Nuray Büyükdağ’ın Gazete Duvar’da yayınlanan söyleşisini aktarıyoruz. Kadıköy Emek Tiyatrosu, “Sahnenin adının değişme zorunluluğunda da, oyunumuzun yasaklandığı dönemde de, polisin sahnemizi abluka altına aldığı günlerde de sadece şunu söyledik: Sarılırız geçer. Güleriz gider. Şimdi daha çok gülüp, daha çok sarılma vakti” diyor ve üretmeye devam ediyor.
Tiyatro sadece bir gösteri sanatı değil. İlkel ritüellerden bu yana insanın kendini ve doğayı, doğadaki olayları anlama ve estetik bir dille anlatma çabası olarak, her dönemin ihtiyacına göre biçim değiştirerek devam etti. Aynı zamanda insan olmanın ve dünyadaki adaletsizlikler hakkında düşünmenin, her türlü yasağı, egemen söylemi ret etmenin bir temsili oldu. Brecht gibi. Oyunlarında kapitalizmi, kapitalist sistemin körüklediği savaşı, faşizmin toplumsal ve ekonomik boyutuyla dünyaya verdiği zararı ve bireyler üzerinde yarattığı güvensizliği ve yozlaşmayı irdeleyen Brecht gibi.
O “tarihi yaratanların insanlar” olduğunu söyler. Bu nedenle de oyunlarıyla dünyayı değiştirmek için insanların düşünsel sürece yönelmelerini sağlamayı amaç edindi. Hitler Almanya’sında ötekileştirilmeyi, baskıyı, oyunlarının ve filmlerinin yasaklanıp sansürlenmesini yaşadı. Yıllarca Avrupa’nın birçok şehrinde ve Amerika’da yaşamak zorunda bırakıldı. Ama bulunduğu yerden, savaşın, militarizmin birey ve toplum üzerindeki yıkıcılığından bahsetmekten, politik olanı şiirselleştiren oyunlar yapmaktan asla vazgeçmedi. “Karanlık dönemlerde peki, şarkı da söylenecek mi? Elbette şarkılar da söylenecek belgeleyen karanlık dönemleri” der…
Kadıköy Emek Tiyatrosu da, “Sahnenin adının değişme zorunluluğunda da, oyunumuzun yasaklandığı dönemde de, polisin sahnemizi abluka altına aldığı günlerde de sadece şunu söyledik: Sarılırız geçer. Güleriz gider. Şimdi daha çok gülüp, daha çok sarılma vakti” diyor ve üretmeye devam ediyor.
Eski tekstil atölyesinden sahne yaratan, şimdilerde sekizinci yılını kutlayacak olan Kadıköy Emek Sahnesi’yle tiyatroyu konuştuk bu hafta…
Tek başına sahne kurmak cesaret isteyen bir iş. Adından da belli ki, binbir emekle kurulmuş olan Kadıköy Emek Tiyatrosu’nun hikayesini anlatabilir misiniz? Nasıl bir hayalle burayı kurdunuz?
2012 yılında cahil cesaretiyle kuruldu. Yeditepe Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nden mezun olduktan üç yıl sonra kurdum sahneyi. Piyasadan kimseyi tanımıyordum. Sahne nasıl işletilir, ilişkiler nasıl yürür bu dünyada inanın hiçbir bilgim yoktu. Diyorum ya cahil cesareti… ‘Eski tekstil atölyesinden sahne yaratacağız, anlatacak hikayelerimiz, gerçekleştirecek hayallerimiz var bizim’ diye çıktım yola. Şimdi sekizinci yaşını kutlayacağız.
Nasıl bir sahneniz var? Hala tamamlayamadığınız teknik veya diğer eksikleri var mı sahnenizin?
