkı Nazım Hikmet gibi ataerkil bakışın ağırlık kazandığı bir dünyanın insanıydı, yeni sahne yorumlarıyla bu bakış sorunsallaştırılabilir ya da bütünüyle kırılabilir.
Bu vb. dramaturji çalışmalarıyla klasik oyunlara yepyeni yaklaşımlar getirilebilir. Yaratıcılığın sınırı yok ki… Ne yazık ki bu tür okumaları bugün çok az yönetmen yapıyor, bir oyunu güncelleştirme günümüzde çoğu kez yüzeysel etkilerle sınırlı kalıyor.
Düşünüyorum da bizde eril sistemi yaşamın ve sanatın her alanında sorgulayan bir bakışı ne yazık ki çok az insan içselleştirmiş. Öte yandan bu alanda bir şeyler ürettiğimde kadınların heyecanları öylesine büyük ki. Bunu özellikle Lena Leyla ve Diğerleri oyunumun turnelerinde Antep’den Diyarbakır’a, Köln’den Kiev’e kadar birinci elden yaşadım. Kadınlar Lena’nın kimlik arayışında kendilerini buldular. “Ben Lena’yım, siz benim öykümüzü anlatmışsınız” diyen o kadar çok kadın vardı ki. Merak ediyorum sen de bu konuya ilgi duyuyorsun, acaba her şeye bu gözle de bakıyor musun? Senin yaşlarındayken farkındalığım yeterince gelişmemiş olduğu için ben bu konulardan uzak bir yerlerdeydim. Zaman içinde bu bakışı çok içselleştirdim bu açıdan da kendimi geliştirdiğimi düşünüyorum. Toplumsal cinsiyet alanındaki çalışmalarım deneme, roman, öykü, röportaj, tiyatro oyunu olmak farklı sanat alanlarında sürüyor. Ben kadın olduğuma ve kadına bu kadar düşman bir ataerkil toplumda yaşadığıma göre bu alanda bir şeyler yapmalıyım duygusu yaşadığım sürece de sürecek.
Hapis günlerinde senin de mektubunda değindiğin gibi mektup yoluyla birbirimizle diyaloğa duyduğumuz ihtiyaç artıyor galiba. Bu da sosyal medyada özçekimlerle kendini sergilemekten ya da beğendim beğenmedim gibi tepkilerden çok daha farklı bir şey de merak ediyorum acaba kaç kişi böyle düşünüyordur? Biliyorsun Berin Uyar’la da bir mektup bloğumuz var. Onunla okuyucuyu da birbirimizi de hiç zorlamayan çok daha farklı bir iletişimimiz var. Belli bir duyguyu, gözlemi ya da anı anlatan mektuplarımız bizimkilere oranla çok kısa; buna rağmen bir okuyucumuz mektuplarımızı çok uzun bulduğunu yazmış. İletişimin sadece cep telefonuna kilitlendiği bir dönemde bu eleştirisinde belki haklı da, bir şeyleri yitirdiğimizin bilincinde hiç mi hiç olmaması içimi daralttı. Neyse biz mektuplaşmamıza bildiğimiz gibi devam edelim.
Şimdilik sana da renkli ve verimli hapis günleri diliyorum.
Sevgiyle
Zehra