Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu
I. EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA
13 Eylül 2019, İstanbul
Merhaba hocam,
Bu mektubu size birkaç kez -1 Eylül, 9 Eylül ve son olarak dün 12 Eylülde- yazmaya çalıştım ancak hiçbirini tamamlayamadım. Yarım kalmalarının sebebi (arkadaşımın Kuzguncuk’taki evi, Emirgan Sabancı Müzesi bahçesi ve İstinye Vapur İskelesi yanındaki çay bahçesi gibi nostaljik mekânlarda) yazmaya çalışırken hesapta olmayan sebeplerle buraları ve dolayısıyla mektubu terk etmek zorunda kalmam mıydı yoksa mektubun da cevap aradığı sorudan nasibini alması mıydı bilemiyorum. Şundan söz ediyorum. Son mektubumuzda Yaralarım Aşktandır’tan hareketle “araftaki kadın hikâyelerini” konuşmuştuk. Ben “kadınlar, niye araftalar” diye sormuşum, sizse şöyle demişsiniz:
“Ölüm sonrası araftan kurulan hikâyelerin geriye dönük bir seyri var. Pişmanlık, yaşanmamışlık acısı, vb duyguları yol açıcı bulmuyorum. Tersine bloke oluyoruz. Maalesef bugün anlamlı yaşama, yaşamına değer katmaya çalışma olgusu ölüme, yok oluşa bırakıyor kendini. Bu da bugünün bir eğilimi olmalı. Politik toplumsal sorunlar, bu sorunlar karşısında bireyin kendini yetersiz duyması, kıstırılmışlık, tıkanmışlık duygusu, çaresizlik, kolektif bilinçaltını besliyor, böylece tiyatroda yeni eğilimler ve yeni modalar oluşuyor.”
Satırlarınızı okuduğumdan beri kendime sorup duruyorum ve bazen işin içinden çıkamıyorum: Pişmanlık, yarım kalmışlık, yaşanmamışlıklar ya da diyelim ki geriye, geçmişe, bir başka bir an’a özlem bana bir şey anlatıyor mu? Güç de olsa cevabım “evet, hem de çok”. Ben galiba geleceği geriye doğru düşleyenlerdenim. Geriye dönerek duygu ve düşüncelerini anlayan, dönüştüren ve böylelikle kendisi de dönüşenlerdenim. En azından şimdiye dek böyle olduğunu umut ediyor ve varsayıyorum. Bu benim için bir an’a takılıp kalmak, başarısızlığa saplanmak, hayıflanmak, kendi kendini kamçılamak değil. Belki “geçmişi onarmanın”, böylece şimdiyi, hayatı yeniden geri kazanmanın bir yolu. Başarısızlıklarımdan başarı, keder ve hüzünlerimden sevinç ve umut çıkarmanın bir yolu. Fakat burada geçmişle kurduğum şahsi ilişki yerine sahnenin geriye yönelik jestini ve duygusunu tartışmak niyetindeyim. Çünkü ikincisi, birincisine kıyasla daha kolay, daha ifade edilebilir ve anlaşılabilir geliyor bana (ya da tiyatro sahnesinde olan biteni anlamak kendimi anlamanın daha dolambaçsız bir yolunu sunuyor).
Hocam, belki de tartıştığımız şey, yani sahnede gördüğümüz anlatıların geriye dönük “ortak tonu” bugüne özgü tarihsel bir duygudur. Pişmanlıklar, yeniden başa dönmeler, gerçekleşmemiş düşler, yaşanmamışlık hissi, yarım kalmışlıklar vesaire belki yeni dönemeçleri fark etmemizi, gerçekleşmemiş olasılıkları bulmamızı, kısacası bize yeni imkânları sunabilir. Tam şu an dinlediğim Yeni Türkü (Umut) şarkısında söylendiği gibi “her başlangıçta yeni bir anlam vardır”. İzlediğimiz oyunlar geleceği düşlemenin yolunun geçmişin sorumluluğunu üzerimize almaktan geçtiğini söylüyor olamaz mı? Siz, bunun yaşama değil ölüme, yok oluşa, dolayısıyla tıkanıklığa yol açtığını vurgulamışsınız. Bu yaklaşımınızı tamamen göz ardı etmeden, ben de söz konusu “tıkanık duyguların” hangi ölçüde yaşamımıza değer kattığını sormayı deniyorum. Bir de şu var tabii: Bir şeye hasretmekle, pişmanlıkla, geçmiş özlemiyle eleştirel düşünce arasında ters orantı mı söz konusu? Geçmişe yöneldiğimizde, nostaljiye gömüldüğümüzde eleştirelliğimizi kaybediyor muyuz?
