Gizem Aksu
Gizem: Websitenize baktığımda dikkatimi çeken bir cümle oldu: “Marc Vanrunxt, bedenin olasılıklarını göz önünde bulundurarak dans ve koreografinin sınırlarını keşfediyor.” Bu noktada size, Spinoza’ya referansla şu soruyu sormak isterim: “Bir beden ne yapabilir?”
Fotoğraf: Anne-Mie Van Kerckhoven / Dieper
Marc: “Bir beden ne yapabilir?”… Zihinsiz bir beden başka bir şey, ama galiba senin bahsettiğin insan… Bence, zihin eğer bir şey isterse beden onu yapar. Tabi ki limitler var, ama bence en önemli şey bu limitlerle nasıl ilişkilenileceğidir. Çünkü süper-insanlar değiliz ve bence bu iyi bir şey. Her çalıştığım dansçı o kadar farklı ki, dolayısıyla ortaya çıkan şey çokça farklılaşıyor, hem stilde hem fiziksellikte. Farklı geçmişler, yaş, kadın ya da erkeklik bile. Bir insanın kendi bedeniyle ne yapmak istediği ile alakalı. Biliyoruz ki beden yeteri-kadar-çok şey yapıyor. 7 dakika suyun altına dalış yapan insanlar var. Tabi ki antrenmanla ama başka bir duruma da geçiyorlar. Beden öğreniyor. Olağan şartlarda 30 saniye ya da bir dakikadan fazla havasız yaşanamıyor. Bence sen istersen, çalışırsan ve bedene hassas kalabilirsen, beden yeteri-kadar-çok şey yapabilir. Bedenini keserek kendisini sakat bırakan insanlar var, ritüel bir transla ya da etnik nedenlerden ya da sadece zevkine… Olasılıklar denizi….
G: Çıplak Ayaklar Stüdyosu’ndaki muhabbetimiz sırasında topluluğunuzda iki koreograf olduğundan bahsettiniz. Bunun özgün bir deneme olduğunu düşünüyorum. Bu fikrin nasıl ortaya çıktığından ve bir toplulukta iki koreograf olarak üretme deneyiminden bahsedebilir misiniz?
M: Topluluk, 2001’de bir başka Belçikalı koreograf Alexander Baervoets ile kuruldu. Ancak, bazı nedenlerden dolayı 2009 yılında kendisi ayrıldı. 2010’da Salva Sanchiz topluluğa katıldı. Her ikisiyle de sanatsal yakınlığımızın yanı sıra devlete sunacağımız dosyalara ödenek alabilmek için güçlerimizi birleştirmeye karar vermiştik. Belçika’daki büyük toplulukları biliyorsunuz; Rosas, Les Ballets C de la B, Ultima Vez, Alain Platel Company… Bütün yapı ve altyapının bir kişi etrafında kurulduğu… Biz düşündük ki böylesi büyük bir eve, iki menajere ihtiyacımız yok. Daha önce belirttiğim gibi Belçika’daki en küçük topluluk biziz. Güçleri birleştirdiğimiz için özgün bir topluluğuz. Çevremizdeki dansçılarla çalışıyoruz, başka sanatçılarla çalışıyoruz, danışmanlık yapıyoruz. Sanırım Mimesis’e benzer bir yapılanma olan dansın teorisi üzerine çalışmalar yapan SARMA’yla 2004-2005 yıllarında temasımız oldu ama para kısıtlaması yüzünden bu temas devam edemedi. Araştırma, yaratım, prodüksiyon ve teorinin farklı alanlarına değmek istiyoruz. Ama mesela şu an odağımı tekrar koreografiye çevirmiş durumdayım. Öyle bir nokta geldi ki ‘performatif’ kelimesi, moda haline geldi. Tabi ki her şey performatif. Bu kahveyi içmek bile.
Ben bu fikirden biraz sıkılmaya başladım ve koreografiye odaklanmak istiyorum. Salva da tam anlamıyla bir koreograf. Araştırma da yapıyoruz. Ama performatifi, teoriyi, araştırmayı bir kenara bırakmak istiyorum, şu an satıyor diye bunu yapmak istemiyorum. Tabi ki ben de Salva da performatif işler yapıyoruz, ancak sadece performatif iş yapmıyoruz. Anlatırken kelime bulmakta zorlanıyorum, tanımlamak zor ama sanırım sıkıldığımı söyleyebilirim.
Flaman dans çevresinden biraz bahsettiniz ama Avrupa’daki dans ve performans alanlarının merkezlerinden sayılan Belçika’da olmak , burada üretiyor olmak nasıl, paylaşabilir misiniz?
