İbrahim Alp Okur
Bulutların öldüğü, zambakların birer birer hayatını kaybettiği, derelerin kuruduğu, lunaparkların yakıldığı ve arıların kaybolduğu bir yakın geçmiş ya da uzak gelecek… Rasathanelerde ölçülen değer sayısının biri, bir anda yıkılan hayal sayısının ise bin biri gösterdiği ve bu sarsıntıların coğrafyanın her yerinden hissedildiği bir dün ya da yarın… Ama bugün değil, şimdi değil, çünkü önümüzdeki dünya bir distopyaya uzanan patikayla karşılıyor bizi. “Sakin olun,” diye fısıldıyor yolculuğumuza eşlik eden tuhaf maskeli varlıklar, “distopik bir dünya bu, şimdinin sesi değildir duyduğunuz çığlıklar. Korkmayın, bu ürkütücü kahkahalar anın içinden sıyrılıp yakalamıyor sizi, hepsi geleceğin eli tırpanlı bekçisi.”
Yaşamaya devam edebilmek için balık hafızalı olmak gerekir bazen… Çünkü her şeyin üst üste geldiği zamanlar olur. İnsan üst üste gelen her şeyi üst üste koyarsa zihninin raflarına, o raflardan gelen çatırtı da eksilmez kulaklarından. Kalbini ya da beynini başkenti yaptığı bedeninde yaşananları da unutmaz, dilini bildiği şehirlerden birinin başkenti olduğu ülkesinde yaşananları da… ve bu yaşananlar kendi ruhunu ve ülkesinin ruhunu incitecek kadar zorsa, yaşamaya devam edebilmek için balık hafızalı olmak gerekir bazen. Hakikat, Elbet Bir Gün, suyun hemen altında, ortasında ve en dibinde, “buz gibi dibinde” yaşananları duyan ama balık hafızalı olamayan deniz canlılarının sesini duyuruyor bize.
Bu tabir sizi yanıltmasın, öğretmenlerden kargalara, salkım söğütlerden taksicilere, kayıkçılara kadar hava, kara ve deniz canlılarından birçoğu çıkıyor bu yolculukta karşımıza. Suyun altında da sadece yosunları, kumu, deniz taşlarını görmüyoruz. Yıkılan binalar da var orada, mezar taşları da… Nezarethaneler de var, hastaneler de… Yaklaşık doksan dakika süren dalışımızda karşılaştığımız birçok zaman, birçok mekân, birçok kişi ve hikâye var. Siz nefesinizi tutup o suya bırakıyorsunuz kendinizi ve basıncın giderek arttığı bir yolculuk başlıyor. Kimi zaman bir replik çarpıyor kulağınıza ve vurgun yemiş gibi oluyorsunuz suda. Bu vurgun tüm çırpınışlarınıza rağmen kumun üstüne seriyor yorgun gövdenizi ve bu sefer en yukarıya dikiyorsunuz gözlerinizi, suyun yüzeyinden yansıyan ışığın karanlığında kayboluyor bakışlarınız.
Vurgun etkisi yapan bu repliklere şaşıramıyorsunuz kumun üzerindeyken, çünkü oyun boyunca yanınızdan yörenizden sıyrılıp geçen kelimeler, cümleler edebi niteliği tescillenmiş bir oyunun replikleri[1]. Ayrılıklar sevdaya, tiyatro edebiyata dahil midir gibi soruların sorulduğu, metnin sayısı giderek artan “olmasa da olurlar” listesine eklenmeye çalışıldığı günümüz tiyatrosunda, bu ödülün bir tiyatro metnine verilmesi kadar bir tiyatro metninin bu ödülü hak etmesi de önemli. Öyle ki oyunun ardından metne ulaşmak, bazı satırları tekrar tekrar okumak istiyorsunuz. Sadece kâğıt üstünde güzel gözüken ama sahnede sesli kitap cümlesi gibi duran satırlardan bahsetmiyoruz. Oyun genel itibariyle edebi niteliğini sahnelemeden koreografiye, ışık kullanımından seyirciyle kurduğu etkileşime kadar yansıtabilmeyi başarmış. Burada da dans düzeninden dekor ve ışık tasarımına kadar aynı hayal ve mantık çizgisinde buluşabilmiş bir ekibin varlığı görülüyor.
