Falcı Serpil’in Önlenebilir Yükselişi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Tijen Savaşkan

Bir süredir sahnelerimiz kadın kahramanların daha doğrusu anti kahramanların işgali altında. Geçmişten, günümüzden, sanat alanlarından, politik mücadeleler içinden gelen, erkek egemen/ eril sisteme ve toplumsal cinsiyet rollerinin kısıtlarına direnen, direnmeye çalışan ya da direnemeyenlerin mekânı tiyatro sahneleri. Geçen sezon bunlara ilk kez bilim dünyasının görünmeyen kahramanları da eklendi (İstanbul D.T yapımı Radyum Kızları ve Craft Tiyatro yapımı Fotoğraf 51 oyununun görünmez kahramanı Rosalind Franklin).

Yaşamları, hayalleri, gelecekleri çalınmış onlarca kadın pes etmeden, sesleri, sözleri ve bedenleriyle, repliklerin ardından ruhlarını fısıldıyor seyirciye. Onlar görünmez olanı bile temsil edilir kılan tiyatro sanatına dadandılar ve hem erkek hem kadın yazarların ve yönetmenlerin ruhlarını ele geçirdiler sanki. Nasıl olursa olsun, sadece temsil edilebilir olmak bile yetiyor onlara. Bazen de ödüllere layık görülerek, ağızlardan düşmeyen isimleri dolaşıp duruyor tiyatro çevrelerinde, bir gecede görünür, tanınır oluveriyorlar; Zabel Yesayan gibi.

İkinci bir saptama ise bu oyunların çoğunun tek kişilik anlatılar ve performanslar olması. Geçmişten gelenler, arafta ölümle yaşam arasına sıkışıp kalanlar, tam da şimdi ve burada kendi yaşamını anlatmaya çalışanlar, farklı coğrafyalarda, daha sert yaşanan ataerkil sistemler içinde var oluşlarına, sanatsal üretimlerine engel konanlar, bedenleriyle bir başka dil bulmaya çalışanlar derken liste uzuyor.

Bu konu sosyo-politik, ekonomik ve tarihsel nedenleriyle ya da ülkemizde yaşananların izdüşümü gibi tahlillerle daha derinlemesine incelenebilir, araştırılabilir. Ancak en görünür ve somut olanı, son dönem hükümet politikalarının, muhafazakar ve kadını baskılayıcı stratejilerin ve bu nedenle artan erkek şiddetinin kadına nefes alacak alan bırakmaması ve tabii ki bir etki tepki kuralının işlemesi olarak düşünülebilir.

Madun/sessizleştirilmiş ve mağdur edilmiş bu kadınların bazıları seyirciyle doğrudan ilişki kurarak, bazıları uzaktan onlara iç dünyalarını açarak, ya acılarıyla kalbimizi ruhumuzu titreterek ya da güldürerek ve parodi ederek etki alanını genişletmeye çalışıyor. Ancak bu etkinin görünürlükten öteye geçebilmesi için metnin ve performansın bazı stratejiler ve biçimlerle aktarılabilmesi gerekiyor. Eğer öykülerin ardında, acılara ve direnişlere neden olan erkek egemen sistem ve onun güç ve otorite odaklarıyla ittifakı gözler önüne serilmezse, kişisel olanın ne denli politik olduğu asla ortaya çıkamayacak ve mağdur edebiyatı, kadercilik ve umutsuzluk kaçınılmaz olacaktır. Bu da var olan ideolojiyi yeniden üretmekten başka bir işe yaramayacaktır.

İşte tam da bu noktada tiyatroyu sadece topluma ve bireye ayna tutma işleviyle değil de toplumun dinamik ve değişken bir yansıması olarak görmek, bazı yazarları ve yönetmenleri ‘’Nasıl anlatılmalı?’’ sorusuna yönelterek diğerlerinden farklılaştırıyor.

Bu yazının konusu Zehra İpşiroğlu’nun, Hayal Satıcısı oyunu için ‘’Nasıl?’’ sorusuna yanıt ararken kendine göre bulduğu strateji ve yöntemler ve bunların metne ve sahneye aktarılması üzerine.

Öncelikle gücünü gerçeklerden alan bir tiyatroya inanan yazar, öyküsünü de gerçek bir kadının yaşamından kurgulayarak oluşturmuş. Oyunun belgesel niteliği sahiciliği garanti altına alırken, seçtiği taşlama biçimi ise, en hafifinde bile önce güldüren ancak hemen ardından kaçınılmaz biçimde düşündüren bir tür olarak oyuna imzasını atıyor. Bu da görünmeyen gerçeklerin fark edilmesine hizmet eden başka bir önlem.