Tabi ki Flaman dansında 1980’lerin başlarında ortaya çıkan birinci dalgada olmak çok heyecan verici. Bir yandan çok fırsat var gibi olsa da çok geniş olasılıklar yoktu. Her zaman insanların dansın ne olması gerektiğine dair fikirleri var, ama 80’lerin başı çok açık fikirliydi. Herkes kendi stilini keşfedebiliyor ve ifade edebiliyordu. Sonrasında belli insanlar popular olmaya başladı, “iyi ve güzel zevkin” markası haline geldiler ve bu durum kötüleşmeye başladı.Basın, izleyici, devlet kimse bunun kalitesinden şüphe etmemeye başladı. Açıkçası ben de etmedim. Ve biliyorsunuz, çok hızlı bir şekilde kurumsallaştılar. Bunun, henüz ünlü olmayan ya da hala kendi stilini araştıran sanatçılar üzerinde ters bir etkisi oldu. Bundan sonra Flaman dalgası ya da Belçika stili, kısıtlı sayıda insanın dahil olduğu bir kulüp olarak görülmeye başlandı. Ben de dışlananlardan oldum ve çok mücadele etmem gerekti. Onlara dahil olmak gibi bir amacım olmadı, ancak kendi sesimi duyurabilmek ve kendimi tanıtmak için mücadele verdim.
Şu an, 80’leri bilmeyen PARTS’ın yeni jenerasyonuyla bu durum değişti. Benim işlerimi özgürce, iyi ya da kötü zevk atıfları olmaksızın keşfedebiliyorlar. 2000’lerin başında Salva (Sanchis) ile , Lise (Vachon) ile ilişkilenmeye başladım. Tabi ki sadece PARTS’tan insanlarla değil, benimle çalışmak isteyen insanlarla…. Hala aklında başka bir kariyer tahayyülü olup ROSAS ile ilişkilenmek isteyenler vardı. Bir yandan da bağımsız çalışan dansçılar da vardı, Arco (Renz) gibi… Bu insanlarla güçlü bağlarım oldu. Çünkü bu genç jenerasyonda, 80’lerde olan ruhun olduğunu fark ediyorum. Çalıştığım çoğu insanlar 15-20 senelik bir zaman aralığı farkı var ancak hiç önemli değil. Genç jenerasyonla Anna Teresa’dan, Alan Platel’den çok daha büyük bir ilişkim var.
Anne Teresa De Keersmaeker ile, Alan Platelle hiç tanışmadık. Hiç konuşmadık, konuşmayacağız da… Merhabadan başka hiçbir temas olmadı. Bu dönemden çalıştığım tek insan Jan Fabre idi. Tabi ki onların gösterilerini izlemekten zevk alıyorum. Ne kadar zengin olduğumuza inanamıyorum. 80’lerde bile bu kişilerin büyük fanıydım. Gösterilerini izlemeye gidiyordum. Tabi ki çok ilham verici zamanlardı. Ama şu an daha az para var, insanlar kapandılar, bi şekilde herkes kendi işiyle meşgul. Şu an daha fazla bir ilişkinin olmaması yazık bir durum. Ama bir yandan şu an birçok olasılığın ve tercihin olması da güzel, birçok insan harika işler yapıyorlar.
Charlotte De Somviele*: Bir şey sorabilir miyim, 80’lerde diğer koreograflardan nasıl ayrıldığınız ve şu an gençlerle daha fazla ilişkide olmanız hakkında bir şeyler paylaşmak ister misiniz?
Farklı şeyler söyleyebilirim. Bunu söylemek belki saçma ama belki de ilk eserlerim o kadar da iyi değildi. Belki biraz zamana ihtiyacım vardı. Tabi ki her dönemde yaptıklarımın arkasındayım ve riske atılmaktan hiçbir zaman kaçınmadım. Dürüst olmam gerekirse farklı bir sesim vardı. Ve farklı bir bedenim… Diğerlerinden farklı bir arka planım vardı. Anne Teresa De Keersmaeker mesela (Maurice Béjart tarafından kurulan) Mudra’da eğitim gördü, Béjart gibi bir markaya da sahipti. Ya da bambaşka br örnek, Alain Platel mesela “gündelik insanlar” denebilecek sokaktan insanlarla çalışıyordu. Bu da benim çok ilgimi çeken bir şey değildi. Tek gey koreograf olmam ilgili bir konu vardı, çünkü etraf heteroseksüeldi. Aslına bakarsanız şu an hala olduğu gibi. Jan Fabre, Alain Platel, Wim Vandekeybus, ROSAS… Gey insanlarla çalışmazlar diye bir şey yok, ama kadın ve erkek estetiği vardı dansta.
