“Başarı da Bizimdir, Başarısızlık da"

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mimesis Söyleşi / “Başarı da bizimdir, başarısızlık da. Ekip olarak başarısızlıktan demoralize olmuyoruz, hiç yoktan denenmiştir ve olmamıştır deyip bir daha deneriz, tekrar çalışırız diyerek yola devam ediyoruz.” Kurulduğu günden beri yoluna istikrarla devam eden, bir yandan pratiğini sürdürürken bir yandan da akademik anlamda tiyatro çalışmalarına devam eden Tiyatro Terminal’in ekibinden yönetmen İbrahim Güngör, oyuncu Jülide Derya ve dramaturg Selda Uzunkaya ile Terminal’in yolculuğunu ve yeni oyunların ipuçlarını verecek geçmiş sezonları konuştuk.

Röportaj: Mehmet Bozkır

En başa dönelim, söyleşimize Tiyatro Terminal’in kuruluş hikayesinden başlayalım istiyorum. Bir tiyatro kurma fikri ne zaman doğdu, ne zaman fiiliyata dökülebildi?

Jülide Derya: Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro bölümünden mezunum. İzmir’de okuyup mezun olunca genelde İstanbul’a gidiliyor, biz de birkaç arkadaş o serüvene girdik. Fakat oradaki koşullar benim için uygun olmadığı için ben bir süre sonra İzmir’e geri döndüm. İstanbul’dayken birlikte tiyatro yapma hayalimiz olan bir arkadaşım vardı, Özlem Lale. Onun Mitos Boyut’tan ödül almış bir oyunu vardı, “Zamora Binası Soruşturması” adında. Bir gün Özlem beni aradı ve o zamanlar adı Ege Sanat Merkezi olan tiyatro ile irtibatta olduğunu, oyunu orada çıkarabileceğimizi ve karakterlerden birini de benim oynamamı istediğini söyledi. Ben tabi çok heyecanlandım, nasıl yaparız diye düşünmeye başladık, bir yönetmene ihtiyacımız vardı, kim olabilir diye düşünürken İbrahim aklıma geldi, konuyu ona açtım ama o sıralarda başka bir yerde çalıştığı için kabul edip etmeyeceğinden hiç emin değildim. İbrahim’e projeyi anlatıp o da yönetirim deyince serüven aslında orada başladı.

İbrahim Güngör: Oyunu sahneleme fikri vardı fakat ortada bir ekip yoktu. Biz üç oyuncu, bir yönetmen metni çalışmaya başladık. Oyunun yazarı bize dramaturjik anlamda destek veriyordu. Ocak ayında başlamıştık çalışmaya, Nisan ayı yaklaştı, oyun sahnelenecek, afiş basılacak ama ekibin bir adı yok. Bir araya geldik, bir ekip kurulmalı, afişte ekibin ismi yazmalı ve en önemlisi de nasıl bir ekip olmalı üzerine düşündük, bir yandan oyun çalışmaya devam ederken bir yandan da ekibin temelleri atılmaya başlandı. Sürekli toplantılar yapıyorduk, bu toplantılar sonucunda ekibin içyapısı oluşturuldu, ismi Terminal olarak belirlendi. Önce oyun çalışmaya başlayıp sonra ekip kurularak “Zamora Binası Soruşturması” Tiyatro Terminal’in ilk oyunu olarak sahnelendi.

Tersine bir süreçle bir oyun çalışması bir ekip ortaya çıkardı yani, ne güzel bir şeye vesile olmuş oyun.

İ.G: Dediğiniz gibi aynen öyle oldu, Zamora Binası Soruşturması çıktı ama yazık ki çok sahnelenemedi, özel tiyatronun çaylağı olarak seyirciyle buluşmanın yollarını çok da iyi bilmiyorduk o yıllarda. O sıralarda İzmir’de bir de Soyer Sanat Fabrikası vardı ve orada çalışılmakta olan “Ben Ruhi Bey Nasılım” oyunu vardı. O da yine ekip adı olmadan çalışılan bir oyundu. O oyun da Tiyatro Terminal adı altında sahnelendi ve biz 2012 yılında iki oyunu olan bir özel tiyatro olarak başlamış olduk. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden ve Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden mezun oyuncu ve dramaturg arkadaşlar katıldı, bir sonraki yıl 16 kişilik bir ekip haline gelmiştik.