Taşlamanın çok eskilere dayanan ve toplumları anlamanın en etkili biçimi olarak değerlendirilen bir tür olduğunu biliyoruz. Hatta tarih ve antropolojiden çok önce kullanılmış bir çeşit toplumsal çalışma alanı olduğu söyleniyor. Bu tür, tüm otoriter yapılara ve güç odaklarına meydan okuyarak politik, ekonomik, sembolik, dini vb. birçok konuda kamusal söylem ve kolektif imgelemle yüzleşerek güce karşı dengeleyici bir toplumsal farkındalık yaratıyor.

Böylece İpşiroğlu, belgesel ve taşlamayı birlikte kullanarak oyunun gülmece biçimine karşın düşünsel düzeyde algılanabilmesini ve öykülerin ardındaki bazı yapıların, kurumların ve güç odaklarının ortaya çıkmasını da garantiye almış görünüyor.

Hayal Satıcısı’na dönersek, buradaki taşlamanın gülmeceyi öne çıkararak hafif ve yumuşak tonlarla başlayıp, zaman zaman tahrik edici boyutlara ulaştığını, bazen bir anda çıplak gerçeklere dönüp hemen ardından tekrar taşlamanın rahatlatıcı gibi görünen gülmece alanına kaydığını söyleyebiliriz. Tüm bu süreçlerde yazar, seyirciyi bir şekilde sürekli düşünsel boyuta çekerken, ‘’ısırma derecesini’’ (Max Eastman’ın tanımı) doğrudan saldırganlık değil de farkındalık amaçlı, hafif ya da sert yüzleşmelerle ilerleyen bir matematikle sağlamaya çalışmış.

Falcı Serpil aslında ilk olarak yazarın Haneye Tecavüz adlı romanında ortaya çıkan ve diğer kadınların öykülerini kendi mekânı olan bir fal kahvesinde birleştiren bir karakter. Fal ve falın icra edildiği ev ya da diğer mekânlar ülkemizde farklı yaş, kültür, sınıf, eğitim ve sosyal statüdeki kadınların çoğunun ziyaret edebildiği ve günümüzde gittikçe artan mistik eğilimlerin de karşılık bulabileceği bir ortam. Kahve kültürümüzle içe içe geçen bu olgu ve dişil toplanmaya karşılık, yine kahve bağlamıyla bir araya gelen eril bir mekân olan erkek kahveleri de var. Ancak ironik biçimde erkek kahvelerinde kadınların adı bile geçmezken, fal mekânlarında çoğunlukla erkeklerle ilgili sorunlara çare aranıyor.

Bizimki, yani kocam Nuri çok kıskançtır, erkek dünyada ayak basamaz bu kahveye. Ama erkeğin varlığının duyulmadığı bir an bile bilmem burada, duvarlar bile erkek kokar, çünkü tek konu erkeklerdir. Kadınların başka bir konusu yok ki…

Hemen ardından bir tersinlemeyle devam eden anlatı seyircide bir yabancılaşma yaşatarak güldürürken düşündürmeye yönelik bir etki sağlıyor

Bir de tersini düşünsene: Bir erkek kahvesi…

Kahve falları açılıyor, tarot bakılıyor, muskalar dağıtılıyor, kurşun dökülüyor, ağlayan, sızlayan, yalvaran erkekler. Tek konu da karılar. Ayşe beni aldattı, Zeynep genç adama kaçtı, Fatma yüzümü gözümü dağıttı muhabbeti… Olur mu öyle şey deme, olur pekala. Erkekler de karılar kadar geri zekâlı olsaydı çoktan olmuştu bile.

