Serpil Canalan
İzmir, İstanbul ve Bursa şehirlerini kapsayarak kurulan “‘ /de Tiyatro”, usta yazar Oğuz Atay’ın postmodernist ödüllü romanı “Tutunamayanlar” adlı eseri sahneye taşıyarak seyircisine merhaba dedi.
Oğuz Atay’ın ölüm yıldönümü olan 13 Aralık akşamı, “Tutunamayanlar”ı sahnede görmek, benim için anlamlı bir tesadüf oldu. Romanı ilk okuduğum günün heyecanını yaşayarak hiç eskimeyen o soruyu yeniden anımsadım. “Tutunamayan Kimdir?”
“Tutunamayan Kimdir?”
Bu soruya Selim Işık ve Turgut Özben üzerinden cevap arayan metin, çetrefilli iç dünyası ve dış dünyayla olan kan uyuşmazlığı ile kendi içine hapsolmuş, öteki olana dikkat çekiyor. Yaşadığı toplumla, çevresiyle, Tanrı’sıyla ve kendisiyle yüzleşmekten korkmayan ve bu yüzleşmenin getirdiği yalnızlığa, ötekileşmeye ve de anlaşılmamanın girdabına mahkûm bırakılan insan… Yaşayamamaktan yorulan ya da “Onlar” gibi yaşamak istemeyen insanın sürüklendiği yolculuk… Yaşamın gerçekliğini sorgulamaktan vazgeçmeyen ve yaşam içerisinde varlığının anlamını ararken yorulan Selim Işık… Kalabalık içinde yalnızlığından bile boğulan Selim Işık, çevresiyle olan uyumsuzluğuna rağmen kendini teslim edecek bir yer arar. Bu yer aşk olabilir mi? Kendisini Günsel’inin kollarına bir çocuk gibi bırakan kahramanımız orada da duramaz. Sosyal ve modern hayatın gereklilikleri, kalıplaşmış insan figürleri arasında aşkını da kaybeder. Kıyısından da olsa gündelik hayata bir türlü ilişemez ya da beceremez. Çünkü o herkese, her şeye ve yaşanan bütün gerçekliğe yabancı olandır. Tıpkı, Ionesco’nun “Gergedanlar” oyunundaki Berenger gibi, otorite olan bütün kavramları, egemen olan sistemi ve bu egemenliğin birbirine benzettiği tek tip insan modelini reddeder, direnir. Ancak Berenger’dan farklı olarak Selim Işık, yaşamı anlamlandırma konusunda vazgeçmeyi (ölümü) kutsal sayar. Kuralları belli bir oyunun kuklası olmak ona acı verir. Ve iplerini kopararak, sırtını ötelere, yüzünü benliğine çevirip iç dünyasında oradan oraya savrulur. Dünyaya kök salamayan Selim Işık; küçük burjuva hayatına, siyasete, modernitenin neferi olmuş aydın tabakaya, insan ilişkilerini bayağılaştıran samimiyetsizliklere, hissizleştiren toplumsal normlara ayna tutarak, bir tiyatro oyununun analizini yapar gibidir.
Uzun bir süredir görmediği arkadaşının ölümüne ışık tutabilmek için; yaşarken sustuklarının peşine merakla düşen, kendini hayattan kaçırarak bilinmez bir yolculuğa çıkan Turgut Özben, karanlığa doğru yol alacaktır. Bir mirası teslim alan kahramanımız, duyduklarının ve Selim Işık’ın geride bıraktığı günlüklerin izleğinde belki de yarım kalmış bir yolculuğu devam ettirecektir. Kendi iç sesini kişileştirerek bir trene binip her şeyden kaçan Özben de artık bir tutunamayandır. Ve iç ses yani Olric, onun bu bilinmez yolculuğunun tek şahidi olacaktır.
Edebiyattan Sahneye Başarılı Bir Uyarlama…
Edebiyattan sahneye uyarlama yapmak zor ve riskli görünse de, /de Tiyatro, tiyatrosallık ile romanın içeriğini birbirine yedirebilmiş bir emekle karşımıza çıkıyor ve zoru başarıyor. Ant Aksan’nın yönetmenliğini yaptığı ‘De Tiyatro’nun bu ilk oyunu; aktarım olanaklarını, estetikten ödün vermeden ve sahnelemeyi zenginleştirecek buluşlarla, sahnede tükenmeyen, birbirini doğuran bir devinimle seyircinin algısını kendine mıknatıs gibi çekiyor. Bu tarz uyarlamalar -özellikle de tek kişilik oyunlarda- oyuncunun, salt hikâyeyi aktaran “Anlatıcı” öğesinin ötesine geçememesi, oyunun okuma-anlatı tiyatrosuna çevrilmesi genellikle karşılaştığımız ve seyirciyi hayal kırıklığına uğratan denemeler olmaktan öteye geçememektedir –maalesef. Oysa Türk edebiyatının gelişimine, önemli ve kült eserlerle katkı sağlamış yazarların eserlerini, tiyatronun ifade olanaklarından ve estetiğinden kopmadan sahneye etkili bir biçimde taşımak ne güzel bir vefadır. Oğuz Atay gibi, eserlerinde biçimi ve içeriği zenginleştiren, oyun kavramını, hicvi ve ironiyi ustaca kullanmış yazarların metinleri, tiyatro için bir hazine olsa gerek.