Terminal’in beşinci yılı ve biz ilk yılımızın ardından dört yıldır evsiziz, en büyük sıkıntımız kendimize ait bir sahnemizin olmaması. Ama bu yıl bununla ilgili somut adımlar attık, oyunlarımızı sahneleyebileceğimiz kendimize ait bir salon ufukta görünmeye başladı.”

Tiyatro Terminal olarak devam ettiniz yolunuza yeni oyunlar ekleyerek, bu süreçte ekip de büyümeye devam etti.

İ.G:Yola devam ettik ama ekip aslında büyümedi çünkü iç organizasyon anlamında zorlanmaya başladık ve en kötüsü de 2013 yılında Ege Sanat Merkezi kapandı. Biz bir anda evsiz ve sahnesiz kaldık. Dekor parçalarımızın nerdeyse yüzde doksanını alamadık, elimizde kalan kostüm ve dekorları evlerimize götürdük, prova yapmamız için birkaç kurum bize kapılarını açtı, göçebe bir tiyatro haline geldik. Bir buçuk yıl boyunca kendi sahnesi olan bir özel tiyatro deneyiminin sonunda sahnesiz ve mekansız bir ekip haline geldik. Bu dönemde “Hiç” diye bir oyun çalıştık, hakikaten hiçbir şeyimiz yoktu. Yunan yazar Solakidasis’in yazdığı metni buldum ben. Hiçbir şey olmayan bir sahnede geçen, tiyatronun iç düzenini anlatan bir oyun. Bizim o dönemde sahip olamadığımız maddi imkanları artıya çevirebileceğimiz bir oyundu. oOyıl İzmir’in çeşitli sahnelerinde bu oyunu oynadık. Onun getirdiği olanaklarla da ekibi büyütemedik belki ama kendimize bir mekan tuttuk. Bir yıl boyunca Tiyatro 4 ile bu mekanı ortak kullandık.

Tiyatro Terminal’in ekibinden, kadrosundan bahsederken ekibi çok da büyütemedik dediniz ama baktığımızda yönetmen ve oyuncuların yanı sıra kendi tasarımcısı, dramaturgu olan bir tiyatro görüyorum. Bunlar olmazsa olmaz tabi ama Türkiye’de olunca hele bir de özel tiyatro da olunca sanki lüksmüş gibi algı var.

J.D: O lüksü yaşamak büyük bir keyif. Bir oyun çalışırken bütün provalara dramaturgun gelmesi, izlemesi, ona sorular sormak, onunla etkileşim halinde süreci sürdürmek… Tasarımcının yine prova sürecine dahil olması, oyunu izleyip ona göre kafasında bir şeylerin şekillenmesi. Bunlar yurtdışındaki ekiplerin yaşadığı şeyler, bizim de burada bu koşulları oluşturmuş olabilmemiz beni çok mutlu ediyor.

Selda Uzunkaya: Mesleğini yaşatabilmek, mesleğini yapabileceğin bir ekibe inanmak çok önemli. Biz bu nedenle çok şanslıyız.

Özel tiyatroların birçoğunda dramaturgun hiç adı geçmiyor. Hatta şaşkınlıkla dikkat ettiğim şey şu, Devlet Tiyatrosu’nun kadrolu dramaturgları olmasına rağmen orada bile birçok oyunda ekip içinde yer almadıklarını görüyorum.

S.U: Bizim bu ekipteki tek amacımız bir oyunun iyi çıkması. Bir oyun çalışırken İbrahim’le uzlaşamasak bile ikimizden birisi diğerini şuna ikna ediyor, buradaki tek derdimiz bu metne uygun olan ne, o sahneyi çıkaralım mı kalsın mı, neden kalmalı ya da neden çıkmalı. Burada kimsenin benim dediğim daha doğrudur, ben bilirim gibi bir tavrı yok, tüm ekip tartışıyoruz, elbette nedenleriyle birlikte.

J.D: Terminal’in isminin belirlendiği süreçte sürekli dinamik kalan bir ekip hedeflendi. Biz ekip olarak akademik anlamda da araştıran ve onun ışığına inanan insanlarınız. Böyle düşünen, dinamik kalma hedefi olan bir ekip için dramaturgsuz çalışmak düşünülemez bile. Tasarımcıyla konuşmadan, tartışmadan, oyun sürecini birlikte geçirmeden bir şey yapmak akla dahi getirilemez. Böyle bir ekip çalışmasıyla ve bu fikirler olmadan ilerlemek pek mümkün değil bence.