Gerçek sorunlarının erkek egemen sistemle bağını göremeyen kadınlar için fal mekânı, kadını ezen, nesneleştiren ve ikincilleştiren tüm kurumları ve kültürel kodları deşifre edebilmek için belki de en uygun mekân. Bunu Falcı Serpil’in müşterilerine bakarak anlamamız mümkün. Sinema oyuncusu Canan, mücevher meraklısı Mualla, bir zamanlar güzelken evlendikten sonra kendini bırakmış Necla, ensesi kalın politikacı eşi türbanlı Şaziye, hayallerini evlenip çocuk sahibi olunca rafa kaldırmak zorunda kalan dansçı Mirna ve baba baskısından kurtulamayıp, kendi hayatını yaşayamayan ve karşı cinsle ilişki kuramayan reklamcı Özlem. Bu kadınların çoğu ya evliliklerini geçim kaynağı, statü ya da kariyer olarak gören, kendini nesneleştirmiş, bedelini de en hafifi ilgisizlik ve aldatma daha ağırı ise şiddete maruz kalarak ödeyen kadınlar. Görüldüğü gibi erkek egemen kurallarla işleyen evlilik kurumu içine kıstırılmış bu kadınların yanı sıra aşk, aile ve çocuk sahibi olunca tüm hayallerine veda etmek zorunda kalan daha farklı kültürel ve sınıfsal katmanlardan olan kadınlar da fal kahvesinin müdavimleri. Tabii muhafazakar zinciri kıramayıp kendini yalnızlığa ya da yalanlarla yaşamaya mahkum eden ve iki farklı hayatı yaşamaya çalışırken bunalıma girip Falcı Serpil’in eline düşenler de var. Ancak tüm bunların dışında belki de en çarpıcısı akademisyen ve kendini feminist olarak tanımlayan Serra karakteri ki en ağır bedellerden birini, şiddeti yaşıyor.

…Ulan feminizm neminizm senin neyine. Önce ne yapayım ki dayak yemeyim diye kafa yorsana bir…Bak Hocam, erkekleri olduğu gibi kabul edeceksin.Eşitlikmiş şuymuş buymuş hepsi palavra…

Sonuçta, sistem içinde kadından bekleneni ve rolleri kısaca özetleyen Falcı Serpil, sahneden seyirciye seslenirken, tüm bunları deneyimlemiş ve kabullenmiş kadınların varlığını bilerek önce tatlı, tatlı onların zayıf noktalarını kullanarak özdeşleşmelerini sağlıyor.

…Kadın olmak özveri istiyor, bu kadının doğasında var.

Hem anne olacaksın hem kendine bakacaksın.

Hem art arda çocuk doğuracaksın hem de onları dişi bir kaplan gibi koruyacaksın..

Hem güzelliğinle ışık saçacaksın hem göze batmayacaksın.

Hem akıllı, bilgili ve kültürlü olacaksın hem de kocanın üstünlüğünü kabul edeceksin.

Erkek kariyer yapacak kadın diyet.

Erkek hayatın tadını çıkartacak kadın kalori sayacak,

Erkek gönül eğlendirecek, kadın çocuk büyütecek.

Hayatın gidişatı bu. Roller ne kadar kesin ayrılırsa, şiddet o kadar azalır. Rollerin karıştığı ortamlarda ise şiddet çoğalır.

Ancak oyun ilerledikçe daha sert taşlamalarla örneğin kadınların ‘’aptal ‘’olduğunu ilan ediyor. Tabii burada amaç kadınların yaşadıkları gerçekleri yüzlerine vururken bunları gülmece ve ironiyle perdeleyip, belli bir yabancılaşma yaratarak seyirciyi düşünsel düzeye de çekebilmek. Aşağıdaki örnek de sert taşlamalardan biri.

Kadınlara sormuşlar sizin için ne daha kötü, kocanızın sizi bırakıp gitmesi mi yoksa sizi ölesiye kıskanıp dövmesi mi?

Yüzde 90’ı illa ki dayak demiş.

Ya kadın ruhu böyledir işte….

Kadın terkedilmeyi istemez.

Terkedilmiş kadını ise (vurgulayarak) kimse istemez.

Ancak aynı Serpil eril ideolojiyi sahiplenen erkek cinsini de yüceltmeyerek onu kadının eğitmesi, evcilleştirmesi gereken bir ‘’hayvan’’ olarak tanımladığında, erkeği akıllı ve üstün değil sadece gücü eline geçirmiş ilkel bir yaratık olarak göstererek üstün cins imgesini altüst edip parodileştirebiliyor. Bu bölüm bir yandan seyircinin gülmesine neden olurken diğer yandan eşitsizliğin güçle ilişkili olduğunu vurguluyor. Bu da seyirci için çok önemli bir farkındalık. Ayrıca bu bölümlerde sistemin eril kodları, dil kalıpları ve kurumlar ciddi biçimde tersinleme, ironi ve gülmeceyle karıştırılarak deşifre ediliyor ve eleştiriliyor.

