Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu
I. ZEHRA İPŞİROĞLU’NDAN EYLEM EJDER’E
21 Eylül 2019, Olimpos, Çıralı
Sevgili Eylem,
Son mektubumuzda Yaralarım Aşktandır, Lâl Hayal ve benzeri kadın oyunlarından yola çıkarak nostalji üzerine yazışmıştık. Yazışmamız üzerine biraz daha düşünmeye zaman buldum. Onun için sana hemen yine yazmak istedim.
Önce yine nostaljiden söz edelim: Aslında aramızdaki kuşak farkını düşünecek olursak nostaljik olması gereken benim öyle değil mi? Uzun bir geçmişim var arkamda bıraktığım, güzel yaşantılar, anılar… Onlara kendimi kaptırıp da hüzünlenmem doğal. Değer verdiğim, önemsediğim çok şey dönemini kapadı çünkü, hem de öyle bir kapadı ki zaman zaman bastığım yer sallanıyormuş gibi oluyor, yer yarılacak ben de içine düşüp yitip gideceğim gibi bir duygu… Bu, doğa ile ilişkiden kültür ve sanat yaşamına, insanlarla iletişimden politik olaylara kadar yaşamın her alanında böyle. Sadece okuma kültürümüzün giderek yok olması bile bunu göstermiyor mu? Ne tuhaf değil mi, ben hâlâ kitap yazıyorum, yayınlıyorum. Oysa okuyanların sayısı parmakla sayılacak kadar az. Gün gelecek, kimse kitabın yüzüne bakmayacak bile. Başkalarından çok kendim için yazma, yazarak dünyayı keşfetmek gibi çılgınca bir tutkum olmasa, çoktan bırakmıştım bu işi. Yine de paylaşmak istiyor insan, paylaşma kültürünün sadece beğendim beğenmedim’lere kilitlendiği bir ortam ise gerçekten moral bozucu.
Annemle benim aramdaki kuşak kopukluğu belki de seninle benim aramdakinden daha azdır, çünkü yaşam biçimi çok değişti. İnsanların düşünme, algılama ve değerlendirme biçimleri de hızla değişiyor. Son yıllarda fake kimliklerle, selfilerle ego merkezli yaşam öyle bir önem kazandı ki genç yaşlı herkes kendini nasıl pazarlayacağını düşünen birer ego firmaya dönüştü. Teknoloji alanında öylesine baş döndürücü bir gelişme var ki senden bir kuşak sonrakilerle arandaki kuşak kopukluğu bizim aramızdaki kopukluktan da daha fazla olabilir. Yani kuşaklar arası uçurum büyüyor giderek.
Şimdi Olimpos gibi günlük yaşamın hayhuyundan arıtılmış olağanüstü güzel bir yalnızlık mekânında hem doğanın, denizin, güneşin doyasıya tadını çıkartıyor hem de henüz tomurcuklanmakta olan yeni bir yazma projesinin üzerinde düşünüyorum… Yine toplumsal cinsiyet konusunda bir şeyler yazarım belki de…
Biliyorsun peşimi son yıllarda bir türlü bırakmıyor bu konu. Kadına bu kadar düşman, bu kadar nefret dolu ve acımasız bir ortamda yaşarken nasıl bıraksın ki. Gün geçmiyor ki kadınların şiddete uğradıkları, yaralandıkları, öldürüldükleri bir olayla karşılaşmayalım. Sokak ortasında vurulmadan apartmanın tepesinden aşağıya atılmaya kadar akla hayale gelemeyecek bir vahşetin içindeyiz. Şiddet yaşamımızın doğal bir parçası olmuş. O kadar ki şiddeti kadın erkek, genç yaşlı hepimiz içselleştirmişiz bile, öylesine kanıksamışız ki burnumuzun dibindeki bir olayı umursamıyoruz bile. Ya da heyecanlı bir film izler gibi alelacele cep telefonumuza kaydetmekle yetiniyoruz.
