Ceren Çıplak’ın Nedim Saban ile yaptığı ve Cumhuriyet’te yayınlanan söyleşiyi paylaşıyoruz:
Tiyatro ve dizi oyuncusu Nedim Saban sanat hayatının 35. yılında. Robert Kolej’i bitirdikten sonra New York Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nü okuyan Nedim Saban, son derece mütevazı! Kendisini, sahneledikleri oyunları, bugüne kadar yaptıklarını iyisiyle, kötüsüyle anlattı. Hatta kara kutusunu açtı! 35 yıldan süzülenlerle buyrun sohbetimize.
‘-Ya New York’ta kalsaydınız’ diye sohbete başlamak isterim.
Amerika’da kalsam ya tanınan bir yönetmen ya da Dany de Vito’nun ışık dublörü olacaktım. Sette ünlü oyuncular yerine ona benzeyen ışık dublörü üzerinden ışık ayarlamaları yapılıyor. Amerika’da kalsam ışığının altına girecektim. Ama aynı dönem 950 yönetmen arasından üç kişiye verilen bir burs da kazanmıştım.
-Bugüne kadar sahnelediğiniz roller ‘sempatik deli’ tadında roller. Neden?
Kilolu olunca jönü oynayamıyorsun.
-Kilolu jön olamaz mı?
Ya işte olmalıydı, ama olamadı. Jön olamadan öleceğim! Kilolu olmak sempatik olmakla bağdaştırılıyor. Ben hep deli, salak, beceriksiz, obur, büyümeyen çocuk gibi karakterler oynadım… Ama artık zayıfladım, bari kendi tiyatromdan sporcu, yakışıklı âşık roller gelsin!
-Televizyonlarda bir dönem Dr. Stress rüzgârı estirdiniz…
Dr. Stress’in inanılmaz bir güvenirliliği vardı. En çok teyzeler bizi izliyordu. Cinsellikle ilgili program yapıyoruz ertesi gün sokakta bir teyze “Size bayılıyoruz” diyordu, normalde sırtını çevirmesi lazım. Demek ki ben söyleyince böyle daha yumuşak geliyordu. Daha bütün bir Türkiye’yi sunuyorduk. Her şeyi konuşuyorduk. Türkiye’de ışıkları söndüren ilk programdı. Ali Kırca bunu copy-paste yaptı. Biz ışıkları ilk kez kadınların mağduriyeti için, ikincisini de demokrasi için söndürdük.
-En büyük hayaliniz Keloğlan’ı oynamakmış. Neden?
Anti- kahraman, çok sempatik. Ve çok saf. Matrak. Nasrettin Hoca’daki mizah duygusu mesela kadına daha üstten bakıyor. Keloğlan öyle değil. Keloğlan tamamen mağdur ve dövülen karakter. Bir de annesine çok bağlı. Ben de anne kuzusuyumdur. Ama ben büyük şehirde yaşayan bir Keloğlan’ı canlandırmak istiyorum.
-Büyükşehir Keloğlanı nasıl oluyor?
Ben hep rollerimde şehrin aptalını oynadım. Çünkü köyde aptal olmak o kadar zor değil. Kentli aptal olmak çok zor ve enteresan. Şehirde şu soru devreye giriyor. Acaba gerçekten aptal mı yoksa anlamazdan mı geliyor? Şehirdeki bulaşmamak için aptalı oynayabiliyor. Şehrin kirliliğinde öyle bir karakter çok eğlenceli olur. Zaten köyler de artık kent gibi oldu.
-Kendinizle dalga geçmeyi seviyor musunuz?
Evet, kendi oyunlarımla da zaman zaman dalga geçiyorum. Bir şey kötüyse onunla dalga geçebiliyorum. Mesela bana göre kötü bir oyun sahneleyince tiyatronun o günkü kira ve oyuncu giderleri için kaç kişinin izlemesi gerekiyorsa, sayıyı tutturduktan sonra, sonraki izleyicileri o oyundan kaçırmaya çalıştığım olmuştur. Kapıda “Siz şunu izleseniz daha iyi olur” vs. derim. “Nasıl kaçırdık seyirciyi?” diye böyle oyunlar oynardık. Çünkü şunu biliyorum. Tiyatro bir kumbara; seyirci biriktiriyoruz. O seyirciyi bir kere kötü bir oyuna soktuğun zaman o kumbara bir şekilde dökülür.
-Kara kutunuzu açıyorsunuz sanki… İnsanları tiyatrodan soğuttuğunuz oldu mu?