Böylece oyun, söz bombardımanının ve mistik atmosferin ardında sarsmayı mümkün kılan bir sahne atmosferini de koşulluyor. Üstelik kısmen açık biçim ve seyirciyle iletişimi mümkün kılan bu yapı, seyircinin tepkisine ve niteliğine göre tüm hedeflenenleri iletişimle daha da vurgulayabilecek, açabilecek bir doğaçlama şansına sahip. Seyirci fal kahvesinde bekleyen müşteriler olunca, taşlamanın ya da eleştirinin doğrudan bireylere yönelik olması çok daha etkileyici bir imkân yaratabiliyor. Yazar, bir yandan bir anti kahraman yaratırken diğer yandan metin içinde eril sistemi ortaya çıkarmak üzere, seyircinin bazen yumuşak bazen de sert bir şekilde yüzleşebileceği anlar yaratıyor. Seyir keyfiyle birlikte gülünçleşen bu yabancılaşma diğer yandan yüzümüze tokat gibi çarpan kendi fallik kimliklerimizle ya da eril sistemle olan ittifakımızla da yüzleşmemizi kaçınılmaz kılıyor.

Serpil-en Kadife

Falcı Serpil, sistemin bir çatlağını bularak kısmen de olsa hem ekonomik anlamda yükselmiş hem de kamusal alana çıkıp sosyalleşme ve görünür olma şansını yakalamıştır. Ancak bunun için yıllarca şiddet gören, evliliğin en kötü koşullarına maruz kalan, ezik ve güçsüz Kadife’yi öldürmesi ve sahte bir kimliği, Kadife’nin hayali olan Serpil’i bir alter ego (alternatif benlik) olarak yaşatması gerekmektedir. Ama ego olmadan alter ego olamayacağı için aradaki bağ asla kopmaz ve Kadife yok olamaz.

….(Kendi kendine) Nuri gidince Serpilliğimi doya doya yaşar, Kadife‘yi unuturum sandım ama oooo ne gezer. Şu Kadife içimde kilitli sanki.

Sabahları kahveye gittiğimde Kadife yok Serpil var, kendine güvenen alımlı, şık, güzel bir kadın. Ama akşamları Kahraman beni arabasıyla işten aldığında yine Kadife oluyorum. Kadife’nin bittiği yerde Serpil, Serpil’in bittiği yerde Kadife başlıyor.

(hüzünlü) Bir imkânsızlık var içimde. (Sıkıntılı) Kadife’nin hayalleri ile Serpil’in hayalleri birbirine karışıyor. Serpil güçlü. Kadife masum, toy, sevgi dolu. (Düşünceli) Serpil’le sevgiyi yok ettim ben. Baksana yapayalnız bir kadın, tek bir arkadaşı bile yok. Bunca parayı ağzım laf yaptığı için kazanıyorum ben. Ama ya gün gelir de elden ayaktan kesilirsem, ya insanların ruhunu okuyamazsam, ya dilim tutulursa, o zaman ne olacak?

Kadife ancak dibe vurduğu an toplumdaki güç kavramının ve güç ilişkilerinin kaynağını çözmeye başlamış ve eril sistemin tüm kültürel kodlarını ve dilini sahiplenen Serpil’e evrilmiştir. Bir çeşit fallik kadın diyebileceğimiz ve bu ideolojiyi kuşaklar boyu yeniden üreten kadın kimliklerini tarif eden bu kavramı, oyunda falcı kimliğiyle sık sık kendi cinsini aşağılayan, maddi ve manevi anlamda sömürerek yükselen, öz güven kazanmış imgesiyle seyirciyi yabancılaştıran bir Serpil karakteri olarak görüyoruz. Ancak tüm kadınlara hayaller satan ve zenginleşerek serpilen hayal satıcısı gerçekte kendisine tek bir hayal bile satın alamayacak durumda. Bu da bu sistem içinde eril role soyunmanın belki de en büyük bedeli.

Maddi kaynaklarının çoğunu kocası Nuri’ye ve oğlu Kahraman’a vermek zorunda kalması bir yana, Serpil’in yapabileceği tek şey artık çok parası olsa da canını kurtarıp kaçarak aynı işi Almanya’da sürdürebilmekten öte değil. Kaldı ki Nuri’nin aftan yararlanarak hapisten çıkmayacağının ya da oğlunun, peşine düşerek Serpil’i bulmayacağının hiçbir garantisi yok. Serpil’in bu koşullarda ne maddi ne de manevi bir başarı hikâyesi olmadığını anlamak zor değil.