“Ölüme dair değil yaşama dair bazı şeyleri söyleyen kadın oyun yazarlarının olmasını isterdim” diye dilemişsiniz. Dün akşam Kireçburnu sahilinde tiyatrocu bir arkadaşımla yürüyüş yaptık. “Kadınlar, Niye Araftalar” mektubumuzu okuduğunu, sorunun onu da çok düşündürttüğünü, dahası adını andığımız hiçbir oyunu izlememiş ve duymamış olmasına karşın şu sıralar yazdığı son oyununun “ölüm sonrası konuşan kadınlar”ın hikâyesi olduğunu paylaştı benimle. O da bizim gibi tiyatronun ve oyun yazarlığının süregiden politik huzursuzluk ve gerginliklerden bağımsız olmadığını düşünüyor. Yani mevcut tiyatro pratikleri içinde yaşadığımız atmosferi, muğlaklığı, kaygıları yansıtıyor. “Araftaki kadınlar” meselesinin ise kadına yönelik şiddet ve cinayetlerle yakından ilişkili olduğunu savunuyor. Arkadaşımın yeni yazdığı oyun ve kendi sürecinden söz ederken vurguladığı bir şey vardı: Özgürlük. Ona göre ölüm denen o bilinmez yer kurmaca düzeyinde artık bütün korkuların aşıldığı, bizi bu hayatta susmaya, olanlara göz yummaya mecbur bırakan her şeyden azade olduğumuz muğlak ama geri dönüşsüz, kaybedilecek bir şeyin kalmadığı bir yer; oradan kurulan hikayelerde kadınların sesinin daha gür ve radikal çıkması biraz bundan (diye düşünüyor).
Berfin’in yeni tek kişilik oyununuz Hayal Satıcısı’nı yöneteceğini biliyordum. Yakında provalara başlıyorlar sanırım. Umarım Hayal Satıcısı sizi olduğu kadar seyircisini de memnun eden başarılı bir oyun olur. Tek kişilik oyunlarda Bakhtin’in söylediği anlamda ve mizahi bir güç olarak çok seslilik aradığınızı söylemişsiniz, “hayalini kurduğum oyunculuk bu” diye ekleyerek. Bu yorumunuz çok hoşuma gitti. Biliyor musunuz benim hayatımda izlediğim ilk oyun tek kişilik bir oyundu. Çok küçüktüm. Şimdi ne oyunun, ne de oyuncunun adını hatırlıyorum. 92 ya da 93 yazında evimizin yakınındaki Enka Açıkhava tiyatrosunda izlediğim bu oyun cezaevindeki bir adamın şiirle, edebiyatla, mektuplarla hayatta kalma, direnme mücadelesi üzerineydi. İşte bunu hiç unutmadım. Sahnedeki tahtadan ranzası hâlâ gözümün önünde. O yıllarda aynı mekânda izlediğim kalabalık kadrolu komedilere, vodvillere kıyasla niye bilmem aklımda sadece bu oyun kaldı. Orta yaşlı erkek oyuncunun tek başına sahneyi nasıl bu kadar doldurduğundan etkilenmiştim sanırım. Şimdi düşününce muhtemelen Genco Erkal’ı izlemişimdir diyorum. Bütün izler onu işaret ediyor. O yıllarda Enka’da çalışanlar bizim mahallenin amcaları olunca her akşam onların “kaçak davetlisi” olarak tiyatro, sinema izler, konserler dinlerdik. Neyse, nostaljiyi bir tarafa bırakayım. Bizim mektupta tartıştığımız oyunlar da tek kişilik, yani monodramlar. Biçimsel olarak monolojik, kendi içine kapalı görünseler de toplumsal içerikleri ve seyirciyle iletişime geçme biçimleri bakımından diyaloğa yakınlar. Örneğin “hoş geldiniz” sözüyle başlayarak seyircisini karşılayan ve hemencecik kucaklayan o kadar çok tek kişilik oyun sıralayabilirim ki bu sezondan.
Türkiye’deki tek kişilik oyunlar bana biraz “yalnızlık anlatıları” olarak görünüyor, pek çok açıdan. Yalnızlığı birkaç anlamda kullanıyorum: Kendi başınalık, bağımsızlık anlamında, tecrit edilmişlik, ötekileştirilmişlik anlamında, yalınlıkla ilişkisi anlamında, tekillik anlamında, ‘yalnız’ edatının işaret ettiği alternatiflik, başka türlülük anlamında. O yüzden tek kişilik oyunlarda ilgimi çeken temel motif sahnedeki oyuncunun ‘yalnızlığı’ oluyor genelde. Oyuncular buna çok karşı çıkıyorlar. “Sahnede yalnızız diye bir şey yok, partnerimiz seyirci” diyorlar. Ama ben yine de “yalnız oyuncunun” imkânlarını düşünmeyi seviyorum. Hele de yalnızlıklar hikâyesini anlattığı/canlandırdığı karakterin yalnızlığıyla katmanlaşıyor ve bizi de kendi yalnızlıklarımızdan yakalayıp derinleşiyorsa, ortaya şahane bir duygu çıkıyor: Çoğalma, dünyayla bütünleşme, anlama, empati… Sizin çok seslilik dediğiniz şey burada paylaşılamayan yalnızlığın paylaşımı gibi bir paradoksa bürünüyor. Bu da sahnedeki yalnızlık/tekilliğin aynı zamanda bir çoğulluk olduğunu hissetmemizi, bu esnada seyirci ile oyuncu, seyirci ile öteki seyirciler arasında Turner deyimiyle bir communutas oluşumunu sağlıyor, bir aradalık hissini güçlendiriyor. Bence bunu sağlayan en anlamlı öge oyunun ne kadar çok “mümkünün”, olasılığın, imkânın kıyısını aşındırmasında yatıyor. “Nasıl”, “ne olabilir”, “başka ne olabilirdi”, “ne olmalıydı”yı yani mevcut haliyle bir dünyayı değil de “ya öyle olsaydı”yı düşündürten bir seyir deneyiminden söz ediyorum.