Bu açıdan geçen mektubunda bu konuyla ilgili olarak yazdıklarında çok haklısın, sesini duyamadığımız, duyuramadığımız duymakta geciktiğimiz kadınların “yarı ölü” ya da “ölü” kadınların sahnede yer almalarından doğal ne olabilir?
Şöyle bir soru geliyor aklıma: Geçmişe bakış, geçmişle yüzleşme şiddetin kökenlerine inmemizi sağlıyor mu, bizde başka türlü de olabilirdi gibi bir duygu ya da umut uyandırıyor mu, toplumsal cinsiyet konusunda zihnimizi kurcalayan bazı sorulara yeni bir bakış getiriyor mu, yoksa sadece olanı yansıtmakla mı yetiniyor?
Sevilay Saral’ın Lâl Hayal oyununun yeni bir bakış getirmediğini, sadece Songül Öden’le iyi bir oyunculuk performansı sunduğunu konuşmuştuk seninle… Düşünsel belkemiği eksik, dağınık bir oyun bana göre, belki üzerinde daha çok çalışılması ve toparlanması gerekiyor. Bir de öcü gibi ortalıkta gezinen erk imgesi çok basit kalmıyor mu sence? Hoş, soyut bir şeyi, somuta döndürmek kolay değil. Başka bir örnek vereyim, sahnede sözgelimi özgürlük düşüncesini allı pullu bir özgürlük perisi olarak canlandırsak, tuhaf kaçmaz mıydı, ne dersin? Hoş, ben bunu Düş Hırsızları fantastik kitabımda Gi-po (Gizli Polis) figürüyle yapmıştım. Gi-po hayallerimizi çalan iğrenç bir yaratık, bizleri gözdağı vererek, korkutarak ya da mükafatlandırarak manipüle etmeye çalışıyor, ondan ne kadar korkarsak o kadar şişip büyüyor, ona ne kadar aldırmazsak o kadar gücünü yitiriyor. Bence Gi-po buluşunun tutmasının nedeni Düş Hırsızları’nın bir çocuk romanı olmasıydı. Tiyatroya taşısaydım iyi olmazdı bence ya da çok absürt bir oyun olurdu.
Sorumuza geri dönelim. Hatırlayacaksın BGST-Tiyatro’dan Aysel Yıldırım’ın oyunculuk açısından hayranlıkla izlediğimiz Bir Kadın Uyanıyor oyunu da sadece bir kadının yaşadıklarını ya da yaşayabileceklerini yansıtmakla yetiniyordu. Peki bu olumsuz bir şey mi? Olumsuz olur mu hiç, toplumsal cinsiyet konusunda bizi düşündüren her oyun değerli bence. Bir Kadın Uyanıyor da yıllar içinde ne çok kadına seslenmişti kim bilir. Köln’e turneye geldiklerinde de öyle bir ilgi uyandırdı ki.
Oyun beğenilmesine beğenildi de ben yeterli bulmuyorum yine de, tiyatronun bir adım daha ileri gitmesi gerektiğine inanıyorum. Açıkça izleyicinin beğenisi, bu beğeniyi tetikleyen modalar, ideolojiler hiçbir zaman bir ölçüt olmadı benim için. Biliyorsun şu sırada en rağbette oyunlar psikolojik oyunlar. Ama bu çizgide oyunlar sorunları sadece öznel alana kilitliyor, yani toplumsal, politik bağlantılar yeterince çıkmıyor öyle değil mi? Bu da beni tatmin etmiyor, sanki bildik şeyleri temcit pilavı gibi tekrarlıyormuşuz gibi geliyor.
Tabii psikolojik oyunlarda öncelikle empati çok önemli. Nitekim kadın ve göç konusunu ele aldığım Lena Leyla ve Diğerleri oyunum Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda dört yıl oynadı. Şimdi de Sivas Devlet Tiyatrosu’nda ikinci yılına giriyor. Psikolojik ağırlıklı bir oyun olduğu ve izleyicinin, özellikle de kadın izleyicinin kolaylıkla özdeşleşmesini sağladığı için sevildi sanırım. Sahne yorumları da birbirinden çok farklı olmalarına rağmen, oyunun psikolojik özelliğinin altını çizdi, bireyi kıskaç altına alan toplumsal mekanizmaları ise olabildiğince geri plana itti ya da yer yer yok etti.