Oyunun Katmanları

Oyunda birkaç farklı anlatı katmanı var: İlki Serpil’in kocası Nuri’nin sahibi olduğu ‘’Kendinle Evlen’’ şirketiyle ilgili olarak, bir ihbar sonucu tutuklanmasıyla başlayan polisiye, merak uyandıran ve dış dünyadan gelen haberler ki bu dramatik kurgu lineer ve oyun zamanına koşut biçimde çözülüyor. Bu bölümler Serpil’e gelen telefonlardan ve onun tek taraflı verdiği yanıtlardan oluşuyor. Genellikle oğlu Kahraman’dan gelen bu telefonlar olayların gidişatıyla ilgili haberlerle olay örgüsünün tek taşıyıcısı. Bu telefonlar diğer yandan Serpil’in başarı gibi görünen ve seyirciyle interaktif biçimde kurguladığı ve gururla anlattığı öyküsünü kesintiye uğratıyor. Yani inişleri ve çıkışlarıyla paylaştığı ‘’başarı’’ öyküsünün sürekliliği bozuluyor. Her seferinde kaldığı yerden devam etmeye çalışırken bazen kaygı ve korku, bazen rahatlama bazen de gizli bir sevinçle dışarıdan gelenlere tepki veriyor.

İkincisi Serpil’in meslek yaşamında karşılaştığı farklı kadınların öyküleriyle paralel giden kendi öyküsü. Bu anlatıda erkek egemen kültürü komik gösteren, seyirciyi bu dizgeyle yüzleştiren ya da kurumları deşifre eden birçok taktik var.

kocası kaçan kadını artık eski yeni ne kısmetse

hayırlı bir kocaya bile kavuştururum.

Ne demişler kocasız kadın kurumuş fıstığa benzermiş,

en ala fıstık bile kabuğu kırılmazsa çürür gidermiş.

Üçüncü katman, eril sistem içinde, gücün şiddete dönüştüğü noktada Kadife’nin kendi diliyle anlattığı ve annesinin acı ‘’kaderiyle‘‘ başlayan öyküsünde durumun trajik bir görünüm alması. Burada gerçek Kadife öne çıkarak alter ego Serpil tamamen yok oluyor. Özel bir ışık önerisiyle sağlanan bu geçişlerde artık taşlamanın perdesi tamamen kalkarak Kadife’nin çıplak gerçeği gözler önüne seriliyor. Bu sahnelerin gücü aslında Serpil’i oynarken Kadife’nin gölgesini hissedebileceğimiz bir oyunculuğun da gereğini koşulluyor. Çünkü bu bilgi gülmeceye sınır koyan bir acıyı ve hüznü gözler önüne seriyor.

Üç yaşındaydım babam annemi öldürdüğünde…

Onu hiç tanımadım ki…

Babam, annemin ense köküne vurunca yığılıp kalmış annem.

Babaannemler büyüttü beni.

Babam mahpustan çıktığında genç kız olmuştum.

İyi bir kısmet çıkınca da, iyi kısmet de bizim Nuri ha (güler) verdiler beni…

Falcı Serpil’in anlatısı içinde ataerkil sistemin ve güç kavramının yönetim ve devlet erkiyle ittifakını ve ilişkisini açığa çıkaran dördüncü bir katman daha var. Bu bölüm bireysel sandığımız hayatlarımızın ideolojik arka planında devlet ve kurumlarını deşifre ediyor. Zaten odakta olan evlilik kurumu ve aile dışında tüketim ekonomisi, baskı rejimleri ve hatta militarizm, iktidarın muhafazakar politikalarıyla birleşerek Serpil’in fallik dilinden bize ulaşıyor.

Aile Bakanlığı‘nın resmi gazetede yeni yayınladığı Çocuk Yapmayı Özendirme Yasasına göre beş çocuk zorunluluğunun yasal olarak getirildiğini duymadın mı yoksa?

Türk milleti çocuk seven bir millettir,

çocuk yapma konusunda da çok pardon ama bayağı maharetlidir.

Kız erkek bütün çocukları sever milletimiz, geleneğimizde var bu;

tabii erkek çocuklarını soyumuzu sürdürecekleri ve gerektiğinde bu vatan için şehit düşecekleri için daha da çok sever.

