Yavuz Pak
“Antik Yunan’da sanatçının sosyal konumu sınırlıydı; bağımsızlıktan yoksun, yasa karşısında hakların yarısına sahip ve toplumsal statüde düşük konumda idi. Ressam ve heykeltıraşların çalışmaları el emeği olduğu için küçümsenir, köleliğe dayalı ekonomik yapıda onlar da hizmet sınıfının üyeleri olarak kabul edilirlerdi. Sanatçının adı dahi yoktu çağlar boyunca. Ancak M.Ö. 6. yüzyılda, Yunan sanatçıların eserlerinde ilk kez kendi imzaları görülmeye başlanmış ve bu durum sanatsal şöhretin başlangıcı olarak kabul edilmiştir.” (1) Vaktiyle şan, şöhret, para bir yana, sadece isimlerini yadigâr bırakabilmek için asırlarca mücadele vermiş sanatçılar, bugün artık egolarının şişkinliğinden önlerini göremez hale gelen, pek çoğu “süper, “ultra”, “mega” starlara dönüşmek için “ödül avcılığı” yapan torunlarını görseler ne düşünürlerdi acaba?
Seyyar Sahne’nin “Yılın En İyi Kadın Oyuncusu” (YEİKO) oyunu, sanatın ve sanatçıların binlerce yıllık yolculuğunun en hassas noktalarından birini, “şöhret” ve şöhreti meşrulaştıran “ödül” kavramını konu alıyor. Celal Mordeniz ve İpek Türktan Kaynak’ın kaleme aldıkları oyunu Celal Mordeniz yönetiyor ve İpek Türktan Kaynak oynuyor. Kahramanımız, 35 yaşında, konservatuvar mezunu bir oyuncu. Asistanlığını yaptığı Macbeth oyununda, prömiyere iki hafta kala, “Lady Macbeth” rolünü oynayan oyuncu ayrılınca, bu rolü oynamak durumunda kalıyor ve ardından “yılın en iyi kadın oyuncusu” ödülüne aday gösteriliyor. Oyun, kadın oyuncunun ödül töreni konuşması için yaptığı provaları yansıtıyor bize. Bu provalar giderek kendisiyle ve tüm tiyatro cemaati ile bir hesaplaşmaya dönüşüyor. Kimi bölümlerinde grotesk öğelere yer veren bu komedyanın “çuvaldızı kendine batıran” yanı öne çıksa da, diyalektik bir bütünsellik halinde, günümüz tiyatrosuna ve sanatçılarına dair sosyolojik, psikolojik, ekonomik ve politik tahliller de içeriyor. Konservatuar eğitiminin kalıplarından seksapalitenin başarıya(!) etkilerine; eski ve yeni kuşak tiyatrocuların hayata ve sanata bakışlarındaki farklılıklardan günümüzün geçim derdindeki oyuncularına; dizginsiz egonun yarattığı depresyonlardan bencilliği, kıskançlığı, kibri ve rekabeti içselleştirmiş sanat camiasının histerilerine kadar pek çok konuya temas ediliyor oyunda.
İpek Türktan Kaynak, kahramanımızın yanı sıra, yaşlı ve genç kuşak oyunculardan iki ayrı karakteri de canlandırıyor. Böylelikle, oyunu bir monolog olmaktan çıkartmakla kalmıyor, özenle seçilmiş bu iki tipleme üzerinden temayı daha geniş ve tarihsel bir çerçeveye oturtuyor. Yaşlı Süheyla Apak karakteriyle “modernizmin” yarattığı starlık kültüne, genç Yasemin Deren karakteriyle “postmodernizmin” popüler ikonlarına ayna tutuyor.