Bir de psikolojik bir oyunun nostaljiyle harmanlanması çok beğeniliyor, yaşanmayan aşk, acılar, ölüm vb. konulara yer verildi mi artık o oyunun tadına doyum yok. Teb Oyun dergisinde uzun uzun tartıştığımız Nihayet Makamı oyununda olduğu gibi. Biliyorsun bu oyunu ben yine de çok beğenmiştim, o ayrı bir konu.
Sence psikolojik oyunlara bugün neden bu kadar büyük bir ilgi var? Eğlence ve medya kültürünün ağırlıkta olduğu bir çağda başkalarının acılarını paylaşmak, empati duymak gibi duygular azaldıkça bu duyguları tetikleyen yapıtlar ağırlık kazanıyor olabilir mi? Yani insanların duyarsızlığına karşı bir tür panzehir gibi. Empati yürek buzlaşmasına karşı belki de en etkileyici ilaçtır.
Empatinin çok değerli olduğunu düşünüyorum. Biliyorsun geçen yüzyılı etkisi altına alan modernizm, yani soyutlamaya ağırlık veren modern sanat bunu hor gördü. Annemle babamın farklı kuşaklara yol açan, beni de çok etkileyen Sanatta Devrim kitabını düşünüyorum. Modern sanat alanındaki gelişmelere ne büyük bir umutla bakıyorlardı bu kitapta. Aslında ben de onlar gibi düşünüyordum. Nitekim Tiyatroda Devrim’i bu kitaptan etkilenerek yazmıştım. Ama bugün öyle bir ortamda yaşıyoruz ki modernizmi sadece olumlu değil, olumsuz yönleriyle de görmemiz kaçınılmaz oluyor.
Empatiyi odak noktası alan psikolojik oyunlara büyük bir ilgi duymakla birlikte mizah, taşlama türü oyunlar beni bir süredir daha çok çekiyor. Mizah ve taşlama yoluyla hem yaşadıklarımızın ağırlığından kurtulabilirim hem de sorunları toplumsal ve politik bağlantıları içinde daha iyi irdeleyebilirim gibi geliyor.
Biliyorsun 2016 darbe girişiminden hemen sonra Memleketimden Kadın Manzaraları’nı kitap olarak çıkardım. Almanca olarak da yeniden yazdım. Yaklaşık bir yıl süren bu süreç yaşadıklarımızla hesaplaşmak ve sorunların ağırlığından kurtulmak açısından bir terapi gibi geldi bana. Devlet Tiyatrosu’nda kuruldan çıkmasına rağmen kimse oyunu sahnelemeye yanaşmadı, riskli bir oyun çünkü mizah şu sırada çok tehlikeli bir alan.
Nitekim baskılı ortamlarda en çok mizahtan korkulur. Ama bu korkunun iyi bir şey olduğunu aslında mizahçıları tetiklediğini düşünürdüm, oysa bugünkü ortamda insanların mizah duygularını yitirmeye başladıklarını düşünmeden edemiyorum. Sen de şimdiye değin ki mektuplaşmalarımızda birkaç kez bu konuyu açmama rağmen pek yanaşmadın bunu tartışmaya. Mizah pek ısınamadığın bir alan mı, yoksa bugünkü ortamın etkisi mi, ne dersin? Mizah üstünde düşünürken seni ne kadar az tanıdığımı düşündüm. İnsanlar birbirlerine hep belli pencerelerden bakıyorlar çünkü.