Bu benim algımdı tabi ki… Homoseksüelite kendi başına bir problem olarak görülmüyordu belki, ama benim estetiğim bazı eleştirmenler için problemdi. Uzun etek ve eldivenlerle en başından beri çalışıyorum. Şunu açıkça paylaşabilirim ki drag konusuna, çokça ilham aldığım başka bir estetik olmasına rağmen, temas etmek istemedim. Tabii Dawie Bowie ile karışıklık iyice arttı. Mesela Butoh’ta erkekler etek giyer. Bunlar bir şekilde kabul edilebiliyordu, çünkü farklı bir kültürden geliyorlardı. Bence ben bunları düşünebilmek için bazı insanlara fazla yakın geliyordum. Kadın ve erkekler arasında bir kostüm farklılığına gitmek istemedim. Kadına topuklu ayakkabı ve kısa etek; erkeğe pantolon ve tişörtü yakıştıran klişeyi kullanmak istemedim. Bunu da seviyorum ama ben başka bir giyim kodu bulmaya çalışıyordum diyebilirim. Bu bazı insanlara çok sert geldi. Kabul edemediler. 80’ler bunu yapamadı. Bu, gey insanlara gey oldukları için yapılan bir şeydi demek istemiyorum ama onların nasıl göründükleri, estetikler ve bunun neyi temsil ettiğiyle ilgiliydi. Sanırım bunu çok yaptığım için bugünlerde gender (toplumsal cinsiyet) hakkında daha fazla konuşmak istemiyorum.
Bu, gender’dan çok heteronormativite sanırım.
Kesinlikle, doğru. Uzun zamandır bununla mücadele ediyor olmakla ilgili… Görmezden gelemem tabi ki, ama mesela yeni jenerasyona baktığımızda onlar umursamıyor bu meseleleri. Heteroseksüel kişilerle de çok çalışıyorum, eşcinsel kişilerle çalışacağım diye bir arayışım yok. Hiç bir zaman bir etiket olarak “gey bir koreograf” olmak istemedim.
80’lerden bahsetmişken, çok deneyimli bir sanatçı olarak ve birçok sosyo-politik ve ekonomik durumdan geçtiniz, iktidar ve güç ilişkilerinde değişimlere tanıklık ettiniz. Bu değişimlerle nasıl ilişkilendiniz, bu değişimleri kendi hayatınıza ve sanatınıza nasıl tercüme ettiniz?
Bir noktada işlerim tanınmaya başladı ve kabul aldı. Benim jenerasyonunda birçok kişi üretmeyi durdu. Çok ünlü kişiler değil ama yer altından sanatçılar diyebilirim. Farklı nedenlerden dolayı üretimi bıraktılar. Nasıl devam edebildiğimi kendime sormak beni bile bazen güldürüyor. Gerçekten bilmiyorum. Neden bana eserler üretebilmem için para desteği verdiklerini bilmiyorum. Bir komisyon var, kültür bakanlığına bağlı. Oradan benim çalışmalarıma duyulan bir saygı vardı. Biliyorum ki orada her zaman beni destekleyen birileri vardı. Yıllar ve yılarca destekleyen… Benim devam edebilmem için bana destek vermeleri gerektiğine ikna olmuşlardı. Birçok kesintiye rağmen politika değişikliklerine rağmen devam edebildim. Bu soruları gerçekten kendi kendime de soruyorum. Bence 2001’de Alexander (Baervoets) ile güçlerimizi birleştirince bu harekete saygı duyuldu. Yeni bir yapı için yeni bir yol bulma çabamıza önem verildi. Bu, çok önemli bir hareketti.
Karşılıklı saygı ve açıklık konusunda bir konuşmana şahit olmuştum, buna verdiğin özel bir önem var sanırım…
Mentörlük bağlamında bunları söylemiştim sanırım. Genç sanatçılarla çalışırken ya da deneyimli sanatçılar da, fark etmez. Eğer birbirinin düşüncesine saygı duymakla başlanmazsa iletişimin kurulabilmesinden bahsedemeyiz. Ben bir dirence karşı ya da direnç varken hareket edemem. Birileriyle çalışırken bir tartışmaya kimin doğru kimin yanlışın olduğunu sorarak, önemseyerek girmem. Ya da neyin iyi ne kötü olduğunu… Bunları önemsemiyorum.