Modernizm ile postmodernizm arasında “arafta” kalan kadın kahramanımızın hissiyatını ve zihinsel arka planını anlamak için, sanatçının “şöhret” ve onu besleyen “ödül” kavramlarıyla dansının tarihsel evrelerine geri dönmemiz gerekiyor. Antik Yunan’da, imza atmaya başlayarak şöhretin kapılarını aralayan ressam ve heykeltıraşların açtığı kapıdan yürüyen şairler ve özellikle tiyatrocular, kendi aralarında ayrışmaya başlarlar. Aslında, tiyatro, Antik Yunan’da tarih sahnesine “ditrambik şarkılarla” çıkar. Halkın açık havada özgürce şarkı söylediği Dionysos Şenlikleri, ayırım olmadan, herkesin dilediğince katıldığı kutlamalardır. Ancak zamanla işler değişir. Platon’un öğretilerini tersyüz eden kifayetsiz talebesi Aristotales’in katharsise ve hiyerarşiye dayalı sisteminde, tragedyalar, görünür olmak için öne çıkmaya çabalayan oyunculara tanıklık eder:
“Sonra aristokrasi geldi ve ayırımlar oluşturdu: Bazı kişiler sahneye çıkacak ve sadece onlar oynayabilecekti; diğerleri ise oturdukları yerde, edilgin ve alıcı konumunda kalacaklardı; bunlar seyirci, kitle, halk olacaktı. Gösterinin egemen ideolojiyi etkili bir biçimde yansıtabilmesi için aristokrasi başka bir ayırım daha oluşturdu: Bazı oyuncular başkahraman, diğerleri ise kitleyi temsil eden koroyu oluşturacaklardı. Sonra burjuvazi geldi ve bu başkahramanları değiştirdi: Başkahramanlar etik, üstyapısal değerleri temsil eden nesneler olmaktan çıktı ve çok boyutlu özneler, yeni aristokratlar olarak yine halktan kopuk, istisnai bireyler haline geldi.” (2)
Boal’in bu kısa tarihsel özetine paralel olarak, karanlık Ortaçağ’dan sonra patlayan Rönesans, politik iktidarla birlikte, sanatçıların himayesinin de aristokrasi ve kiliseden alınarak burjuvaziye devreden süreci başlatır. Burjuvazinin en güçlü silahı olan “para” ile ödüllendirilmeye başladıkları bu süreç, sanatçılara şöhretin kapılarını biraz daha aralar.
“Şöhret sözcüğünün ‘modern’ anlamı, tanrıların gözden düşüşünden ve ardından da demokratik yönetimlerle seküler toplumların yükselişinden kaynaklanır. Bu bir rastlantı değildir. Gündelik hayatta topluma sunulan yüzün öneminin giderek artması, kişisel tarzı biçimsel demokratik eşitliğin panzehiri olarak geliştiren kamusal toplumun yükselişinin bir sonucudur.” (3)
“Star kültü” ve “popülizm”, işte bu arkaik zemin üzerinde serpilir ve nihayet 19. yüzyılda, modernizme içkin “romantizm”, Beethoven’la birlikte tarihin ilk “süperstarı”nı yaratır. Kendisinden sadece 36 yıl önce, en az O’nun kadar değerli bir müzisyen olan ve cebindeki 38 dolarlık servetiyle birkaç mezar kazıcısı tarafından kimsesizler mezarlığına defnedilen Mozart’ın günahı, sanatçıların şana ve şöhrete boğuldukları Romantik Çağı ıskalamış olmasıdır. Varlık içinde yaşayan ve onbinlerce insanın katılımıyla düzenlenen görkemli bir cenaze töreniyle gömülen “ünlü” Beethoven’ın eriştiği şöhretten Haydn, Pontorno, Monet, Gauguin, Van Gogh, Proust gibileri de mahrum kalmıştır. Aynı yıllarda, Kant’ın, “sanatın doğa gibi görünmesini sağlayan, yani her sanat için gerek duyulan “amaçlı” tasarımı, “amaçsız” hale getiren şey sanatçının üretici yetisi, dehasıdır.” (4) sözleri, sanatçıların “alter deus” (tanrısal yaratıcı) ilan edilerek “divino artista”(ilahi sanatçı) payesiyle kahramanlaştırılmasının da önünü açar. Sanatçıların “insanüstü yeteneklere sahip” birer “deha” olarak nitelendirilerek “kutsanmaları” böylece başlar. Artık şöhret kapıları ardına kadar açılmıştır sanatçılara. Oyunun yaşlı karakteri Süheylâ Apak, işte bu modernist romantik çağın mirasyedilerinden biri olarak yer alıyor sahnede. O’nun döneminde kategorikleşen sanat ödülleri, Apak’ın içselleştirdiği “divino artista” makamının tescilleridir bir bakıma.