“İzmir’in seyircisi şuradan bakıyor, oyunlardan şunu bekliyor deyip de ona göre oyun belirlemiyoruz. Bir özel tiyatro olarak bu şartlarda bunu yapabiliyor olmamız bence büyük bir lüks bizim için ve umutla yola devam etmek için bir neden.”

Oyunlar üzerine detaylı konuşacağız. Aslında soracağım sorunun cevabı oyun isimlerine bakınca az çok ortaya çıkıyor ama Terminal’in oyun seçiminde temel bir kıstası var mıdır?

S.U: Cinsiyetçi, ırkçı, homofobik bir metin bizim asla yapacağımız bir şey değil, bunun ötesinde çok doğrudan söyleyen ya da ajite eden bir metin de bizim pek tercihimiz olamaz.

İ.G: Estetik anlamda bir kriterimiz var elbette, onun dışında Selda’nın da söylediği gibi politik anlamda inanmadığımız bir şeyi savunan bir oyun yapmamız söz konusu olamaz. Kendimizi, bilgimizi, tecrübemizi, seyirciyle olan ilişkimizi yeniden sınayabileceğimiz ve ekipte heyecan yaratan metinler seçmeye gayret ediyoruz, şimdiye kadar sahnelediğimiz oyunlarda da böyle metinlerle buluşmayı bir şekilde başardık. Bir yandan bu dert, bu insani mesele bizde ne uyandırır. Biz bunu nasıl sahnelersek seyirci de benzer bir his uyanır diye baktığımız metinler de oluyor. Tek boyutlu olmayan, açmazları olan, doğrudan cevaplar vermeyen şekilde sahneye koymaya çalışıyoruz, bazen bizim için bile cevaplanmamış sorular kalıyor o metinle ilgili. Özetlersek aslında pek çok şeye bakıyoruz ama metnin bize de en az seyirciye olduğu kadar bir macera yaşatacak olması çıkış noktamız diyebilirim.

Birçok ekip son yıllarda kendi metinlerini oluşturmaya başladı, hem bir ihtiyaçtan hem de mekanlarına uygun oyun bulmaktaki sıkıntının yarattığı zorunluluktan kaynaklı olarak. Sizin ekibiniz içerisinde böyle bir denemesi olan, çalışması olan kişiler var mı ya da ekip olarak kendi metnimizi sahnelemeliyiz gibi bir hedefiniz var mı?

İ.G: Biz ekip olarak biraz edebiyat uyarlamalarına düşkünüz. “Ben Ruhi Bey Nasılım” oyununu Edip Cansever’in Irmak şiirinden Burak Özhan oyunlaştırdı. Bundan bir yıl sonra “Don Kişot’un Görülmedik Serüveni”ni biz Cervantes’in romanından Selda’nın uyarlamasıyla sahneledik. Şu anda da birkaç edebiyat uyarlaması üzerine çalışıyoruz. Ama illa ki kendi metnimizi sahnelemeliyiz bir derdimiz olmadı. Metinler konusunda bizi en çok zorlayan şey telif, maddi anlamda zorlayan tabi. Yazarın ve çevirmenin teliflerinin tamamını ödemeye çalışıyoruz, bu da zaman zaman bizi zorluyor ve kendi metnimizi oluşturmalıyız sorusunu sorduruyor. Yazıldığı zaman değerlendirilmeyecek bir şey değil ama henüz böyle bir şey yok, şu andaki odak noktamız edebiyat uyarlamaları.

Bu da son derece değerli bir çaba, edebiyat uyarlamalarına çok sık rastlamıyoruz sahnelerde.

İ.G: 2013-2015 yılları arasında Yakın Kitabevi ile beraber yedi farklı şair üzerine şiir dinletileri yaptık, edebiyatla ve hatta şiirle ekibin özel bir ilgisi var. Edip Cansever’den sonra bir başka şairin şiirlerini tiyatro formunda sahneleyeceğiz, üzerinde çalışıyoruz. Telifle ilgili bazı şeyler netleşmediği için şu anda söylemiyorum ama. Metin oluşturmak konusunda tecrübemiz yok ama edebiyat eserlerini tiyatro oyununa dönüştürme konusunda hevesli bir ekibiz diyebilirim.