Diğer yandan güç kavramının kaynağına inen‚ ‘‘odun‘‘ metaforu, sanki iktidarın sopası olan erkek bireyde simgeleşiyor.

Evlilik bir kadın için en önemli kariyermiş.

İyi de bir odunla evlendiğinde ne olur bu kariyerin hali, hiç düşündün mü?

Bu replikten daha sonra gelen bir masalda ise odun metaforu güç ve iktidarla bir şekilde bağlanıyor.

…Odunun biri günde en az bin kere ben kralım ben kralım dermiş.

Bunu o kadar çok söylemiş ki sonunda bütün insanlar onun kral olduğuna inanmışlar.

Ey yüce odun sen bizim kralımızsın sakın başımızdan eksik olma deyip gece gündüz ona dua ederlermiş.

Ama gel gör ki oduna inanmayanlar da varmış.

Odun onların kafalarını kıra kıra bir gün başa gelmis.

Neden? Çünkü her gün ben güçlü bir odunum ben kralların kralıyım diyormuş.

Hayat böyle bir şey işte.

Önce istediğine kendin inanacaksın, sonra başkalarını inandıracaksın.

Oyundaki Bazı Feminist İzlekler

 

Hayal Satıcısı’nda oyunu politik anlamda feminist kılan anlamlı izlekler var. Ancak bence oyunun gerçek feminist gücü ve umudu rejinin ışıkla ve müzikle destekleyerek görselleştirdiği ve Serpil’in fal olayının iç yüzünü deşifre eder gibi göründüğü anlatı katmanında gizli. Bu bölümler aslında Kadife /Serpil’in kadın olarak tüm gizilgüçlerini ortaya çıkaran anlatı parçaları. Çünkü kadının kurtuluş mücadelesindeki gerçek büyü onun kişilik özelliklerini doğru biçimde kullanabilmesinde saklı. Sahnedeki anti kahramanın edilgen ve nesne kimliğinin gerçek bir kadın özne olabilmesinin koşulu da belki burada gizli.

Fal bakmanın raconu ne mi?

Bak önce insanları okuyacaksın, mimiklerini, göz hareketlerini, nefes akışlarını,   beyinlerini, ruhlarını sadece söylediklerini değil, söyleyemediklerini, söylemeye cesaret edemediklerini bir bir okuyacaksın. Ne istiyorlar, neden mutlu oluyorlar, engeller ne çıkaracaksın. Sonrası kolay.

Falcı Serpil gerçekte bir psikologda, bir terapistte olması gereken tüm özelliklere sahip. İnsanları tanıma ve gözlemleme yeteneği bu mesleklerde başarılı olmanın ön koşulu. Eğer bu yolda eğitim alma şansına sahip olabilseydi, büyük olasılıkla başarılı bir psikolog ya da terapist olarak hayatını kazanabilirdi. Ya da gözlem yapabildiği ve insanları tanıdığı için iyi bir yazar olabilirdi. Diğer yandan araştırmacı, meraklı kişiliği, kendini sürekli güncelleme özelliği de günümüzün yaygın meslekleri haline gelen en azından bir yaşam koçluğu, nefes terapistliği vb. gibi alanlarda Kadife /Serpil’i başarılı kılabilir en azından kendi ayakları üzerinde tutabilirdi. Belki de Uzak Doğu kaynaklı öğretiler, yoga meditasyon onun ilgi alanı olabilirdi.

(Hafif bir meditasyon müziği)

(İzleyicilere) Gözlerinizi bir saniye sıkı kapayıp rahatlayın. (İzleyiciler gözlerini kaparlar)

Hah şöyle… Şimdi şöyle derin bir nefes alıp havaya doğru üfleyin, olumsuz enerji aksın gitsin üzerinizden…Tamam şimdi açın gözlerinizi. Rahatladınız değil mi? (Güler yüzle)

Ayrıca insan kişiliğinin en değerli özelliklerinden olan cesaret, sabretme, sonuna kadar mücadele ve pes etmeyerek direnme de onun kişisel özelliklerinden bazıları. Bunlar Kadife/ Serpil’i çok farklı noktalara taşıyabilirdi. Tüm bu mücadele sürecini diğer kadınları kandırarak değil onlara destek olacak şekilde de tasarlayabilirdi. Ya da en azından bir meslek sahibi olduğunda kendi ayakları üzerinde kalabilir ve gerçek hayallere sahip olabilirdi. O zaman belki fincanın içindeki kalıplaşmış şekiller yerine eril dizgenin metaforlarını ve imgelerini görebilen ve gösterebilen, kişisel potansiyelini doğru kanalize edebilen bir özneye dönüşebilirdi. Diğer yandan, bu anlatı içinde sadece hayatta kalmak için eyleyen değil, gerçek eylemlerin taşıyıcısı bir kadına dönüşebilirdi.