Yeni hapishaneden çıkan karikatürist Musa Kart “Mizah duygusunu kaybetmiş bir ülkede yaşamak çok güç. Ama her şeyin mizah olduğu bir ülkede yaşamak daha güç”diyor. Bu çok hoşuma gitti. Çünkü bugün gerçekten her şeyin mizaha dönüştüğü bir ülkede yaşıyoruz. Bana çok şey katmış olan sevgili Aziz Nesin’i hatırlamadığım gün yok. Yaşasaydı bugünkü bu malzeme yığınıyla nasıl başa çıkardı, öykülerini nasıl biçimlendirirdi, bu soruyu çok soruyorum kendime.
Belki de her şeyin mizah olduğu bir ülkede yaşadığımız için mizah duygumuz da yavaş yavaş körleşiyordur olamaz mı? Yani şaşırtıcı olanı, yadırgatıcı olanı bir süre sonra kanıksamaya başlıyoruz.
Ama Almanya’da da mizah ve taşlama geri plana itilmiş durumda. Mizah orada yok mu? Var ama en ilkel biçimde, belden aşağı, kaba, çirkin. Biliyorsun Kabaretist Böhmermann Erdoğan’la ilgili bir şiir yazdı, kıyamet koptu. O kadar esprisiz, aşağılık bir şiir ki, buna mizah bile demem ben. Üzerinde konuşmaya bile değmezdi. Ya da geçenlerde sosyal medyada gördüm, Trump’ın yüzünü kıça çevirmişlerdi. Nedir bu, mizah mı şimdi?
Belki de günümüz mizah anlayışı bu düzeye geldiği için birçok kimse mizahtan hoşlanmıyor ne dersin? Mizah yaşadığımız sorunları kabalaştırarak basitleştiriyor gibi geliyor çoğu kimseye, bizler bu kadar acı çekerken böyle sulu şakalara ne gerek gibilerden. Açıkça ben de öyle düşünüyorum, mizah bu düzeyde olacaksa hiç olmasın daha iyi tabii ki.
Eskilerden büyük mizah ustaları var Bertolt Brecht gibi, Aziz Nesin, Federico Fellini gibi neden onları örnek almıyoruz? Neden bu düzeysizlik? Geçmişten bu kadar mı koptuk? Geçmişi bugüne bağlayan köprülerin hepsi yıkıldı mı? Geçmiş artık sadece hüzün veren bir nostalji duygusu mu uyandırıyor bizde?
BGST’nin Artık Bir Davan Var oyununu da mizahı çok güzel kullandıkları için beğenmiştim, zaten bana göre Kafka’da da mizah çok var. Birçok yorumcu onu metafizik bir düzleme oturtmak istese bile var. Bu uyarlamada da bu ustaca çıkıyordu. Genco Erkal’in Bir Takım Azizlikler’inden birkaç kez söz ettim mektuplaşmamızda, çünkü bence mizahı sahneye taşıyan başyapıtlardan biri. Keşke sen de görmüş olsaydın…
Ben biliyorsun ataerkilliği sorgulayan feminist bir mizah anlayışının peşindeyim. Yeni sahnelenecek olan Hayal Satıcısı da böyle bir oyun zaten. Sana gelince mizahı belki benim kadar sevmesen de, feminist yolda birlikte yürüyoruz zaten. Bu doğrultuda izlediğin, seni etkileyen oyunlar var mı? Sanırım Seray Şahiner’in Antabus’u üstünde de konuşmuştuk. Ben oyunu görmedim ama romanı okudum. Mizahi duruşunu beğenmekle birlikte yer yer çok abartılı ya da yapay buldum.
Acaba mizah, parodi ve taşlamanın kökenlerinde saldırganlık olduğu için kadınlar bu alandan biraz uzak mı duruyorlar? Elif Şafak’ın Siyah Süt ve Baba ve Piç romanlarında mizaha yer vermesini çok sevmiştim, ama bu çoktan geçmişte kaldı, artık mizahın hiçbir izini göremiyoruz yapıtlarında. Emine Sevgi Özdamar diye Almanca yazan bir yazar vardır, onun da mizahını biraz kaba bulmakla birlikte çok severim.