Halihazırda sezon boyunca sahnelediğiniz oyunları ele alalım istiyorum. Altın Ejderha ile başlarsak-ki seyreden biri olarak çok keyif aldığımı söylemeliyim-oyunun çok önemli meseleleri var. Aslında çok ağır şeyler söylüyor ama hiç ajite etmeden ve gözüne sokmadan.

S.U: Biz işaret parmağımızı cebimizde saklamayı tercih ediyoruz, seyirciye sallamayı sevmiyoruz.

Meselesinin yanı sıra yönetmeye ve oynamaya çok müsait bir metin olduğunu düşünüyorum, herhalde çok keyifli geçmiştir prova süreci.

İ.G: Metni biz önce başka bir yönetmenle çalışmaya başladık. İstanbul’dan davet ettiğimiz biriydi, süreç biraz sıkıntılı oldu, net prova zamanları bulamadık vs derken bir ara verdik mecburen. Bu süreçte oyunu ben devraldım, oyunu sahnelememiz gereken zaman biraz daralmıştı. Dolayısıyla biraz hızlı gelişen bir süreç oldu, diğer yönetmen arkadaşımız çalışırken de benim kafamda bazı şeyler vardı. Bir süre sonra refleks olarak gelişiyor zaten, o öyle yaptı ama ben olsam şöyle ele alırdım falan diye. Metin o kadar marjinal ki klasik eğitim almış, İtalyan sahnede, seyirciye kapalı bir düzlemde oynamaya alışmış birisi için bir karakteri hem oynamak hem anlatmak hem de bazen anlatırken oynamak, bu üçünü bir araya getirmek biraz kafa karıştırıcı oldu. Bu noktada dramaturjik anlamda hızlı bir çalışma yaptık, metni biraz dönüştürdük.

S.U: Çok fazla bir değişiklik yapmadık aslında, birkaç sahnenin yerlerini değiştirdik, aynı tekrarların birkaç tanesini çıkardık.

İ.G: Yer yer çok eğlenceli, yer yer çok sancılı bir süreç geçirdik. Daha önce hiç yapmadığımız ve muhtemelen İzmir seyircisinin de daha önce hiç karşılaşmadığı bir şeyin içindeydik. Ama sonuç bizi çok memnun etti, seyirciden de iyi dönüşler aldık. İşin teknik kısmının yanı sıra şu anda baktığımızda belki de göçmen sorununun en ağır yaşandığı coğrafyalardan birindeyiz. Göçmen sorunu derken göçmenlerin yarattığı sorun anlamında söylemiyorum asla. Altın Ejderha Almanya’da yazılmış ve böyle bir restaurant var gerçekten uzak doğuluların çalıştığı. Yıllardır dünyanın pek çok yerinde yaşanıyor göçmen sorunu ama biz birkaç yıldır yaşıyoruz ne olduğunu. Aslında ne kadar biliyoruz ne yaşadıklarını, ondan da hiç emin değilim. Metin bunu çok güzel anlatıyor, hem seyircinin gözüne sokmuyor hem de an an çok can acıtıcı şekilde gösteriyor.

Bir diğer oyununuz Don Kişot’un Görülmedik Serüveni. Biraz önce konuşurken kendi oluşturduğumuz metnimiz yok dediniz ama bu oyun uyarlamanın ötesinde özgün bir metin neredeyse.

S.U: Don Kişot’a hazırlanırken en güzel şey şu oldu, oyunu yazma süreci bitmeden bir yandan da prova başlamıştı. Prova biraz metni etkiledi diyebilirim. Zaten efsane roman, o hikayenin içinde dolaşmak, o karakterle beraber yaşamak çok büyük bir keyifti. Oyunu oynamaya çalışan bir kumpanyayı anlatıyoruz biz ama o kumpanya yavaş yavaş bize benzedi ki biz bunu sonlara doğru fark ettik.

Don Kişot herhalde dünyanın en bilindik hikayelerinden biridir, çocuk kitabı sayesinde üç beş yaşında tanışıyoruz bu hikayeyle.