Diğer yandan feminist oyunlarda önemli olan anne kız izleği bu anlatı katmanıyla birlikte okunduğunda feminist dramaturjiye taşlama dışında farklı bir boyut daha kazandırıyor .

Kadife annesinin şiddetle örülen ‘’kaderini’’ eril kimliği kuşanarak ve onun güç kavramını kısmen çözerek hayatta kalabiliyor. Potansiyelini doğru yolda kullanmasa da cesaretiyle ve çabasıyla, bazı taktikler ve stratejilerle ekonomik olarak da hayata tutunabiliyor. Tüm bunların bedeli, hiçbir zaman gerçek hayalleri olan bir kadın özne olamaması. Ayrıca sonunun ne olacağı da belirsiz. Ancak kazandığı paralarla ve edindiği güçle kendi kızına eğitim yolunu açarak Melek’in sosyalleşmesi, dünyayı tanıması ve tüm gizilgüçlerini ve annesinden aldığı genetik mirası ortaya çıkarabilmesine yarı bilinçli de olsa fırsat tanıyor. Kızını seviyor, koruyor ve destekliyor. Serpilen Kadife’den sonra, belki bir sonraki oyunda Melek’in yavaş yavaş gelişecek olan kanatları, bir tohumun içindeki cevherin gücü gibi uçma enerjisine dönüşebilecek. Bu bağlam feminist oyunlarda olması beklenen geleceğe yönelik umudu da içinde barındırıyor.

Ayrıca ‘’hayal’’ sözcüğü bir anahtar gibi metnin tümüne yayılarak bilinçaltımızda farklı kullanımlarıyla bir yol açıyor. Oyunun adından başlayarak, hayal satma, hayallerle oyalanma, başkasının hayallerini yaşama, hayalini gerçekleştirme, hayallerle aldatılma, hayallerini çaldırma, hayalsizliğe sığınma, hayalleri olduğunu sanma vb. gibi.

Ancak oyun boyunca kadınların hayal sözcüğüyle ilgili tüm deneyimlerinden sonra Melek’in pek söz edilmeyen olası hayallerinin bu tarifler dışında kalması, belki daha olumlu bir gelecek hayali gizlice metnin içine sızıyor.

SAHNELEME

Yazarından yönetmenine ve sahne gerisi emeğine kadar bir kadın üretimi diyebileceğimiz Hayal Satıcısı’nın en önemli özelliği de yazar, yönetmen ve oyuncu üç kadının ortak bakışına ve amacına karşın, sadece yazarın sözü, yönetmen Berfin Zenderlioğlu’nun yorumu değil, oyuncu Berna Laçin’in de kendi sesini ve sözünü oyuna taşıması, kendi kadınlık deneyimlerinden yola çıkarak sahnede farklı ve güçlü bir duruş sergileyerek oyunu sahiplenmesi.

Feminist oyunlarda bu anlamlı bir seçim, çünkü oyuna emek veren herkesin öncelikle kendi feminist fikirlerini sorgulaması ve üretime düşünsel, duygusal bir katkı sunabilmesi önemli bir kriter. Ancak sahnede üç kadının ortak seslerini duyduğumuz kadar farklı seslerini ve seçimlerini de hissetmek mümkün ki bu kadın oyunları için demokratik bir tercih olabiliyor. Rejiden ve oyunculuktan bazı kısa örnekler vererek üç ayrı sesi duyabileceğimiz ve tercihleri görebileceğimiz bir oyunun artılarını ve eksilerini değerlendirerek yazıyı sonlandırmak istiyorum.

Sahnedeki erkek şapkası, Serpil’in oğlu Kahraman’dan gelen telefonlar ve Nuri ve Kahraman kimliklerinin ses olarak replikleri, erkek oyuncu olmasa da eril dizgenin sahnedeki varlığını hissettiren göstergeler. Ancak sahne performansında, bu sesleri Serpil’in Nuri ve Kahraman’ı taklit ederek aktarması ve erkek şapkasını başına giyerek eril sistemin taşıyıcısı görünümüne girmesi sembolik bir anlam kazanıyor. Bence rejinin tercihi olan bu seçim yazarın erkek sesi kullanma tercihinden daha etkili olabiliyor çünkü Serpil’in fallik kimliği gülmece yoluyla bir kez daha destekleniyor.