Sahne de oyuncu gibi asla ‘oldum ben’ diyemez. Hep vardır bir eksiği, olmalıdır da. Teknoloji her geçen gün gelişiyor. Ona maddi olarak da, hız olarak da yetişmek imkansız. Hem sahnenin fiziki koşulları hem de ekonomik nedenlerle çok eksiğimiz var tabii.
Sahneniz Kadıköy merkezine, alışılmış ışıklı caddelere biraz uzak ve aslında şu anki genel tiyatro seyircisinin de gitmeye pek alışkın olmadığı bir bölgede diyebiliriz?
Bu konu üzerine tez yazan güzel insanlar da gelip sohbet etti bizimle. Sanırım varoşa tiyatro kurma fikrinin garip ama çekici bir tarafı var. Dünyada çok örneği var diyeceğim ama dünyadaki tiyatro işletmeleriyle bizimkiler arasında küçük bir devlet desteği farkı var. Acıbadem’le Fikirtepe arasındaki kavşaktayız biz. Yukarı çıkarsan burjuva, aşağı inersen varoş mahalle.
Mahalle halkının yaklaşımı ve seyirci olarak ilgisi nasıl? Bir iletişiminiz var mı?
Seyircimiz iki taraftan da var. Ancak Fikirtepe esnafı bizi bağrına bastı diyebilirim Acıbadem’dekilerin aksine. Sahnenin kurulmasının üzerinden iki yıl falan geçmişti. Salı Pazarı’nın karşısındaki bakkalda alışveriş yapıyordum. Önümde bir hanımefendi vardı. Bakkal kadına ‘ablacım tiyatroda hiç göremiyoruz sizi’ dedi. Kadın şaşkın, adam zevkle devam ediyor… Beni göstererek ‘Bak bu hanım ablacım buraya tiyatro kurdu biz akşamları çoluk çocuk gidiyoruz valla’ dedi. Kadın bana döndü biz hep Haldun Taner’e gidiyoruz (snop bir tavırla). ‘Sizin tiyatro nerede?’ dedi. Buranın iki yanı diye cevapladım. ‘Aa şekerim hiç görmemişim bizim evde hemen yokuşun yukarısı oysa’ deyince bakkal amcam araya girdi; ‘Ablacım belki de mesele o yokuştan biraz aşağı inmektir’ dedi. Bazen ‘keşke daha merkezi bir yer olsaydı’ diyenlere bu cevabı veririm. Mesele o yokuştan biraz aşağı inmek…
Türkiye’de sahne açmak da, tiyatro yapmak da çok zorlu bir süreç. Siz de Kadıköy’de çoğalan bağımsız tiyatroların ilklerinden ve en bilinenlerindensiniz. Kadıköy Emek Tiyatrosu üzerinde birçok tiyatrocunun birlikte büyüttüğü bir sahne algısı var.
Ah ne güzelmiş bu algı. Gücünü kolektivizmden alan tiyatromuzun ‘birçok tiyatrocunun birlikte büyüttüğü sahne’ ibaresine mutlu oldum. Birlik, beraberlik, dayanışma açısından bir zorluğumuz hiç olmadı. Yalnız yürüyen bir ekip hiç olmadık. Eğer öyle olsaydı çok zorluk çektik derdim. Biz bayram sofrasına birlikte oturmaktan keyif alan çocuklarız. Ekonomik veya hükümetin baskı, yasaklama, sansür, vergilendirme gibi yıldırma politikaları zorlamıyor bizi. Aksine bunlar bizi güçlendiriyor. Sahnenin adının değişme zorunluluğunda da, oyunumuzun yasaklandığı dönemde de, polisin sahnemizi abluka altına aldığı günlerde de sadece şunu söyledik. ‘Sarılırız geçer. Güleriz gider. Şimdi daha çok gülüp, daha çok sarılma vakti’. “Zorluk” sözcüğünün bizdeki karşılığı “yalnız kalmak” olduğunu düşünürsek “zorluk” çekmedik.
Söyleşinin devamı için tıklayınız: