[Nedim Saban’ın Cumhuriyet’te yayınlanan yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz.]
Nâzım, Piraye’ye Çankırı Cezaevi’nden yazdığı mektuba Aslolan Hayattır diye başlar. Ama biz bir kavuşamama hikâyesi ile başlamayalım Tiyatro Günü yazımıza… Gün gelecek, mutlaka kavuşacağız seyircimize. Bugün buruk bir Tiyatro Günü! Takvim yaprakları 27 Mart’ı gösteriyor ama perdemizi ücretsiz açma çabasıyla seyircimizle buluştuğumuz, Dünya Tiyatro Günü bildirisini kalabalık salonlarda paylaştığımız o günlerden biri değil ne yazık ki. Dünya büyük bir salgınla baş etmeye çalışıyor. Yeri geldiği zaman savaş uçaklarının bombardımanına aldırmadan açılan perdeler, konu halk sağlığı olunca doğal olarak tüm dünyada kapalı. Halkın her kitlesi fiziksel olarak hayatta kalabilme kaygısının yanı sıra, ekonomik olarak da hayatına devam edebilme travmasını yaşıyor. “Evde sıkılıyoruz” diyerek pazar gününü piknik yerlerine akın ederek geçirenlerin ikinci bir emre kadar mangal yapması yasaklanıyor. Sosyal mesafeyi korumak şartıyla da olsa balık tutmak sakıncalı. Sokağa çıkanları sorgulayan medyamız, çoğunlukla aynı cevabı alıyor: Evde sıkılıyoruz!
SANAT…
İdeal bir tabloda, kendini sokağa değil de özlediği tiyatro salonuna atan insanı beklememiz lazımdı. İtalya’da birbirlerine balkonlardan aryalar patlatan halk, korona günlerinde sanatın ne denli varoluşsal bir gereksinim olduğunun göstergesi. Önce peynir, ekmek, kolonya ama bir yerde müzik de gerek! Dünyanın en büyük orkestraları, en köklü tiyatroları repertuvarlarını internet ortamında açarak, balkonlara yansıyan sanat özlemini gidermeye çalışıyorlar. Bizim de en köklü kurumumuz Devlet Tiyatromuzun çok geniş bir repertuvarı var. Çekimlerde ileri teknoloji kullanılmış olsa bile kuşkusuz tiyatronun seyirciyle kuracağı bire bir ilişkiyi yansıtamayacak, mutlaka telif hakları gibi çözülmesi gereken konular da vardır. Ancak, şu karanlık günlerde biraz umut aşılanması için repertuvar internet ortamında açılsa ne olur? Dünyanın yaşadığı felaketler tiyatroyu farklı yerlere evirdi. Keşke yaşanmasaydı ama İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarını, tiyatroyu bambaşka bir yere eviren Brecht, Beckett, Ionesco’nun ölümsüz eserleriyle bir nebze hafiflettik. AIDS salgının en yoğun biçimde yaşandığı dönemde ABD’de öğrenciydim. Sadece bağımsız tiyatroların değil, Broadway gibi bir eğlence sektörünün de bu acı gerçek karşısında politize olduğuna tanık oldum. Tiyatronun üstten üste attığı “onlar da insan” söylemi, en yakınlarının ölümüne sessiz kalamayan anaların çığlıkları üzerine hastalığın sosyal anlamda açtığı yaraları da sahneye taşıdı. Broadway, Angels in America gibi bir başyapıt çıkarttı. James Shapiro, bir araştırmasında Shakespeare’in Venüs ve Adonis şiirinin epidemik bir salgında yazıldığını, 1606’da yine tiyatroların kapatılmasıyla ev hapsine mahkûm edilen yazarın, Kral Lear ve Macbeth yapıtlarını kaleme aldığını yazmış.
DESTEK…
Peki bu korkunç günler bittiğinde bizim tiyatromuz da evrilecek mi? Yazarlarımızdan yeni başyapıtlar çıkacak mı? Türk tiyatrosu daha Ekim 2019’da altın (!) çağını yaşıyordu, Ekim 2020’de duracak mı, yoksa aksine şahlanacak mı? Bunun için sadece sanatçının üretecek morali bulması yeterli değil, maddi destek de şart tabii. Kültür ve Turizm Bakanlığı, özel tiyatroların yaşaması için bir eylem planı hayata geçirmek üzere, mutlaka yerel yönetimler de bir şeyler yapmalı! Özel tiyatroya desteği ücretli salon tahsisi, hatta daha da kötü bir jargonla oyun kiralama olarak görenlerin şapkalarını önlerine koymaları şart. Bildiğim kadarıyla İstanbul Şehir Tiyatrosu özel tiyatrolarla ortak bir çalışma hazırlığı içinde, bunu Devlet Tiyatrosu ve diğer kurumların da gündeme getirmesi gerekiyor. Halkın alım gücünün de düşeceği ve ev hapsi bitince ilk önce temiz hava almak için AVM’lere saldırılacağı düşünülürse, çok daha köklü çözüm önerilerine gereksinim var. Şu anda öncelikli sorun tabii ki bu değil ancak yeni 27 Mart’ların geniş halk kitleleriyle kutlanabilmesini düşleyebilmek lazım. Öte yandan, Türkiye tiyatrosu ödeneğe boğulursa sorunlar çözülür mü? Bu başka bir yazı konusu ama ben bir yalnızlaşma, ortak üretimden korkma refleksi seziyorum tiyatromuzda. Öte yandan, bilmeden ve istemeden çok eleştirdiğimiz televizyon sektörünün yanlışlarına düşüyoruz. Altın çağı nitelikte değil nicelikte arıyor, serbest rekabet ve reyting çağına yenilmeyecek eser yaratırken önce sağlam ambalaja bakıyoruz.
İLGİNÇ OLABİLMEKTEN ÖTE
Korona salgını bitince yeni bir yaşam biçimi gelecek dünyaya! Gelsin zaten… Gereksiz bir hıza kapılarak her an eylem halinde olduğunu sanan kitleler vardı. Tiyatrolarda cep telefonunu kapattırmak ne kelime, telefonu unutup beş dakika yoğunlaşmalarını sağlayamıyorduk. Onların hızına yetişmek adına biz modernleşme telaşına düşmüş ama ilginç olabilmekten öteye gidememiştik. Belki yavaşlayacak dünya, belki tiyatro çılgın dünyanın hızına değil, dünya tiyatronun varoluşundan bu yana sürdürdüğü insani ritmine yeniden uyacak. İnsanların ev ofisleri kurup, sosyalliklerini kaybedecekleri yanılgısına kapılıp, üretimde yalnızlaşmayalım. Evlerimizden yapacağımız sosyal medya yayınları hiçbir zaman tiyatronun yerini tutamayacak.
İYİ HABERLER DE VAR
İyi haberler de var… Venedik’te suların temizlenmesi, yeni balık türlerinin üremesi gibi. Şimdi mesele o balıkları tutmakta değil, yaşatmakta. “Bir akvaryumu yazmak, akvaryumda yaşamaktan kolaydır bu yüzden her dize biraz eksik her şiir biraz yalandır.” (Yılmaz Odabaşı) Akvaryumdan çıktığımız günler geri geldiğinde, akvaryumları daha güzel yazacağız. Tüm meslektaşlarımın, tiyatro seyircilerimizin ve en çok da evde kal uyarısında balık tutmaya değil, tiyatroya kaçma hayali kuranların Tiyatro Günü kutlu olsun.