Bana gelince hiç de saldırgan bir insan olmadığım halde mizah zaten, bana, hayata bakışıma özgü bir şey. Çoğu yazınsal kitabımda da var. Dahası çocuk kitaplarım bu nedenle (çocuklara eğitsel açıdan kötü örnek oluyor gerekçesiyle) eleştirilere hedef olmuştur.
Bakalım tiyatroda bu yol beni nereye götürecek, henüz bilemiyorum. Ama zoru seçtiğimi biliyorum. Umarım sorunlara gülerek bakabilme yeteneğimi hiç yitirmem.
Eylemcim bu konular üzerine düşüncelerini, görüşlerini merakla bekliyor, sana güzel ve verimli günler diliyorum.
Çok sevgiler
Zehra
II. EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA
29 Eylül 2019, İstanbul
Hocam,
Mektubunuz bana büyük sürpriz oldu. Son mektuptaki soruların olası yanıtlarını düşünüp dururken sizden bir mektup daha geldi, üstelik yeni sorularla birlikte.
İki mektubunuzda da nostalji ile eleştirel düşünceyi pek yan yana hayal edemediğinizi söylemiştiniz. Bugünün oyunlarına yönelik endişeniz ve eleştiriniz anladığım kadarıyla oyunların beslediği nostalji duygusundan kaynaklanıyor. Geçmişe geri dönmeler, kayıplar, yarım kalanlar, pişmanlıklar, telafiler, vs.
Nostos (eve dönüş) ve algia (özlem) sözcüklerinden oluşan nostaljinin aslında basitçe özlem demek olduğunu biliyoruz. Bir zamanlar içinde yaşadığımız ya da yaşadığımızı sandığımız bir eve, bize ait olduğunu düşündüğümüz bir deneyim mekânına duyduğumuz özlem. Belki şunu sorabiliriz: Neden bu kadar çok özlüyoruz? Özlediğimiz için şeyleri tekrar ediyoruz? Yeniden hatırlıyor, yeniden canlandırıyor, yeniden yazıyor, yeniden bir döngünün içine giriyoruz. Bir şeye hasretlik çekmekle onun etrafında hiç bitmeksizin yeniden ve yeniden dönüp durmak arasında nasıl bir ilişki var? İkisi yan yana gelince kısır bir döngü mü oluşturuyor, yoksa her defasında kendimize yeni bir başlangıç yaratmanın, yeniden umut etmenin yollarını mı arıyoruz? Geriye dönüşler, tekrarlar orada yarım kalan, belki hiç başlamayan belki de tamamen tüketilmiş fikirleri, duyguları yeniden ele alıp “geri dönüştürmenin”, kaybedileni, tüketileni yeniden kazanmanın yaratıcı bir yolu olabilir mi? Mektubunuzu okuduğumdan beri, bu konudaki endişenizi ve eleştirinizi tamamen göz ardı etmeden, meseleye bir başka tarafıyla baksak ne elde ederiz diye düşünmeye çalışıyorum. Zaten siz de buna işaret etmişsiniz. “Geçmişe bakış, geçmişle yüzleşme şiddetin kökenlerine inmemizi sağlıyor mu? Bizde başka türlü de olabilirdi gibi bir duygu ya da umut uyandırıyor mu” diye sorarak. Galiba, soruya “evet” dedirtecek hem özlem dolu, hem de eleştirel ve yaratıcı oyunlar izledik. Ne dersiniz? BGST’nin 1915’i ve soykırımın tiyatroya, kültürel yaşama etkilerini konu edinen Kim Var Orada?/Muhsin Bey’in Son Hamlet’i ve Zabel gibi oyunları, Yersiz Kumpanya’nın Unutulan’ı, hatta Nihayet Makamı. Dört oyun da yüzünü geçmişe çevirip yirminci yüzyıl başına dönerken, yeni bir çağın henüz başında olan biz milenyum insanının bugün yaşadığı toplumsal, siyasal şiddetin, kutuplaşmış bir dilin oralarda bir yerde nasıl yuvalandığını gösteriyordu. Orada bir yerde kurulmuş ama siyasal ve toplumsal vesilelerle kaybedilmiş imkânlara yönelik bir özlem, onu geri kazanma çabası dört oyunda da vardı. Bu oyunlar geçmişte olanları dert edinmek, geçmişe eleştirel bir malzeme olarak yaklaşmanın yanı sıra, bir zamanlar orada olanların, güzel anıların, kaybedilen, kaçırılan fırsatların hasretini çeken oyunlar. Bu yüzden oyunların çoğunun bir türlü sonu gelmiyor. Geldiği anda da tekrar başladığı ilk ana kaçıveriyor.