Diğer yandan, yazarın hiçbir ses ve ışık önerisi yokken, yönetmen Berfin Zenderlioğlu Serpil’in fal bakmanın raconunu anlatırken -ki aslında burada Kadife’nin yukarıda söz edilen, insanları tanıma, empati kurma vb. kişisel özelliklerinden, gizilgüçlerinden söz ediyor- reji tam anlamıyla mistik bir atmosfer yaratarak iki katmanlı bir algı yaratıyor. Bir yanıyla fal atmosferini ve sırrını müzik ve ışıkla canlandırır gibi görünürken, gerçek büyünün ve mucizenin olmadığını ama bu mucizenin aslında kişilik özelliklerimizde gizli olabileceğini mi göstermeye çalışıyor?

Oyunun söz edilen üçüncü katmanında Kadife’nin hüzünlü hikayesine geçişte ise yazarın sözlerini, yönetmen her an enerjik ve ayaktaki Serpil’i oturtarak ve beden dilini pasifleştirerek görselleştiriyor. Ancak performans içinde özel bir ışıkla gösterilen bu anlar çok kısa ve etkisi kalıcı değil. Zaten oyun boyunca da bu geçmiş Serpil’in sahnedeki enerjisine pek gölge düşüremiyor. Böylece, Kadife’ye karşı fallik Serpil’in öyküsünde sistem içinde strateji geliştirebilen ve sistemin bir parçası olmaya çalışarak diğer kadınları sömüren, daha güçlü bir Serpil imgesi Kadife’nin varlığını ve temsiliyetini zayıflatıyor. Burada oyuna oldukça hakim olan Berna Laçin’in anti kahraman olması gereken Serpil’den bir kahraman yaratmayacağını bildiğimiz için, ezik ve zavallı Kadife’yi sahnede temsil etmeyi ve bu güçsüzlüğü vurgulamayı tercih etmediğini çıkarabilir miyiz? Oyuncunun sesinin yükseldiği bu sahnelerde güçlü görünen ve bir şeyleri en azından kendi adına başarabilmiş, dayaktan ve belki de ölümden kurtulabilmiş bir anti kahramanı yaşatmak, onun direncini öne çıkarıp Kadife’yi perdeleyerek güçlü bir temsiliyet yaratmak, kendi kadın deneyimlerini ve inandıklarını sahneye taşımasına bir örnek olabilir mi? Oyuncu, Kadife’nin durumunu bir türlü kabullenemediği ve içine sindiremediği için yeteneğine karşın sahnede geçmişi biraz gölgede mi bırakmak istiyor? Böylece Serpil’in, geçmişi ardında bırakarak geleceğe odaklanmak ve belki de kızı için farklı bir dünya yaratabilme çabasını mı öne çıkartıyor?

Bu bağlamda hem yönetmen hem de oyuncu, Zehra İpşiroğlu’nun her şeyi net gösteren metnine karşın, seyirciye daha fazla inisiyatif vererek biraz düşünmesini ve sahnede gördüklerini kendi süzgecinden geçirdikten sonra değerlendirebilmesine imkan mı sağlamak istiyor? Seyirciyi daha etkin bir konuma alırken ve onu muhatap kabul ederken ışıltılı Serpil’i değil ardındakileri ve söylenenleri de düşüneceği bir alımlamaya mı zorluyor?

Ancak, Serpil’in starlaşan temsiliyeti sahneden atılan taşları seyirciye ne sertlikte değdirebilecek? Diğer yandan seyir keyfini arttıran interaktif iletişimler ve güldürünün sıcaklığı zaman zaman taşlamanın önüne mi geçecek? Bunlar oyun seyirciyle buluştukça ortaya çıkacak.

Son söz olarak, üç farklı kuşaktan ve kişilikten kadının emeğiyle ve sesiyle ortaya çıkan Hayal Satıcısı var olan kadın oyunları içinde özel bir yere sahip ve her yönüyle değerlendirilmeyi fazlasıyla hak eden bir yapım.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Tijen Savaşkan

Yanıtla