Bu arada biliyorsunuz arkadaşım Yan, Hong Kong’tan beni ziyarete geldi. Kumbaracı50’de tanışmıştınız. Sizi ve diğer Feminist Çaba üyelerini çok sevmiş. Ayrılmadan önce tekrar sevgi, selamlarını iletmemi rica etti. Bir hafta boyunca birlikte İstanbul’da gezdik. Tiyatro izledik, müzelere gittik, İstinye-Emirgan hattında yürüyüşler yaptık, vapur turları, bol bol simit, çay, muhabbet. Yan da vejetaryen olduğu ve tatlıyla arası pek olmadığı için “kebap, döner, turkish delight” turist ağırlama faslını atladık. Yan’la birlikteyken bir şeyi fark ettim. Onun çok sakin, dingin bir iç dünyası var. Sabahları erken kalkıp yoga, meditasyon yapıyor. Gün içinde muhakkak zaman ayırıp günlüğünü yazıyor. Onunlayken “yavaş düşünmek” diye bir şeyi sorgular oldum. Acaba fazla ivmeli bir hayat mı sürüyorum diye sorguladım kendimi. Fakat bir ezberim daha bozuldu. Buraya gelen herkesin İstanbul’a aşık olacağı, denizi, boğazı, vapuru, çayı, kediler, yemekler derken buradan ayrılmak zor olur, insan her an bu kente daha bir bağlanır gibi geliyordu bana. Ama Yan her şeyi çok sakin karşılıyordu. Hani neredeyse turist o değil de benmişim gibi sürekli her şeye “ne kadar güzel” deyip duruyordum. İstanbul’da en çok sevdiği şey bizim mahalle, ailem, komşularımız ve evin kedisi Leyla oldu. Yan’la üç yıl önce Romanya’daki Interferences Tiyatro Festivali’nde ve festival kapsamındaki genç eleştirmenler atölyesinde tanışmıştık. Çin’de doğup büyümüş. Üniversiteden sonra Hong Kong’a yerleşmiş, şimdi hem tiyatro eleştirmenliği yapıyor hem de bir üniversitenin Güzel Sanatlar Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışıyor. O gün bugün dostluğumuz, diyaloğumuz e-posta, görüntülü konuşmalarla sürüyor. Birlikte ortak projeler de yaptık. Geçen sene yeni bir projeye başladık. Proje dediysem öyle resmiyeti olan, fonlu bir şeyden söz etmiyorum (henüz). Hong Kong ve İstanbul’da yaşanan (occupy dedikleri) işgal hareketleri, yeni toplumsal hareketlilikleri, bunların hem kendini nasıl bir performansa dönüştürdüğü hem de bu politik-toplumsal hareketliliklerin estetik olanı, en çok da tiyatro ve performans çalışmalarını nasıl etkilediği, değiştirip dönüştürdüğünü (tabii bir de tersini) anlamaya çalışıyoruz. Yan buradayken birlikte uzun uzun sohbet etme fırsatımız oldu. İstanbul’a, şehrin kültürel, tiyatral yaşamına dair anlattıklarımı burada deneyimleme, gözlemleme fırsatı oldu. Yan, Hong Kong’a döndüğünde bana öyle güzel bir sürpriz yaptı ki. Burada tiyatro üzerine olan diyaloğumuzu oradaki tiyatrocu arkadaşlarına anlatmış. IATC (Hong Kong)’tan çok güzel bir e-posta aldım. Davetli yazar olarak benden onlar için yazmamı istediklerini, tiyatroya dair yaptığımız tartışmaların pek çok açıdan Hong Kong’lu okurlar için ilgi çekici olacağını ve daha sayamayacağım bir dizi onore edici cümle sarf etmişlerdi. Dahası bunun için bana iki aylık masrafım kadar bir telif ücreti veriyorlardı. Üç yıl önce de Yan’ın editörlüğünü yaptığı bir dosya için “From Melodrama to Monodrama” başlıklı bir yazıyla katkı sunmuştum. O zaman da Türkiye ile Çin tiyatrosu arasındaki değişim seyri, görme biçimleri arasındaki benzerlikleri fark etmiş ve çok şaşırmışlardı. Düşüncelerinizin bir çırpıda dünyanın bir başka tarafında yankılanması öyle güzel ve duygulandırıcı ki. Birazdan söyleyeceğim şey çok saçma biliyorum, hatta Handan’a söylediğimde katıla katıla gülmüştü ama duygularımı en iyi şu ifade eder. Çocukken izlediğim Kemal Sunal- Fatma Girik filmindeki (Japon İşi, 1987) bir sahne geldi aklıma. Veysel (Kemal Sunal) evinde misafir ettiği Japon turiste aşık olduğu kadından, ona kavuşmanın imkânsızlığından, yani hayallerinden, özlemlerinden, arzularından söz eder, dertleşir. Japon turist ülkesine dönmeden önce kadının sahne performansını kameraya alır, sonra Veysel’e bu kayıtlardan hareketle yaptığı robot kadını (Fatma Girik/ Başak) gönderir. Veysel bir süre aslında robot olan Başak’la bir aşk yaşar. (Çok maço, sorunlu bir aşktır bu, orasını geçiyorum. Filmi izleyip “bunun neyini sevdin Eylem, robot