20. yüzyıl sonlarından günümüze uzanan ve Yasemin Deren karakterinin içine doğduğu postmodern çağ ile 19. yüzyıldaki romantizm patlaması arasında güçlü bir bağ bulunuyor. Geçmişi yankılayan “imgeler” kataloğunda bıraktığı derin izlerin asırlara varan etkileri düşünüldüğünde, romantizmin biçimsel yeniliklerle kabuk değiştirerek nüksetme özelliği ve devamlılığı görülebilir. Metanın iktidarının, gösterinin hükümranlığının ve iktidarın pornografisinin yaratıldığı postmodern çağda, “süper/mega/ultra star” ikonları üzerinden yaygınlaştırılan “şöhret” kavramı, “sanatçı” olma hali ile özdeşleştiriliyor. Öte yandan, “günümüz medyasının boyutları, şöhretin yerel düzeyden çıkıp bütün dünya ölçeğine kadar yayılabilmesine imkân tanıyor. Andy Warhol’un dediği gibi belki de: ‘Herkes bir gün on beş dakikalığına şöhret olabilecek!” (5)
Sanat bir metaya, sanatçı da bir meta üreticisine dönüştürülüyor günümüzde. Bu süreçte, sanatçının, nitelik ve nicelik olarak çeşitliliği giderek artan ve ticari bir sektör haline gelen “ödül törenleriyle” kutsanıp şöhrete boğulması, onu gösteri çağının nevrotik travmalarına sürüklüyor ve kısır bir döngünün içine hapsediyor. Yasemin Deren karakteri gibi sadece fiziğiyle öne çıkan pop-ikonların bu travmalarını en iyi Guy Debord tarif ediyor: “Popülizm gösterinin hükümranlığıdır ve görünüşte dışsaldır; popüler ikonlar bu dışsal zeminde varoldukları için, benliklerinden yoksun kalmaktadırlar.” (6) Nitekim, tarihsel bir değişim sürecinin kurbanı olan ödül adayı kahramanımız, selefinden devraldığı kimliğiyle halefine ayak uyduramamanın karmaşasını yaşıyor zihninde. Başlangıçta ödül umuduyla büyük cümlelerle içini doldurduğu hamasi nutuk, giderek dili yumuşayan, dramatize edilmiş anılara süslenmiş kurgusal “tiyatrocu kimliklerinin” teşhirine dönüşüyor. Oyunun sonuna doğru, arafta kalmanın sıkıntısıyla, kurguları tümden infilâk ediyor ve tükenen umuduyla birlikte özüne dönerek kendi gerçekliğini ifşa ediyor. Zihnindeki kaosun izdüşümü olan şu cümleleri, sadece kendisinin ya da kuşağının değil, gerçekte tüm sanatçıların isyanı gibi: “Hayır, benim hava atmaya falan hiç ihtiyacım yok, hayır! Ona sizin ihtiyacınız var…Herkes sizi görsün, herkes sizi sevsin, herkes sizinle çalışsın…Başrolleri kapın, ödülleri alın, Cannes’a gidin, Oscar alın. Sen niye geliyorsun hayatım törene, niye geliyorsun o zaman?! Ben sizi kendi rezilliğinizde boğmaya geliyorum, size boy aynası tutacağım!…Siz o küçük dünyanızda birbirinizi yerken, Muhsin Ertuğrul’daki o avize var ya o avize… Ben onun tepesine maymun gibi zıplayacağım… Nerede bir rezillik görsem, hop kopardığım kristalleri kafanıza kafanıza atacağım!!!” (7)
