Mehmet K. Özel
“bir meşrutiyet faciası yahut gündüzlerimiz” birbirinin aynı beyaz kıyafetler içinde, ama tavır ve tonları farklı üç erkeğin sahneye dağıtılmış üç sandalyede otururkenki konuşmalarıyla başlıyor. her birinin bir yandan yemek yermiş gibi yapıp bir yandan da kendi dünyasındaki bir kişiye hitaben söylediği sözleri paralel bir kurguyla izliyoruz; sanki aynı lokantadalar ve biri sevgilisiyle, diğeri müdürüyle, üçüncüsü de ablasıyla konuşuyor.
ancak tabii ki durumda bir olağanüstülük, bir gariplik var: başta da dediğim gibi birbirinin tıpatıp aynı kıyafetler içinde olmalarının yanı sıra, her birinin vücudunun farklı bir yeri (birinin boynu, diğerinin bir kolu, üçüncüsünün bir bacağı) sargı beziyle sarılı ve bütün bu ilk sahne boyunca üçünün de gözleri kapalı.
ikinci sahnenin başında karakterlerin gözleri açıldığı için, herhalde ilk sahne onların rüyasıydı diye düşünüyorum ama zamanla üç erkekle birlikte biz de anlıyoruz ki, komada ve/ya rüya görmekte olan onlar değil, sahne dışındaki bir adam ve sahnedeki üç erkek o adamın benliğinin farklı parçaları.
üçüncü sahneyle birlikte ise oyunun kurallarını anlıyoruz: yani o üç erkeğin kendi iradeleriyle rüyadan/sahneden çıkamayacaklarını ve orada, sahnede kalmaya mecbur olduklarını.
dolayısıyla, oyunun ana fikri ve ilginçliği ilk 20 dakikada ortaya çıkıyor, ancak bu noktadan sonra oyunun bitmesine bir saat daha var. biraz da ön fikirli olarak; sırrını ifşa etmiş, boş sahnede, üç sandalyeli ve üç erkekli bir oyunun 60 dakikası nasıl geçecek diye düşünmem sadece bir-iki saniye kadar sürüyor çünkü oyun o noktadan sonra kendisi dışında başka şeyler düşünmeme izin vermedi. neden derseniz?..
öncelikle, metnin çok zekice yazılmış olduğunu söyleyebilirim. üç erkeğe birbirinden farklı karakterler giydirilmiş oluşu (biri entelektüel, diğeri inançlı, üçüncüsü ise sıradan) aralarında gerilimlerin oluşmasına neden oluyor; oyun bu gerilimlerden besleniyor; oyunun komedisi buradan çıkıyor. dolayısıyla, kolaylıkla biteviyeleşebilecek ve giderek de komiğini yitirilebilecek konu ve durum, başka bir sanat alanında müzik’teki “bir tema üzerine çeşitlemeler” misali ustaca çeşitlendirilmiş oluyor. örneğin edebiyat üçünü birleştiren öğelerden biri; her bir protagonist edebiyata kendi perspektifinden baktığı için aralarındaki tartışmalara zemin hazırlıyor.
metin üst ölçekte ise rüya ve alt benlik temasını sonuna kadar sömürüyor. rüyanın vazgeçilmez bileşeni cinsellik acaba yeterli açıklığıyla ele alınacak mı diye şüphe etmeme de gerek olmadığını fark ediyorum zamanla, çünkü cinsellik sözle ifade etmekten (“ben eşcinselim abla”) birebir hareketle anıştırmaya (mastürbasyon ve önce ikili sonra üçlü sevişme) kadar oyunun çeşitli evrelerine yedirilmiş. yeri gelmişken, oyuncuları bu konudaki cesaretleri dolayısıyla ayrıca tebrik etmek isterim, zira sahnelerimizdeki en zor şeylerden biri; bir yandan kırıtma karikatürlüğüne düşmeden diğer yandan da erkekliğe helal getirmemek adına donuklaşmadan eşcinsel içerikli bir durumda rol almak olsa gerek, hele de bunu, üçlü (menage a trois) bir sevişme sekansında başarmak daha da zor. tabii bu sahnede rejinin, durumun dozunu yakalama konusundaki titizliğinin hakkını vermek gerek.
reji demişken; celal mordeniz tiyatromuzda dekor, ışık, kostüm, makyaj, efekt ve müzik gibi unsurlara abanmadan, neredeyse sadece oyuncuya odaklanan ve bu minvalde birbirinden etkileyici yapımlar üreten ender yönetmenlerden biri; “bir meşrutiyet faciası yahut gündüzlerimiz” de onlardan biri.
farklı renkte spotlarla biraz da acemice yaratılmaya çalışılan rüya tekinsizliğine çok da ihtiyaç yoktu kanımca. ve; üç sandalyenin tasarımları arasında küçük farklılıklar olsa da keşke temel ölçüleri değişmeseydi de oyunun sonunda birleştiklerinde tek bir büyük koltuğa dönüşebilselerdi. ama ne gam! bu dediklerim, yapımın geneli için detay ve niteliğini kesinlikle azaltmıyor.
ve gelelim oyunu nefes almadan bir çırpıda seyretme ve çoğu sahnede gülmekten nefessiz kalma nedenime: üç oyuncu. doğu can, hakan emre ünal ve -aynı zamanda oyunun yazarı olan- volkan çıkıntıoğlu; seslerini, tonlamalarını, vurgularını, mimiklerini ve bedenlerini kullanış şekilleriyle, mekanı paylaşmalarıyla, birbirleriyle paslaşmalarıyla; aynı nefesin parçası ve tek bir adamın altbenlikleri olarak üçü de benzersizler.
geçen sezon beni en çok etkileyen yapım murat mahmutyazıcıoğlu’nun yazıp yönettiği “sen istanbul’dan daha güzelsin” idi. üç kadın oyuncu, üç sandalye, arkada asılı bir perde dışında boş bir sahne ve yurdumun kadınlarının hikayesiydi beni hem güldüren hem etkileyen. bu sezon daha bitmedi ama ben sanırım en iyi yapımımı şimdiden buldum: üç erkek oyuncu, üç sandalye, boş sahne ve yurdumun erkeklerinin hikayesi.
“bir meşrutiyet faciası yahut gündüzlerimiz” tam da konu edindiği rüyalar gibi sınırı, mantığı, normali olmayan delidolu, absürd ve çok eğlenceli bir komedi. oyunu yürekten tavsiye ederim, kaçırmayın!