kadın adamın ayaklarını yıkıyor, Türk kahvesi pişiriyor, kuru fasulye yapıyor” demeyin.) Ben daha çocuk yaşta bu sahneye -ayak yıkama değil tabii, postayla gelen o koca sandığı açtığı sahneye- gülmek yerine hep duygulanmışımdır. Aynı dili konuşmayan iki insanın birbirinin derdinden anlaması, ötekinin bunu dert edinmesi ve onu rahatlatacak bir çözüm sunması bana öyle harika görünmüştü ki. İşte ben de bir an, “sevdiğimin robotunu” karşımda gördüğümden değil tabii ama birinin beni gerçekten dinleyip bu zahmete girmiş olmasından çok ama çok etkilendim. (Filmdeki gibi “yaşa be Japon arkadaşım, iyi ki düşünmüşsün” diyesim geldi.)
Yan’la sohbetlerimizden birine Fahimeh de katıldı. Üçümüz önce Akaretler yokuşundaki Artnivo’da buluştuk. Aydın Teker’in Mermer adlı performansını izledik, bir de Onur Karaoğlu’nun Vordonisi adlı interaktif katılımlı 8 dakikalık işini gördük. Bu da, Karaoğlu’nun önceki işi Işık Teorisi’nde olduğu gibi “zamanda yolculuk” ve zamanı nasıl algıladığımız, deneyimlediğimiz fikri üzerine kuruluydu. İlginçti çünkü odaya özel kostümlerle girdik, bir zaman yolcusu olduk. Burada olsaydınız zaman yolculuğu odasına girmenizi isterdim. Acaba siz 1010 yılında Marmara depreminde su altında kalan ve Karaoğlu’nun kurgusunda 4 Mayıs 2043’te tekrar su üzerine çıkacak olan ve “bizi bu dünyanın en mutlu insanı yapacağı” iddia edilen Vordonisi adasını görebilecek ya da hissedebilecek miydiniz? Ben gördüm mü, orasını söylemeyim. Ama hem geçmişe, geriye giderek dönüşmeye hem de ütopyalara inandığımız sürece her an görebiliriz galiba. Burada gördüğüm işlerden beni en çok Alper Aydın’ın Buradayım/ I am here adlı “bilimsel olarak dünyanın en yalnız hayvanı ilan edilen bir balinayla” insanın (Alper Aydın’ın) iletişime geçmeye çalıştığı “yalnızlık” üzerine çalışması etkiledi. 90’larda deniz altı araştırmacıları Pasifik’in kuzeyinde yaşayan bir balinanın çıkardığı sesleri keşfeder. Bütün balinalar 17-18 ses hızı aralığında birbiriyle iletişim kurarken bu balina 52 hızlık bir ses yaymaktadır. Bilim adamları önce balinanın sağır olduğunu düşünseler de çok geçmeden sorunun balinanın yalnızlığından kaynaklandığını, bunun bir tür kendini diğerlerine duyurma, “buradayım” deme ihtiyacı olduğunu anlarlar. Pasifikteki yalnız balinanın hikâyesi için bu linke bakabilirsiniz. (http://birgunbiryerde.blogspot.com/2014/08/pasifikte-yalnz-balina-52-hertz.html) Balinanın sesini duymak için (https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/7/7d/Ak52_10x.ogg)
Performansçı Alper Aydın ise balinanın yalnızlığıyla insanın yalnızlığı arasındaki duygu ortaklığına dikkat çekmek için 52 Hertz adı verilen bu balinayla iletişime geçme denemesi yapar. Bunun için doğup büyüdüğü Ordu’nun Yason Burnu’nda suya girer ve suyun içinde kesintisiz 53 zıplayış gerçekleştirir. Böylece suda git gide büyüyen 53 ayrı su halesi oluşur. “Balina’nın yalnızlığı kadar kendi biyolojik, varoluşsal yalnızlığını deneyimlediği bu çalışmada Aydın’ın tıpkı balinanın yaptığı gibi kendi bedensel hareketlerinin yaydığı sessel eylemleri keşfe çıkması, “konuşma yazma ya da seslenme” gibi insani iletişim biçimleri yerine beden sinyalini yaymaya çalışması çok hoşuma gitti. Çünkü bu karşımızdakiyle benzer frekanstan konuşma, ona “ben de buradayım” demenin çok yaratıcı ve etkileyici bir yoluydu. Dahası hocam hem balinanın ardı arkası kesilmeyen sesleri hem de performansçının pes etmeden aynı ritimle suda zıplayışları aslında bir umut etme denemesiydi. Sanırım beni en çok etkileyen de bu oldu. Şimdi düşünüyorum da yukarıda bahsettiğim ve adına yalnızlık anlatıları dediğim tek kişilik oyunlar da biraz böyle. Karşılıklı birbirini duyma, duyulur kılmak için sürekli olağan frekansının dışına taşma, birbirine ben de buradayım deme çabası gibi. Herkesin birbiriyle, iletişimin alışageldik anlamlarıyla değil belki ama (balina için 52 hız, insan için konuşma yerine beden sinyali yayma, zıplama gibi) kendi varlığının sınırına çıkarak tekilliğini paylaştığı bir yer gibi. Direnme, umut etme alanı gibi.