Ben bir mentör olarak etik ve estetik e ilgili tartışmalar yapabilirim. Mesela Ann’ı (Ann van den Broek) tanıyorsun. Biz, o kadar zıtız ki… Farklı dillerimiz, farklı dünyalarımız var. Bence o benden daha maskülen mesela. Ama Ann benim yaklaşımımı çok merak eder. Beraber çalışırken çok eğleniriz de… Bana karşı çok açık gönüllüdür, ki bu bence müthiş bir şey. Bunu Ann için demiyorum; ama mesela ortada bir artistik çatışma olunca iş daha enteresanlaşıyor, ilginçleşiyor bence. İşin yapımına, sürecine performansçıların var oluşuna dair ya da bir akıştan sonraki konuşmada her şey hakkında konuşulabilme özgürlüğümün olmasını isterim. Ben hiçbir zaman hareket hakkında konuşmam mesela. Ama ayakkabılar ya da ışık hakkında bir şey söylemek isteyebilirim. Bu benim işim değil ama bütün, benim için önemli. Ve bunların hakkında konuşabilme rahatlığına sahip olmak isterim. Aramızda bir limit olmamalı. Bazı insanlar bunu kabul ediyor, bazıları etmiyor. Ve tabi ki birbirimize katılmak zorunda değiliz. Ama ben gerçekten içimden geçeni söyleyebilme, dile getirme özgürlünü istiyorum. Bazen bu 3.kez olsa bile söylüyorum. Ve bu 3. ve son kez sana deyişim ve tabi ki nasıl olacağı hala sana kalmış durumda diye de belirtiyorum. Bence, birbirine karşı açık olmak ve bunları konuşabileceğin uygun bir atmosfer yaratabilmek mentörlükte çok önemli.
Hem kendi sololarınızda dans ediyor hem de başka dansçılar için sololar yapıyorsunuz. Solo konseptine nasıl baktığınızı, sizin için ne anlama geldiğini paylaşmak ister misiniz?
İletişimin en temel ve temiz form ve formatı olduğunu söyleyebilirim. Bir bedene odaklanıyorsunuz. Farklı imajlarım var buna dair… Bunlardan biri çatılarda şimşekten koruyan heykeller vardır. Anvers’te çok var. bu bazen sadece bir çubuk olabilir ya da bazı büyük evlerin üstünde büyük altın melekler olur bunun için. Paratonerler… Enerjiyi alıp dışa atırlar. Benim performansçı için favori imajlarımdan birisi bu. Enerjiyi alıyorsun ve onu izleyenlere veriyorsun. Frontaliteyi çok severim, önü ya da arkası dönük olabilir. Gözler kapalı da olabilir.
Solo, ilişkiler üzerine değil benim için; solo ,istediğiniz imaja giden en nihai yol… Üç ve daha fazlası biraz toplum hakkında konuşabiliyorsunuz. İki kişi olduğunda onların arasında da bir ilişki oluyor, bire bir. Bu yüzden, benim için en zor format düet. Soloda insan bedeninin maksimum, süper, ultra temsiliyetini araştırabiliyorsun. Bir başka şeyle karışmadan… Didaktik duyulsun istemem ama birinin en özgün ve öz parçasını almak gibi solo. Çiçekten koku alınıp parfümün yapılması gibi… Bir simya gibi. Stüdyoda teke tek olmayı ve çalışmayı çok seviyorum. Her küçük detayın içine derinlemesine girebilmeyi…
Fotoğraf: Anne-Mie Van Kerckhoven / Dieper
İstanbul’a gelişinizle ilgili dağıtılan broşürde bazı kelimeler ilgimi çekti; gizem, mistisizm, büyülü gerçeklik gibi… Bu sözcükler içinizde nasıl yankılanıyor?
Ben dönüşüm eylemine inanıyorum. Bir performansa gittiğimde değişimi görmeyi seviyorum. Bunun nereden nasıl geleceğini bilmiyorsunuz ama bunun çok önemli bir yerden geleceğine güvenmelisiniz. Gizem derken bunun üstü kapalı, belirsiz bir şey olmasından bahsetmiyorum. Kristal berraklığında ve transparan olup aynı zamanda gizemli olabilmesinden bahsediyorum. Evrende bedenimizde gizil güçler olduğuna inanıyorum. Performansı büyük bir ritüel olarak görüyorum. Bu yüzden tekrarı, ısrarı ve bazı ruh hallerine girmeyi önemsiyorum. İnsanları bu ritüele katılmaya davet ediyoruz. Hokus pokustan bahsetmiyorum. Mesela Rob (Fordeyn) benim için gizemlidir. Çok sıkı çalışmamıza rağmen dansçılar benim için gizemli kalırlar. Onun hakkında çok bilmek, onu provoke etmek, bir şeylere zorlamak istemem. Ve bu sayede kristal berraklığında bir gizemi beraber yaratırız.