“Psikolojik oyunlara neden bu kadar ilgi” olduğuna gelince. Haklı olabilirsiniz hocam, gerçek hayatta kayıtsız kaldığımız şeyleri sahnede görmek bizi etkiliyor olabilir. İyi ama neden? Sahne dediğimiz yerde tam olarak ne oluyor ki orada “ortak insanlığımızı” hatırlayıveriyoruz? Başkasının acısını, sevincini, özlemini, heyecanını ya da korkularını paylaşıveren çok duyarlı, hassas, empatik varlıklara dönüşüveriyoruz? Anlatılanın bizim hikâyemiz olduğunu mu düşünüyoruz? Yakın tarihli çalışmalar, bu yüzyılda ciddi bir bellek patlaması yaşandığını ortaya koyuyor. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada. Bugün tiyatro belki de hiç olmadığı kadar “bireyin” meseleleriyle meşgul ve anlatmaya susamış durumda. Siz bu oyunların çoğunlukla anlatıları besleyen politik, toplumsal ve etik meseleri ortaya koymakta yetersiz kaldığını vurgulamıştınız. Belki de ‘psikolojik oyunların’ bu tehlikeyi barındırdığını. Bazen meselelerin ardında yatan siyasal, toplumsal nedenleri oyunda görünür kılacak bir sahne dramaturgisi yapmak çözüm olmuyor. Lâl Hayal’in başına gelen biraz böyle bir şeydi. Yahut ben oyunu izlerken benim başıma gelen buydu diyelim. Siyah takım elbisesi, yüzüne geçirilmiş, vahşi bir hayvan maskesiyle Erk temsili biraz ürkütücüydü, size katılıyorum. Bu, şüphesiz bizi sarıp sarmalayan, potansiyellerimizin önünü tıkayan, yaşamımızı olumsuz biçimde değiştiren güç ilişkilerinin bir somutlamasıydı. Ama hem erkek hem korkutucu bir yaratık gibi sahnede vücut bulması erk denen olguyu dışsallaştırıyor, görme biçimimizi daraltıyordu. Oyun mevcut olanı, yani kabaca söylersem Lâl’i “hastanelik eden”, ölümün kıyısına getiren sebepleri göstermesine gösteriyordu ama bu gösteri Erk’in performans alanına dönüştükçe oyunun imkân alanı, yani sizin başka türlü nasıl olabilir diye sorduğunuz o umut imkânı daralıyordu. Bence burada bir denge sorunu vardı. Sahne gücünün çoğunu erk denen sistemi görünür kılmaya verince hikâyenin can damarı olan ve Lal’e de ölümün kıyısında yattığı yoğun bakım odasında can verecek “kadın dayanışması” fikrini gölgeliyordu. Yani Lâl Hayal’de sahnedeki anlatının bir sarkacın ucunda gidip geldiğini düşünürsek sarkacın ucu ‘Hayal’den çok, Lal’e kayıyordu. Birlikte düş kurma potansiyelimizden çok, gündelik yaşamımızı ve düşlerimizi dilsizleştiren sorunlara kayıyordu. Bu oyunu ve geçen mektupta konuştuğumuz “araftaki kadın” hikâyelerini Feminist Çaba eleştiri, araştırma grubunda detaylıca konuşalım isterim. Çünkü Lâl Hayal tartışmaya ve başka oyunların ışığında okunmaya, düşünmeye değer.