Sergiden sonra üçümüz –Yan, ben ve Fahimeh- Taksim’de bir çay bahçesinde oturduk, sohbet ettik. Fahimeh, “Türkiye’de ciddi bir Suriye meselesi varken tiyatro bu konuya dair neler yapıyor” diye sordu. Aklıma Dostlar Tiyatrosu’nun Göçmenleeer’i ve GalataPerform’un Yaşlı Çocuk’u geldi. Ama ikisi de doğrudan ya da sadece Suriyeli mültecileri dert edinmiyordu. Geçen sezon izlediğim Ben, Cuma adlı tek kişilik oyun dışında Suriyeli gençlerin İstanbul’da nasıl bir yaşam sürdükleri, neye maruz kaldıkları, dertlerine yönelik bir şey görmedim. Bu oyunu size bir maille uzun uzun anlatmıştım, hatırlarsınız belki. Fahimeh bu konu ülkede bu kadar büyük krizken, hatta AKP’ye bu yüzden ciddi oy kaybettirmişken neden tiyatroda bir iki örnek dışında pek ses yok diye üsteledi. Bizde göç oyunları var tabii. Ancak şu sıralar daha çok adına “Yeni Dalga” dedikleri, gençlerin Türkiye’den Almanya’ya göç etme meselesi revaçta. Birlikte izlediğimiz Zinnure Töre’nin oyunu Ara şimdilik son örnek. Ben de bu “yeni dalga göç”ü, tiyatroda göçün nasıl ele alındığı, “niye bir göçmen tiyatromuz yok ya da olmalı mı” gibi soruları konuşalım istiyorum. Ama bunu sonraki mektuba bırakmaktan yanayım. Siz giriş yapmak isterseniz memnun olurum tabii.
Bu arada şimdi neredesiniz? Olimpos’ta mı? Yeni kitabınız bitmek üzere mi? Son konuştuğumuzda İstanbul’a geldiğinizde hiç çalışamadığınızı, biraz uzaklaşıp yazılarınıza odaklanmak istediğinizi söylemiştiniz. Sonra Köln’e döneceksiniz sanırım. Geldiğinizde görüşebilir miyiz bilemiyorum. Bu ay sonu Cambridge’e gitmeyi, birkaç ay tez çalışması için kalmayı planlıyorum. Ama kesin değil, erteleyebilirim.
Neredeyse unutuyordum. Son oyununuza ilham olan Serap’ın oğlu evleniyor bu hafta sonu. Bizim mahalleyi bir telaş sardı, düğün boğazda bir sarayın bahçesinde olacak! Dün akşam mahallenin kadınları bir evde toplantı yaptı hatta. Ne giyeceğiz, kim kendine yeni elbise alacak, birbirleriyle kıyafetlerini paylaşmalar, kim kimin saçını, makyajını yapacaklar vesaire. Neticede ben dahil hiçbirimiz saray bahçesinde düğüne gitmedik. Güzel bir dayanışma ekonomisi işledi anlayacağınız. Düğünden fotoğraf göndereceğim size.
İstanbul’dan sevgiler,
Eylem.