S.U: Orada şunun dengesini ayarlamak çok zordu, kime sorsanız biliyor hikayeyi ama ya ilkokulda ya da ortaokulda kısaltılmış hikayeyi okumuş. Romanı okuyan gerçekten çok az insan var. Herkes Don Kişot’u yel değirmenleriyle savaşan kişi olarak biliyor. O yüzden hikayenin dengesini iyi kurmak zorundaydık. Don Kişotluk nedir, neden Don Kişotluk yapıyor. Don Kişot’un nasıl yola çıktığını, nelerle karşılaştığını, sonra nereye ulaştığını iyi bilmek ve metni bu şekilde derinleştirmek gerekiyordu. Temelde bizi ilgilendiren şey Don Kişotluk nedir kısmıydı, biz daha çok onun üzerine çalıştık ve metni bunun üzerinden oluşturduk. Don Kişot’un aklının uçmuşluğu o kadar güzel bir vicdana denk geliyor ki.

İ.G: Don Kişotluk yapmak, Don Kişotluğa gerek mi var gibi söylemler var ya dilimizde. Bu aslında ruhani bir şeylere inanmakla, sarılmakla bir şeylere inanmak ve onun için mücadele etmek arasındaki fark. Don Kişot bizim için mücadelenin, maceranın simgesi, peşinden koşmanın simgesi. Biz o kısmı çizmeye çalıştık. Biz romanın derinliklerine inerek bir şeyler cımbızladık, neredeyse her cümlesi romandan alınma ama özgün sayılabilecek bir metin oldu. Hatta Güzel Sanatlar Fakültesi’nden bir hocayla iddialaştık bu konuda. O metnin özgün olduğunu iddia etti, ben olsam uyarlama demezdim noktasına kadar getirdi. Biz de kendimizce hala neden uyarlama olduğunu anlatmaya çalıştık.

Yine bir edebiyat uyarlaması diyebileceğimiz Ben Ruhi Bey Nasılım var.

İ.G: Uyarlamayı ekibimizden Burak Özhan yaptı. Beş yıldır aralıksız devam eden tek oyunumuz ve hala seyircisi var. İki kişilik bir oyun Ben Ruhi Bey Nasılım, bir oyuncu sözsüz yer alıyor oyunda, diğer oyuncu Irmak şiirindeki karakterlerin tamamını canlandırıyor. İzmir’deki pek çok sahnede oynadığımız ve seyircinin çok ilgisini çeken bir oyun oldu, Burak burada olsaydı da kendi serüvenini anlatsaydı size. Benim o oyunda herhangi bir görevim yok, bizim ekibimizin işi ama dışarıdan şaşkınlıkla ve hayranlıkla izliyorum diyebilirim.

J.D: Ben Ruhi Bey Nasılım’ın serüveni her oyunda başka türlü, ben oyunda sözsüz yer alıyorum ve her temsilde oyunun anlamı benim için biraz daha artıyor. Bu oyunun başından beri Burak varoluşum kısmını en iyi o biliyor. Ben ikinci sezonda katıldım oyuna, kendim dahil olmak istedim o sözsüz kısımlara. Seyircisi enteresan bir şekilde takip ediyor ve sahip çıkıyor bu oyuna. Oyunu seyreden seyircilerimizin birçoğu tekrar geliyor, üç defa dört defa seyredenler var. Mesela biz oyunu bir dönem kendi mekanımızda tek perdeye indirdik, diğer salonlarda farklı şekilde oynuyoruz. Gölge perdesi kullandığımız oyunlar oldu, seyircilerden bize “şurada seyrettiğimde gölge perdesi vardı ama burada seyrettiğimde o yoktu” diye yorumlar, sorular geldi.

İ.G: Cervantes’ten bahsettik az önce, burada tabi Edip Cansever’in muhteşem karakterleri ve dizelerinin altını çizmek lazım. Özgün bir metin oluşturmak önemli ama böyle eserleri kanlı canlı karakterler haline getirmek de ayrı bir keyif, Ben Ruhi Bey Nasılım bize bunu göstermiş oldu.