Ve mizah meselesi. Mizah ısınamadığım değil de üzerine pek düşünmediğim bir alanmış. Siz sorunca fark ettim. Sebebini açıklamak kolay değil ama oldum olası İbsen, Çehov, Beckett gibi yazarları okuyup izlemeyi Brecht’e, Moliere’e, Aristofanes’e tercih etmişimdir. İkinci grubu yabana atmıyorum tabii ama bende ibrenin ucu hep birincilere kayıyor. Umarım bunu söylediğim için tiyatro çevresinden aforoz edilmem. Örneğin, ilk mektubumuzda konuştuğumuz Artık Bir Davan Var. Bir taraftan ne kadar eğlenceliydi, o oyunda çok gülmüştüm. Distopik bir mizahı vardı. Ne var ki hakkında Türkçe ve İngilizce iki ayrı deneme yazmış olmama rağmen hiçbirinde oyunun mizahi yanını ve oyundan aldığım keyfi kayda geçirmemişim. Bunu bilerek mi yaptım. Hayır. Tiyatro aracılığıyla ve tiyatro hakkında düşünmenin en güzel taraflarından biri de bu. Kendinizle ilgili bilmediğiniz, deşmediğiniz taraflar ortaya çıkıyor. Bunu niye bilmediğimiz, şimdiye kadar sormadığımız ve deşmediğimiz dahil.
Her şey gibi mizah da değişmiyor mu? Gezi’de bambaşka bir dille karşılaştık örneğin. Bu dilin mizahla bezendiğini, ne kadar yaratıcı ve eskinin politik, toplumsal tavır ve söylemlerinden ne kadar farklı olduğunu tartışıp durmuştuk. Türkiye bugün her şeyiyle mizah malzemesine dönüşen bir ülke oldu, doğru. Ama mizah duygusunu kaybetti mi, sanmıyorum.Şeyler yer değiştiriyor, el değiştiriyor sanki. Bir zamanlar eleştirel düşüncenin en etkili mevzilerinden biri olduğu muhakkak. Şimdi bu bayrağı Rap müzik aldı gibi. Rap müzik mizahı, öfkeyi, protestoyu, alaycılığı, pek çok farklı duygulanım boyutunu harmanlayıp patlatıyor. Susamam adlı video klipte yer alan sanatçıların soruşturmalık olmasını düşünebiliriz örneğin. Bir de şu var: Bir önceki dönemde güçlü bir mizah algısı vardı ama toplumsal cinsiyet ve feminizm konularında da ciddi eksiklik vardı. Adını andığınız yazar ve sanatçılar kuşağına bakınca -örneğin Aziz Nesin oyunları, hatırlayın sizinle konuşmuştuk yine- onca eleştirel yaratıcılığına rağmen kadınlar hep ikincil konumdalar. Kimi zaman alay konusular. Yakın zamanda izlediğim politik taşlama Bir Baba Hamlet, yer yer mizahi gücünü kadınlara yönelik alaycı tavrından alıyordu. Oyun yaşadığım yere, Sarıyer’e gelmişti. Sarıyerliler sahnede Hamlet’in amcası kralı görünce “hırsız, katil”, annesini görünce “yalancı, kaltak” diye hep bir ağızdan kahkalarla bağırıyordu. Bağıranlar arasında bir zamanlar birlikte tiyatro yaptığım arkadaşlarımdan ilkokuldan öğretmenlerime kadar tanıdığım pek çok kadın vardı. Seyirciden bunu talep eden ise oyunun “interaktif doğası gereği” sahnedeki iki erkek oyuncuydu. Bizde mizah ve taşlama geleneğiyle feminist bakış arasında uyuşmazlık var. Önce bu ikisini barıştırmak gerekiyor. O yüzden feminist mizah arayışınız çok kıymetli. Memleketimden Kadın Manzaraları’nı okuduğumda çok eğlendiğimi hatırlıyorum. Oyunun DT repertuarına girmesine de çok şaşırmıştım ayrıca. Politik