İpek Türktan Kaynak, oyunculuk kumaşı oldukça kaliteli bir oyuncu. Bedensel kapasitesini, jest ve mimiklerini ve sesini son derece başarılı kullanıyor ve yarattığı kusursuz gerçeklik illüzyonu, O’nu sahici oyunculuğun zirvesine taşıyor. Canlandırdığı karakterle özdeşleşiyor ve özgün tavrıyla rolünü adeta yaşıyor. Oyunda, yan rollerdeki yaşlı ve genç oyuncuları canlandırdığı bölümlerde, onların sadece konuşma tarzlarını değil, temsil ettikleri oyunculuk anlayışlarını ve zihinsel yapılarını çok iyi yansıtıyor ve 70 dakika temposunu hiç düşürmeden dinamik bir oyunculuk sergiliyor. Birkaç sandalyeden oluşan minimal dekoruna yine birkaç farklı kıyafetten oluşan kostümleri eşlik ediyor. Şık ve zarif mavi elbisesi modern çağın sanatçısının öne çıkan estetik algısını, seksi ve ışıltılı siyah elbisesi postmodern çağın sanatçısının teşhirci yanını ve oyunun sonunda giydiği sade siyah elbisesi özüne dönen ve kendisiyle yüzleşen başkahramanımızın duygu dünyasını başarıyla yansıtıyor. Müzik seçiminde tercih edilen, ödül törenlerine özgü coşkulu marş ve özellikle Rachmaninoff’un 3 nolu piyano konçertosu metnin ruhuna son derece uygun. Dünyanın çalınması en zor eserlerinden biri olan bu piyano konçertosu, karanlık ruhu müziğine yansıyan Rachmaninoff’un, içinde hareketli ve neşeli bölümlere yer yerdiği nadide bir eser olarak, arafta kalan kahramanımızın kaotik dünyasını çok iyi yansıtıyor. Dolayısıyla, oyunun görsel ve işitsel veçhelerine yansıyan başarılı minimalist anlayış, temayla upuygun bir tiyatral uzam yaratıyor.
Antik dönemde, bir heykeltıraş için eserine imza atmak en büyük ödül idi. 18. yüzyılda hamisi Prens Esterhazi’nin malikhanesinde uşaklarla birlikte yemek yiyen dahilerin hocası müzisyen Haydn için ise, Prens’in masasında şarap içmek… Günümüzdeyse, ödül, teşvik edici niteliğinden çok “şöhret” ve “para” demek sanatçı için. Tiyatrodan müziğe, resimden edebiyata uzanan geniş sanat yelpazesinin her bir dalında, yerel ve evrensel çapta irili ufaklı, boy boy, renk renk binlerce ödül sunuluyor sanatçılara artık. Kitleler popüler ikonlara, popüler ikonlar ödüllere tapıyor adeta. Sanatçı olmak değil, ünlü olmak adına “sanat dünyası” denilen şatafatlı dünyaya adım atan insanlara, arzuladıkları şöhreti sunmak üzere araçsallaştırılan “ödül” kavramı, insanı, toplumu ve bütün bir yaşamı bilgi, etik ve estetik temelde dönüştürme faaliyeti olan “sanatsal eyleyişe” katkı sunmak bir yana, bu eyleyişin önüne set çekiyor. Ancak özgür olduğunda, varoluşunun hakkını verebilecek olan “sanatçı” özneyi, kültürel ticaretin nesnesi haline getirerek ontolojik bir yıkıma uğratıyor. Kuşkusuz, en çok sanatçıya içkin “etik” yara alıyor günümüzün sektörleşmiş ödül törenlerinde. Sanatsal etiğin tarihte hiç görülmediği kadar dibe vurduğu bu süreçte, “gerçek sanatçının” tarihsel çığlığı, Ethica’nın yazarı Spinoza’nın şu sözlerinde yansımasını buluyor belki de: “Erdem yerine ödül verilenler, özgür insanlar değil; kölelerdir!” (8)
Kaynakça:
- Kurz Otto, Kris, Ernst. “Sanatçı İmgesinin Oluşumu”, İthaki Yayınları, İstanbul, 2016
- Boal, Augusto. “Ezilenlerin Tiyatrosu”, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2014
- Rojek, Chris. “Şöhret”, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2016
- Altuğ, Taylan. “Kant Estetiği”, Payel Yayınları, İstanbul, 2007
- Rojek, Chris. a.g.e.
- Rancière, Jacques. “Özgürleşen Seyirci”. Metis Yayınları, İstanbul, 2013, s:14
- Yılın En İyi Kadın Oyuncusu, oyun teksti
- Spinoza, Benedictus “Tractatus Politicus-Politik İnceleme”, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2007