II. ZEHRA İPŞİROĞLU’NDAN EYLEM EJDER’E
15 Eylül 2019,Olimpos
Sevgili Eylem
Yaz başını Girit’de geçirdikten sonra sonbahar başı her yıl geldiğim yalnızlık mekanı Olimpos Çıralı’dayım. Buna İstanbul’daki aşırı hareketli yaz günlerinden sonra çok ihtiyacım vardı. Köln’deki dingin yaşamımdan sonra İstanbul’un canlılığı ve hareketliliğini, Cihangir’deki evimin bahçesinde tiyatrocu arkadaşlarımla buluşmayı, boğaz yürüyüşlerini biliyorsun çok özlüyorum. Ama uzunca bir süre şehirden büsbütün kopma, doğayla iç içe olma bambaşka bir duygu. Her zaman ki gibi hem doğanın, denizin tadını doyasıya çıkarıyor hem de çalışıyorum. TV Dizi Pusulası, Dizi Eleştirisinin Temelleri kitabımın bir de yakında Almanya’da yayınlanacak olan Yapıcılığın Gücü, Türkan Saylan’la Söyleşiler kitabımın son okumalarını yapıyorum. Ondan sonra yeni bir projenin yolları açılır mı bilemiyorum. Önce bir kafamı boşaltmam, dinlendirmem lazım, kafa temizliği, çerçöpü süpürüp atma, camları sonuna kadar açıp tertemiz havayı içime çekme….
Mektubunda ‘geleceği geriye doğru düşlemeden’ söz ediyorsun. Haklısın geçmiş bize bugüne ilişkin çok şey söyleyebileceği gibi geleceğe yönelik de çok ipucu verebilir. Geçmişi odak merkezi yapan tiyatro oyunlarında bu gerçekleşebiliyor mu, gerçekleşiyorsa nasıl, sanırım buna bakmak lazım. Geçmişe yolculukta nostalji ve hüzün çok ağır basıyorsa bu o duygunun içinde hapsolmamız tehlikesini de beraberinde getirmiyor mu? Öte yandan gerçekten geçmişle bir yüzleşme söz konusuysa bu duruş elbette yepyeni yollar açacaktır. Bence nostalji geçmişe eleştirel bakmamızı, geçmişi sorgulamamızı engelleyen bir duygu.
Aslına bakarsan biz geçmişle yüzleşmekten hep kaçmış bir toplumuz. Resmi tarih yalanlarla kurgulanmış. Cumhuriyet devrimlerinin olumlu ve olumsuz çeşitli yönleriyle yüzleşmekten hep kaçınmışız. Varoluşumuz Cumhuriyet’e bağlı elbet, bunu nasıl reddedebiliriz? Ama bir de işin öbür ucu da var. Sözgelimi benim ikibinli yıllara kadar Dersim olaylarından haberim bile yoktu. Değerli belgesel sinemacı arkadaşlarım Nezahat ve Kazım Gündoğan’in Dersim’in Kızları ya da Hay Vay Zaman gibi belgesellerini izledikten sonra bakışım değişti. Yani şunu söylemek istiyorum tiyatro, edebiyat geçmişle ilgili bir sorunu bugünümüzü aydınlatacak bir biçimde sunuyor mu yoksa nostalji ve hüzün edebiyatının içinde mi kalıyor? Benim için bu soru gerçekten çok önemli Eylemcim…
Nostaljiyle ne şimdi ne de geçmişte barışıktım. Senin yaşlarındayken yazar arkadaşlarım Selim İleri, artık yaşamayan sevgili çevirmen dostum Ahmet Cemal ve Cem Duygulu, şair arkadaşım Güven Turan ve ressam Tülin Öztürk’le nostaljik bir grubumuz vardı. Hüzün, melankoli, ölüm, imkânsız aşk gibi duyguların ağırlıkta olduğu bir grup. Hiçbir zaman bu duygularla barışık olmadım, dahası bu bana varoluşsal felsefenin etkisi altında oluşan özgün olmayan, yapay bir eğilim gibi geliyordu. Selim hep o çizgide sürdürdü yazmayı, Ahmet ve Güven’in duruşları zaten biraz farklıydı, mizah duygularının gelişmiş olması onları bir dereceye kadar nostaljiden koruyordu, Tülin’in nasıl bir gelişme gösterdiğini bilemiyorum… Birileriyle yaşamımız bir dönemde kesişiyor, sonra da yollar yine ayrılıyor, ama mutlaka birbirimizden çok şeyler öğreniyoruz öyle değil mi?
Senin tek kişilik oyunlarla ilgili olarak “yalnızlık” diye tanımladığın olgu biraz nostaljiyi de barındırıyor mu içinde? İnsanın kendine, kendi geçmişine, acılarına, kırgınlıklarına dönmesi? Ben tek kişilik oyunlarda çok seslilikten söz ederken farklı bir şeyi kastetmiştim Eylemcim. Benim söylemek istediğim aslında yalnızlığın tam tersi bir şey. Tek kişilik bir oyunda toplumun farklı seslerinin de mizah yoluyla gündeme gelmesinden söz ediyorum. Hatırlayacaksın buna Genco Erkal’in Birtakım Azizlikler oyununu örnek getirmiştim. Mizahı içeren bir çok seslilik yalnızlık ve nostalji duvarını kırıyor. Belki bu konu üzerinde bir daha ki mektuplaşmamızda daha ayrıntılı olarak durabiliriz.