Büyük bir cesaretin başarılı bir sonucu olarak değerlendirdiğim bu oyun; gerek reji, gerek dramaturjik analiz gerekse de oyunculuk performansı açısından hem biçim hem de içerik olarak çok katmanlı olan roman ve karakterleriyle derinlikli bir hesaplaşmanın ürünü. Birçok okuma alternatifi sunan metin, oyunda daha çok “Varoluş” kavramı üzerinden ele alınmış. Kuralları parçalayarak edebiyatta yeni bir dil yaratmış olan yazarı ve romanın anlatım teknik ve özünü anlama noktasında sınırlar zorlanmış. Mütevazı bir sahne anlayışı ile “Yoksul Tiyatro” kuramının mucizesini ve Grotowski’nin “kutsal oyuncu” kavramını anımsatan oyunculuk performansı ile ortaya Oğuz Atay’a ve çok kıymetli eserine yakışacak bir yaratı çıkarılmış. Çıplak sahnede beden ve duygunun ritmini etkileyici bir şekilde kullanan Serhat Barış, performansıyla genişlettiği uzamı dolduran bir oyunculuk sergiliyor. Oyun boyunca ter içinde kalan oyuncunun bu durumu, kimi zaman Selim Işık’ın yaşamaktan tükenmişliğini, kimi zaman Turgut Özben’in iç konuşmalarının delirtici huzursuzluğunu, kimi zaman ise gözler önüne serilen kokuşmuş dünyanın bunaltıcılığını pekiştiriyor gibi. Seyirciyi beden diliyle de rahatsız etmeyi başaran bu oyunculuğuyla Serhat Barış, kaçınılmaz bir sorgulamaya elçilik ediyor. Minimal bir sahne tasarımını tercih eden oyunda kullanılan bir sopa ve parçalı desenleri olan bir battaniye var. Bu iki aksesuar hikayelerdeki mekanları düşselliğiyle görünür kılarak, masalsı bir estetikle “orada” olmanın algısını yaratıyor. Parçalı desenlerden oluşan renkli battaniye; seyirciyi anlatılanlarla birlikte değişmekte olan mekanlara davet ediyor. Genelev, ada, ev, saray, evren, ülke, mezar gibi mekanları var ederek, o battaniyenin parçaları arasında seyirciyi, bir gezintiye çıkarıyor. Böylece o çıplak sahne, gerçekçi dekor anlayışının göz yoran kalabalığından uzak, seyircinin hayal dünyasını uyaran bir sihre dönüşüyor. Bu kadarla da kalmıyor; karakterlerin özellikle de Selim Işık’ın parçalanmış iç dünyasından kesitler sunuyor. Selim Işık’ın dünyasından başlayan ve var olan toplumsal yapının panoramasına ulaşan bir tamamlanmanın izleği olarak; tikelden tümele varım ilkesi söz konusu. Ayrıca, oyunun parçalı anlatım içeriğiyle örtüşen epizotlamanın da bir simgesi olarak düşünebilir ve battaniye buluşunu oyunun duygu ve düşüncesini pekiştiren bir başrol aksesuar olarak değerlendirebiliriz.
Koltuğunda oturan seyirciyi, kimi zaman Günseli, kimi zaman öğretmen olarak sahnede aktive eden oyun; interaktif tiyatro anlayışının ötesine geçmeyi başarıyor. Böylece seyirci, gerçek anlamda oyunun bir parçası oluyor.
Sözleri Ayça Üzüm’e, müzikleri Serdar Utku Gücoğlu’na ait oyun müzikleri; metnin dönemine uygun, epizotları tamamlayarak estetik katan, seyircinin duygusunu yaşamasına ve pekiştirmesine zaman bırakan, etkileyici nitelikte.
70 dakika boyunca seyircisini adeta Oğuz Atay’ın ruhuyla buluşturan bu oyun; Aralık ve Ocak ayı boyunca her Salı Ezop sahnede, her Çarşamba İzmir Terminal sahnede olacak.
“Tutunamayanlar” Oyun Künyesi:
Yazan : Oğuz Atay
Yöneten : Ant Aksan
Oynayan : Serhat Barış
Metin Düzenleme : Ayça Üzüm
Heves Berksu
Ant Aksan
Serhat Barış
Şarkı Sözleri Düzenleme : Ayça Üzüm
Müzik: Sedat Utku Gücoğlu
Kostüm Tasarım : Gamze Şatana
Organizasyon : Kemal Burhan Şahin
Reji Asistanları : Elif Arslan
Sezgin Güneyli
Fotoğraflar : Lütfü Üre
Afiş Tasarım : Sahir Erdinç