Tülin Ulutürk
“Yas tutma; kayba verilen psikolojik yanıt, iç dünya ile gerçeklik arasında uyum sağlamak için yapılan bir uzlaşmadır.”
Vamık Volkan, Gidenin Ardından
Birey bir yakınını kaybettiğinde, bununla baş edebilmek için bir yas sürecine girer. Normal yas tepkileri kaybın yaşanmasıyla eş zamanlı olarak ortaya çıkar. Tatavla Sahne’de 2018-2019 sezonunda izleme fırsatı bulduğumuz Küskün Yüreklerin Türküsü, belirsiz bir zamana ertelenen yasın ağırlığını gözler önüne seriyor. Dahası seyircisini bu “belirsiz zamanın” hiç gelmeyebileceği gerçeğiyle yüz yüze getiriyor.
Küskün Yüreklerin Türküsü, Berat Günçıkan’ın aynı isimli röportaj kitabından Metin Balay tarafından oyunlaştırılıp yönetilmiş. Balay seyircisine bir belgesel oyun seyretme fırsatı sunuyor. Bu deneyimi anlatabilmek için belgesel oyun ile sahnelemenin uzlaştığı noktalardan söz edelim.
Küskün Yüreklerin Türküsü, Cumartesi Anneleri ile yapılan röportajlardan yola çıkılarak gözaltında zorla kaybetme üzerine seyirciyi düşünmeye davet ediyor. Sahnelemede kurgu değil “gerçek” merkeze alınarak oyunculuk biçiminde role girme yerine, temsil etme yöntemi kullanılıyor. Bu sebeple üç kadın oyuncu birer sandalyede oturuyor, sırası gelen oyuncu masanın üzerinde bulunan aksesuarları kullanarak bize başka bir annenin sözcülüğünü yapıyor. Ancak Cumartesi Anneleri’nin öyküsünün gücü, kendiliğinden bir duygusal etkiyi beraberinde getiriyor, bu etkiden kaçınılmaz bir biçimde oyuncular da seyirciler de nasibini alıyor. Zira oyunun meselesi seyirciyi en temel insani güdülerinden yakalayıp sarsıyor. Sağ ya da ölü bir beden, bir mezar olsun isteyen kayıp yakınlarının bu talebi, politik değil son derece insani bir noktadan seyirciye sunuluyor. Oyuncuların röportajlara dayanan monologlarını dinlerken, bir yandan da sahne arkasına yansıyan gazete haberlerini, fotoğrafları ve mektupları seyrediyoruz. Böylelikle sahneleme tutulmamış bir yasın yası halini alıyor.
Balay röportajları şiirsel bir formda seyirciye sunuyor. Böylelikle gündelik hayatın gerçekliğini teatral gerçekliğe taşırken bir yabancılaştırma arzuladığından söz edebiliyoruz. Seyirci seyir esnasında temsile uzaktan bakıp, unutulmaması gereken tarihsel bir lekenin gözlemcisi konumuna yerleştiriliyor. Bu gözlem seyirciyi hikayenin ağır yükü altında bırakıp küçültüyor. Böylelikle süreç boyunca, kadınların ne hissettiğini bizlerle paylaşıyor. Bu da henüz yapılmamış bir hesaplaşmaya bir anlamda destek niteliği taşıyor.