Yediğiniz vurgundan kurtulabilirseniz devam edebilirsiniz suyun altındaki yolculuğunuza. Bu yolculukta gözyaşları denizin tuzlu suyuna karışan bir balık çıkar karşınıza. Bakışlarından anlarsınız unutamayan, balık hafızalı olamayan balıklardan olduğunu. Çünkü gözlerinde canlılığı görürsünüz, hani balıkçı tezgahlarına bakarken gözü en canlı görünen balığı tercih ederiz ya yemek için, işte o balıklarınkine özgü bir canlılık vardır bu hüzünlü balığın gözlerinde. Sonra karadan bir ses gelir kulaklarınıza, “Bakın bu balık prenses balığıdır,” cümlesini duyarsınız. Suyun hemen altında yaşayan ve emeksiz yemeğe tamah eden balıkların boğazlarını yırtıp geçen olta iğnesinde suya üfledikleri son nefeslerini işitirsiniz. Suyun ortasında yaşayan ve “geminin sesini, dibin nefesini” duyan ama sadece duyan balıkların varlığını öğrenirsiniz. Bir de suyun en dibinde bulunan, emeği ile yaşayan, güneşi sadece hayal edebilen balıklar vardır ve o balık karşınızdadır, “Bakın bu balık prenses balığıdır,” ile başlayan her cümleyle karşınızdaki balığın gözünden süzülen bir damlayı alıp kendi göz kuruluğunuza merhem niyetine sürmek istersiniz.
Hakikat, Elbet Bir Gün, tanıdık hikâyelerin alışılmadık cümlelerle anlatıldığı bir oyun. Sezonda sık sık görmeye başladığımız o hüzünlü, buruk ama sesini duyurmak isteyen karaktere sahip bir oyun var karşımızda. Üstelik her şeyin kısaldığı, dikkatimizin dağılmak için fırsat kolladığı bu zamanlarda ele aldığı hikâyeleri olabilecek en vurucu haliyle bize sunuyor oyun, öyle ki bir oyun içinde birden fazla hikâyeye tanık olabiliyorsunuz. Aşktan mücadeleye, kötülükten umuda kadar birçok tema hüzün çatısı altında yerini alıp bir bütün haline gelmiş. İdealist bir öğretmenin kentsel dönüşen çaresizliğinden oğlunun ölüm haberini alan bir annenin uğradığı yıkıma kadar birçok bildik hikâye, bir intihar mektubunun satırlarından sıyrılıp sahnede beden buluyor.
Oyunun ardından iç sesiniz zihninizin sahnesinde sahnelemeye devam ediyor oyunu, “Alıp gitmişler karanlıkta,” diyor, “Yok, daha hava kararmamıştı, güneş batmadan,” cevabını veriyorsunuz. “Dalgalar yükseldi boyumuza kadar,” diyor, “Gökkuşağı kayboldu ellerimizde,” cevabını veriyorsunuz. “Seni seviyorum demiş,” diyor, “Hayır, seviyorum seni demiş,” diyorsunuz. Hakikat, Elbet Bir Gün, “yirmi birinci yüzyılda pek hayatta kalamayan çiçeklerin” hikâyesini anlatıyor ve suyun en dibine davet ediyor seyircisini. Geriye tek bir soru kalıyor; bulabilecek misin bu suyun en dibine dalmaya yetecek cesareti?
[1] 25. Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü “Hakikat, Elbet Bir Gün” oyunuyla Berkay Ateş’e verilmiştir.