S.U: Edebiyat uyarlamalarında en zoru belki de yazarla aynı dili, aynı duyguyu tutturmaya çalışmak. Bir cümle yazacağım mesela, normalde yazacağımdan çok daha fazla düşünüp çok fazla çalışıyorum. Çünkü o cümlenin yazarın cümlesiyle dokusunun aynı olması lazım. Bu işin zor kısmı evet ama aynı zamanda da en çekici kısmı…

Bu sezonu tamamladınız ama bahsettiğimiz bu oyunlar herhalde önümüzdeki sezon da devam edecektir, özellikle de seyirci bu kadar sahip çıkıyorsa Ben Ruhi Bey Nasılım’ı kaldırmak mümkün olmayacaktır.

J.D: Kesinlikle öyle, biz vazgeçsek bile seyirci henüz Ruhi Bey’i bırakacak gibi değil. Ki bunu da yaşadık. Burak bir dönem Amerika’ya gitmişti, o süreçte oyunu oynayamadık. Sürekli telefonlar geliyordu “ Ne oldu oyuna, oynamayacak mı, ne zaman başlayacak” diye.

İ.G: Bu sezon oyunlarımızdan olan Altın Ejderha devam edecek önümüzdeki sezonda da. Don Kişot’un Görülmedik Serüveni’ni bu sezonla birlikte bitirmiş olduk yüksek ihtimalle. Ben Ruhi Bey Nasılım zaten tiyatronun gediklisi şeklinde kendi başına gidiyor. Bunların dışında önümüzdeki sezonla ilgili iki tane edebiyat uyarlaması projemiz var, birisi şiir birisi roman. İkisinin de telifiyle ilgili kesinleşmeyen şeyler var, o nedenle isimlerini söyleyemiyorum. İki tane yeni çocuk oyunumuz olacak, birisi “Alice Harikalar Diyarında”nın özgün bir uyarlaması olacak, düşündüğümüz gibi gerçekleştirebilirsek sahnelenişi de özgün olacak.

S.U: Çocuk oyunlarına hazırlanırken çok dikkatli davranıyoruz, onların kültür sanat haklarına saygı duyuyoruz. En önemlisi biz onların geleceğin seyircisi değil, bugünün seyircisi olduğuna inanıyoruz ve onları geleceğe hazırlamıyoruz. Çocuklara bir şeyi doğrudan öğretmeyi değil de beraber keşfetmeyi hedefliyoruz. O nedenle çocuk oyunları bizim için çok önemli, kendi başına bir bileşen.

“Eleştirileriyle oyunlarımızı yerden yere vuran ve yere göğe sığdıramayan seyircilerimiz yan yana duruyor. Bu da şunu gösteriyor sanırım; biz herkesi memnun edecek, bulunmuş formülleri sergileyen işler yapmıyoruz. Niyetimiz de yoktu, demek ki bir şekilde niyetimizi gerçeğe dönüştürüyoruz.”

Tiyatro Terminal’in İzmir seyircisiyle olan ilişkisi nasıl, oyunlarınızı takip eden belli bir kitle var ama İzmir seyircisinin geneliyle buluşabiliyor musunuz, bu anlamda memnun musunuz ya da şikayetiniz var mı İzmir seyircisinden?

İ.G: Bu soruya sayılarla cevap verecek olursam şöyle söyleyebilirim. Bu sezonu otuz beş oyun oynayarak kapattık, başladığımızda bu sayı üçtü. Üç defa perde açtığımızda 150 seyirciye ulaşırken bu sezon yaklaşık 5000 seyirciye ulaştık. Bu seyirci sosyal medya hesaplarımızdan ve yorumlardan anladığımız kadarıyla yaptığımız işleri seven, takip eden bir kitle. Fakat benim açımdan çok düşük bir sayı, matematik bazen en doğruyu söylüyor. Ben İzmir’de 20-25 binlik bir seyirci kitlesi olduğunu tahmin ediyorum, dolayısıyla biz şu anda beşte birlik bir kitleye ulaşabiliyoruz diyorum. Belki reklam, PR konusunda bilmediğimiz şeyler var. Hala turne konusunda acemi bir ekibiz, bu yıl sadece Bursa’ya turne yapabildik, Sanat Mahal’de oynadık. Bir sezonda üç oyundan otuz beş oyuna çıktık ama sanırım seyircinin neye dikkat ettiğini, neye alıcı gözle baktığını henüz keşfedebilmiş değiliz.

Paylaş.

Yanıtla