Tekrar nostaljiye dönelim. Gençken en canımı sıkan şey yaşlıların nostaljisiydi, yani “Bizim zamanımızda…” diye lafa başlamaları olurdu. Sanki onların zamanında her şey güllük gülistanlıkmış şimdi de bir rezalet yaşanıyormuş gibi. Şimdi elbette benim de bugüne kıyasla geçmişte yaşadığım çok güzel şeyler var. Altmış sekiz kuşağı ile birlikte yaşamın çeşitli alanlarına yepyeni bir soluk gelmişti. O dönemin tiyatrosu altın çağını yaşıyordu. Berlin’de Schaubühne, Berliner Ensemble müthişti, bizde de Dostlar Tiyatrosuyla, Ast’la yepyeni bir atılım olmuştu. O dönemdeki tiyatroyla bugünkü tiyatroyu kıyaslayamam bile. Bu bir gerçek. O zaman duruşum nasıl olacak? “Ah o günler” nostaljisine kapılırsam geçmişle bugün arasında duvarlar örmüş olacağım. Benim kuşağımdan bunu yapanlar çok. Bu, geçmişi yücelten bugünü de yok sayan çok hüzünlü bir duruş değil mi? Ama “ne mutlu bana ki tiyatronun bu altın çağını yaşadım” demek de var. “Olağanüstü yazarlarla, yönetmenlerle karşılaştım, tiyatronun ne olduğunu, ne olmadığını onlardan öğrendim, beni zenginleştirdiler, çoğalttılar”. Böyle dediğim anda bugünü daha iyi değerlendirebilir, dünle bugün arasında daha iyi bir denge kurabilirim. Ama bence bu dengeyi kurabilmemiz için nostaljiyi gerçekten aşmamız gerekiyor.
Geleceği geriye doğru düşlemeden çok bugünü, yani yaşadığımız anı, çağı, dünyayı anlama önem kazanıyor benim için. Bugünün içinde elbette yapamadıklarımız da olacak, kırılganlıklarımız da, keşkelerimiz de ama hüzün ve nostalji uyandıran bu duyguya kendimizi çok kaptırırsak yaşadığımız anın kapılarını da kapamış oluruz. Anı yaşama derken bir tür farkındalıktan söz ediyorum. Sanırım Çinli arkadaşın meditasyonla, Yoga ile bunu yapıyordur. Uzak doğu felsefesinin etkisinde oluşan bu duruş kendi duygularımızı, düşüncelerimizi, düşüncelerimizin ardında yatan düşünce sistemlerini ya da ideolojileri bütüncül bir bakışla daha iyi kavramamıza yol açıyor. Amerikalı meditasyon hocası ve Budist Jack Kornfield ya da filozof ve terapist Eckart Tolle bilinçli yaşamaktan söz ediyorlar bu bağlamda. Gündelik yaşamın hayhuyu içinde hipnotizma olmuş gibi yaşıyoruz. Korku, öfke, kızgınlık anlarında verdiğimiz otomatik tepkiler bunun tipik bir göstergesi. Bunun kırılması farklı bir bilinç düzeyinin oluşmasına, yani farkındalığımızın iyice gelişmesine bağlı. Bu duruşu benimseyebilirsek egomuzun yıkıcı gücü de azalabilir, böylelikle kutuplaşmaları da engelleyebilir, yaşamda daha sağlam ve sakin bir duruşu benimseyebiliriz. Bir tür bilgelik de diyebiliriz buna. Çinli arkadaşın Yan boğaz manzarası karşında ne güzel diye çığlıklar atmamış olabilir ama bu onun boğazın tadını çıkartmadığını anlamına gelmez ki. Sadece duygularında çok büyük inişler, çıkışlar olmuyordur, hepsi bu. Yaşam karşısında daha dengeli bir duruş da diyebiliriz buna. Bu güzel bir şey yaşadığımızda daha az haz aldığımız anlamına mı geliyor? Hiç sanmıyorum. Çok sevdiğim bir ressam vardır Paul Klee. Dikkatini çekti mi Köln’deki evimizde hep onun resimleri var. İşte bu resimler sözünü ettiğim türden bir farkındalığı yansıtıyor.
TV Dizi Pusulası, Dizi Eleştirisinin Temelleri kitabım üzerinde çalışma sürecinde dizilerin ne anlattığı, nasıl anlattığı, oyunculuk ve mekan kullanma açısından neyi, nasıl temsil ettiğini, ardında ne tür ideolojiler olduğunun üstünde dururken, sergilenen insan ilişkilerinin ne kadar yıpratıcı ve yıkıcı olduğunu da düşünüyordum ister istemez. Hep korku, öfke, öç alma duygusu, kin, iktidar, şiddet ve para hırsı, kısaca yaşamımızın küçük bir modeli gibi. Sanki biri bizlere öyle kötü bir büyü yapmış ki bunun dışına bir türlü çıkamıyoruz. Etki tepki ilişkisi içinde uyurgezer gibi yaşıyoruz. Büyük olasılıkla daha uygar bir gezegende yaşayan sözünü ettiğim bilinç düzeyine ulaşmış olan farklı bir insan türü dünyamıza gelse, gördüğü karşısında donup kalırdı. Aldous Huxley’in nefis bir romanı vardır: Ada. Okumadınsa mutlaka okumanı öneririm, çünkü umutsuzluğun karşısına umudu, sevgiyi, barışı koyan ütopik bir roman. Dünyamızın başka türlü olabileceği duygusunu veriyor okuyucuya. Ada’yı okuduğumda sanırım senin yaşlarındaydım, babamı kaybetmek üzereydim, gerçekten çok etkilenmiştim.