taşlama ve mizahi oyunlar karşıtı önyargıyı besleyen bir faktör de “didaktik olma”, “didaktizme bulaşma korkusu” olsa gerek. Çünkü bu bir bakıma sığlıkla, yaratıcı ve eleştirel olmamakla, hatta bu yüzden çağının gerisinde kalmakla bir anılıyor? Geçen sene İstanbul DT’nin sahnelediği Kosovalı Peer Gynt diye bir oyun vardı. Görüşlerine çok önem verdiğim edebiyatçı bir arkadaşımla oyunu konuşuyorduk. İkimiz de oyunu çok sevmiş, İbsen’in Peer Gynt’ünün bugünün göç dalgasında Avrupa’nın sınırlarını zorlayan genç, ele avuca gelmez, muzip bir Balkan göçmeninin hikâyesine dönüştürülmesi bir yana, oyunun politik tavrını, eleştirel becerisini övüp durmuştuk. Hatta oyundan sonra metne ulaşmış, okuyunca bizde niye böyle oyunlar yazılmıyor diye içerlemiştim. Kosovalı yazar Neton Neziray, oldukça etkileyici bir biçimde İbsen’in Peer Gynt’ünü ve meşhur kendin olmak ne demek sorusunu Brechtyen epik tiyatroyla harmanlayıp kendi ülkesinin 30 yıllık yakın tarihine eleştirel, mizahi, duygusal bir bakış sunmuştu. Anlatılan sadece Kosova’nın değil çoğumuzun hikâyesiydi. Ne var ki, tartışmada geldiğimiz son noktada arkadaşım oyundan aldığımız onca keyfe rağmen, “neticede politik taşlama ve biliyorsun politik tiyatro ile politik taşlama arasında kalın bir çizgi var” deyip sınırları belirlemiş, son sözü söylemişti. Sonrasında sohbet “bugün neden politik tiyatro öldü, elde kalan sadece politik taşlama oldu” gibi bir tartışmaya dönmüştü.
Belki farketmişsinizdir. Mektuplaşmalarımızda da sık sık etrafında dolandığım bir şey var. Bazı kavramlar, belli dönemlerde neden her zamankinden çok olumsuz çınlıyor. Yalnızlık, nostalji, özlem, didaktizm… Liste uzun. Mizahı mı yoksa daha dramatik metinleri mi tercih ettiğim bir yana, benim kafamı kurcalayan hep bu önyargılar olmuştur. Oysa kavramların sadece bir yönü yok. Biz onu ne kadar ele alır, farklı taraflarıyla görmeye çalışırsak her birinin barındırdığı siyasal, toplumsal, kültürel özellikler kadar etik, estetik ve eleştirel potansiyelleri de açığa çıkacaktır diye düşünüyorum.
Bu konuda beni etkileyen isimleri ve oyunları sormuşsunuz? Feminist mizah arayışında bize kılavuzluk edebilecekler; Firuze Engin’in oyunları, Esmeray’ın kendi yaşamını anlatma biçimi, Aysel Yıldırım’ın oyunculuğu ve kesinlikle Zeynep Kaçar’ın oyunları ilk aklıma gelenler. Son yaptığı Açı Kenar Açı, geçen sezon izlediğim en iyi oyunlardan biriydi. Ama bu oyunlardan bir başka zaman uzunca söz etmek isterim.
Şimdilik mektubuma burada ara vermek zorundayım. Bugün Pazar. Arkadaşımın annesi aşure yemeye davet etti. Sonra Sarıyer’den arkadaşlarla sahilde oturacağız. Akşam da Fahimeh konsere davet etti. İstanbul’da son gecesi. Berlin Filarmoni Orkestrası’nın 12 çellisti İstanbul’da “Bir Sonbahar Festivali” konseri verecek. Birlikte gideceğiz.
Kalan tatil günlerinizi Olimpos’ta en verimli şekilde geçirmeniz dileğiyle.
Size ve Norbert’e sevgiler.
Eylem.