Anadolu’da bir oyun sahneledik. Çok kötüydü ama. O kadar kötüydü ki vali bizden sonra kültür merkezini kapatıp tiyatroyu yasaklamıştı! Zaten tiyatrodan nefret ediyormuş, usulen gelmiş, bizi izledikten sonra sadece tiyatroya değil, hayata da küsmüş! Tiyatroya katkılarımız inanılmaz yani. 3 yıl o şehre hiçbir tiyatro turne yapamadı. Kendimle yüzleşip dalga geçebiliyorum çünkü her yaptığımın ya da her söylediğimin iyi olması gerekmiyor.
-Devrimci bir ruha sahipmişsiniz. Ama mesela özellikle bir dönem burjuva olduğunuz için eleştirilmişsiniz.
Çok köklü bir aileden geliyorum. Babam avukat, annem sanayici aileden geliyor. 16 yaşında tatlı su solcusu olarak çocuk tiyatrosu yaptık arkadaşlarımızla. Sanatımı insanlar mutlu olsun diye yapıyorum ama kendim mutlu değilim. Ama mesleğimi yaptığım zaman mutluyum. Dışarı çıkıp hava aldığım zaman mutlu değilim. Küçük sevinçler de yaşamıyorum. Türkiye’de küçük mutlulukları yaşayamıyorum.
-Neden?
Gazeteyi açınca çok şey görüyorum ama bir şey yapamıyorum. Yaşamın en acıtan yanı bu. Olumsuz değişen bir toplum var, bu değişime tanıksınız ama bir şey yapamıyorsunuz. Konuşamıyorsunuz. Bugün beni en mutsuz eden şey bu. Bu korkmakla ilgili değil, değişen çağı sanatla yakalayamamakla ilgili.
-Siz kendinizi bugün izleyici olarak mı görüyorsunuz?
Maalesef, seyirciyiz. Tam tersine seyircinin benim yaptığımı seyretmesi lazım. Ben seyrediyorum, biz seyrediyoruz bir yandan da kanıksıyoruz. Seyirci için en acı şey nedir? Kanıksamak. Acı bir şeyde acıyı hissetmek çok önemli.
-Bugün Türkiye’de ne canınızı acıtıyor?
İzlediğimiz gündemi kanıksamak, acı hissetmemek canımı acıtıyor. Şehitlerin var kanıksıyorsun, Nuriye ve Semih’i kanıksıyorsun, Selahattin Demirtaş’ın hapiste olmasını kanıksıyorsun, meslektaşlarının ötekileştirilmesini, sosyal medyada trollenmesini kanıksıyoruz. Sonra yavaş yavaş unutmaya başlıyoruz. Acı olmadan sanat yapmak mümkün değil. Acı çekemeyen bir kanıksama sürecindeyiz. Ama bu da geçecek. Peki bugünün tiyatrosunu değiştirmek için ne yaptık? Eksideyiz. Sadece Tiyatrokare olarak değil, genel Türk Tiyatrosu olarak eksideyiz.
-Neden?
Çünkü tam anlamıyla çağa tanıklık edemiyoruz. Sanat, çağa tanıklık etmeli ve o değişimin içinde olmalı. Çağ önümüzden akıp gidiyor. Bir taraftan da korkularımız var. “Ya salon alamazsam” gibi. Oyuncular mesela sosyal medya hesaplarındaki paylaşımları siliyor, geçmişini siliyor. Hafızasını silen bir oyuncu nereden beslenecek? İnsanların hayatta kalma güdüsü var, buna da saygı duyulmalı. Gezi olaylarında bir tweet’i beğenen insanların bile işsiz kaldığını biliyoruz. Yalnızlaştırıldılar, ötekileştirildiler.
-Sizin nasıl bir sahne anlayışınız var?
Biz tiyatroyu seyirci için yapıyoruz. Çok seyirci gelince oyunun kötü olduğuna dair bir algı var meslektaşlarımızda. “Popüler iş yapıyorlar o yüzden” diyorlar. Tiyatro popüler olmak zorunda. Ama bu popülizm demek değil. Estetik olmadığı anlamına gelmez.
Geleneklerimi seviyorum. Bayramda sofrada olmak gibi. Ama o gelenekleri neden yaptığımı da bilmiyorum ama ailemi devam ettiriyormuşum gibi geliyor bana. Yahudiliğimi Vikipedi’den hatırladım. Dedemin Cumhuriyet’in ilk hahambaşı olduğunu tabii ki çok konuşurduk ama Vikipedi bunu hep hatırlattı, bana böyle bir alt kimlik yükledi. Beni tanıtan her cümle böyle başlar oldu. Aslında ben hep dünya vatandaşı olarak yaşadım. Hiç Türk Musevisi kimliğiyle yaşamadım ama bazen bu kimlik çok hatırlatıldı. Saldırılara uğradığımda kendimi savundum ya da savunmak zorunda bırakıldım. O zaman birdenbire o kimliğinizi de yaşamak zorunda hissediyorsunuz kendinizi. İyi ki barışık olduğum bir kimlik. Ancak tek kimliğim dinim değil ki.