İranlı gazeteci arkadaşımız Fahimeh’yi ben de çok az tanıyorum. Ama sanıyorum mesleği gereği de o bugünün insanı. Duruşuyla, yazdıklarıyla bugünü anlamaya çalışıyor. Bir roman projesi var kendi göç öyküsüyle Suriyeliler’inkini kesiştiren bir proje sanırım. Sana anlattı mı? Suriyeliler konusu neden tiyatroda hâlâ gündeme gelmiyor sorusu bence de çok anlamlı. Sence neden olabilir? Kendi sorunlarımızın ağır basmasından mı? Suriyelileri bir de onlarla mı uğraşacaktık diye ötekileştirmemizden mi? Bu konulara henüz mesafe alarak bakamamamızdan mı? Bilemiyorum ama Suriyelilerle ilgili inanılmaz bir duyarsızlığı sergileyen öyle çok söylemle karşılaşıyorum ki. Kendi tanıdıklarımın içinde bile bazen birileri bu konuda öyle bir şey söylüyor ki donup kalıyorum.
Bizdeki yeni göç dalgası savaştan, ölümden kaçan Suriyelilerin yaşadıklarıyla kıyaslanamaz bile. Tabii elma ile armudu karşılaştıramazsın diyeceksin, haklısın da. Neyse uzatmayayım, göç konusunu sonraki mektubumuzda tartışırız. Bu arada merak ettim Yan’la Hong Kong’daki projeniz ne biraz anlatır mısın? Bir de sen onların dergisi için nasıl bir yazı yazmayı düşünüyorsun?
Şimdi güneş batarken yine yüzmeye gidiyorum. Denizle iletişimim de denize göre sürekli değişiyor, durgun suda kayarak yüzmek, dalgalarla boğuşmak, gün ışığına ve havaya göre sürekli değişen mavi, turkuaz, yeşil, turuncu gri, pembe rengine dalarak tadını çıkartmak, denizin dibine vuran güneş ışınlarını seyretmek, denizle gökyüzünün nasıl bütünleştiğini görmek… Bazen deniz içimi huzurla dolduruyor, bazen beni yoruyor, bazen de onunla iyice bütünleştiğimi hissediyorum (geçmişte balıktım belki de) bu da öyle bir mutlulukla dolduruyor ki içimi, iyi ki yaşıyorum duygusu….
Sana anlatmış mıydım çocukluğum Fenerbahçe Dalyan’da geçti. Burnumun dibinde uçsuz bucaksız deniz, iki günde bir balık, ıstakoz, karides… Annem ve babam gerçi vejetaryendiler ama onların vejetaryenlikleri sadece et yememekle sınırlıydı. Balığın bin bir çeşidi mutfağımızdan eksik olmazdı. Bugün de deniz ürünlerine bayılırım. İlk anım: En fazla iki yaşında olmalıyım. Yani ellili yılların başı olmalı. Sahilde kumsalda oturuyorum, çıplağım, sadece başımda güneş geçmesin diye arkaya doğru düğümlenmiş kırmızı puanlı bir örtü var, midye ve böceklerle oynuyorum. Babam denizde yüzüyor ve uzaktan bana seslenip el sallıyor. Dalyan’da o zamanlar her yerde uçsuz bucaksız bahçeler ve tarlalar vardı. Deniz de yaşamımızın doğal bir parçasıydı. Görüyorsun ya anlattıklarımın nostaljiyle ilgisi yok, çünkü denizle ilgili bütün güzel yaşantılar benimle yaşıyor.
Ve bugün her yer çevre kirlenmesi had safhada yaşanırken, her yer yıkılıp dökülürken Olimpos Çıralı gibi büyüleyici bir yerin olması tam anlamıyla bir mucize. En güzeli de benim bunun hala doyasıya tadını çıkartabilmem. Dünyaya geldiğim andan itibaren denizi bu kadar sevmeyi öğrenmemiş olsaydım, bugün de bunun bu kadar tadını çıkartamazdım. Görüyorsun nostalji olmayınca geçmiş bugün ve gelecek ne güzel bütünleşiyor.
Sana İstanbul’da keyifli sonbahar günleri ve doktora çalışmanda bol zihin açıklığı diliyorum Eylemcim.
Çok sevgiler
Zehra