Koreograf olarak, zaman içinde üretirken kendi içinizde oluşan bir hareket dağarcığı var mı?
Dürüst olmak gerekirse hiç böyle düşünmemişim. Yaptıklarımı formüle edip paylaşmaya çalıştığımda aslında kelimeler sığdıramadığımı görüyorum. Tabi ki konuşmayı seviyorum, kelimeler bana ilham veriyor, çok anlam taşıyabiliyor. Ama perfomans, benim için her zaman bir şeyleri açıklamadan açığa çıkarma amacı olmalı. Sorarsanız, evde yazmıyorum. Yazmam. Hazırlıklar için notlar alırım, ufak çizimler yaparım. Ama mesela provadan sonraki düşüncelerimi not etmem, bir güncem yok.
Bir sorum var ama sorup sormamak arasında kaldım.
Sor, lütfen.
Sanırım sormak istiyorum. İş üretirken genelde bir festival, kurum tarafından sizden istenen ya da ısmarlanan işler mi yapıyorsun yoksa işler ilk aşamada kendi içinden kendi kosmosundan mı çıkıyorlar?
Çoğu zaman evet, bir fikrim oluyor. Planlıyoruz ve bunu gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Yıllar geçtikçe komisyon ve organizasyonların yanı sıra benimle çalışmak isteyen dansçılardan gelen taleplerle de iş yaptım. İşlerimde kendileriyle ilgili bir şey fark edip benimle çalışmak istediklerini söyleyen dansçılar oluyor. Son zamanlarda bu fazlalaştı ve bu durum, solo üretmemin nedenlerinden birisini de oluşturdu. Gelip benimle tanışıyorlar ve ben de “hadi o zaman bir solo yapalım” diyorum. Aslında niyetlerinin onlara solo üretmenin dışında, benimle çalışmak olduğunu düşünüyorum. Ama, benim reaksiyonum solo üretmek oluyor. Az önceki ilginç sorunda da değindiğim gibi; tek bir insana odaklanabiliyor, konsantre olabiliyorum. Bazen görsel sanatçılardan talep geliyor ve bunu gerçekleştirmenin bir yolunu buluyorum.
Komisyonlar… Baya oldu, çünkü kendi yolumuzda bir şekilde yapısal bir zemin oluşturduk. Herkes için yeterli para olmadığından beridir bazı tiyatrolar genç sanatçıları desteklemeye başladı ve bu tabi ki bize verilecek paranın nasıl dağılacağını etkiliyor. Böyle olması gerektiğine kesinlikle katılıyorum. Ancak, bu durum bazen ortak yapımcı bulmamızı zorlaştırabiliyor. Bir fon sistemi var bir de iki üç aylık proje bazlı fon sistemi var. Ve en büyük kesintiler bu proje bazlı fon sisteminde oluyor. Mesela, bir genç sanatçının prömiyer tarihi belli ancak hiç parası yok. Ve Kaaitheater gibi tiyatrolar benim gibi sanatçılarla ortak yapımcı olmayı değil de genç sanatçılara bu parayı aktarmaya karar verdiler. Ama bakıldığında bunun doğru olduğunu düşünüyorum.
Yuvarlak masa konuşmasında Mesut (Arslan) da sordu ama ben de sormak istiyorum. İstanbul’da hem performans yaptığınız hem atölye verdiğiniz bu ziyaret hakkındaki hislerinizi paylaşmak ister misiniz?
Buraya geldiğim iki seferde de gözlemliyorum ki bizim durumumuzla kıyaslanamayacak şekilde zor bir durumun içindesiniz. 80’lerde dahi bizim, devletten olmasa bile tiyatrolardan, programatörlerden bir destek geleceğine dair görümüz, umudumuz oluyordu. Bu, bizlere tabi ki ilham veriyordu. Bu, insanların bir şeyler yapmasına dans alanları oluşturmasına çok vesile de oldu. Buraya geldiğimde görüyorum ki her şeyi kazıyarak kendiniz yapmak zorundasınız. Tabi ki sadece bu durumdan değil farklı bir geçmişiniz olduğu için de farklı tarzlarda işler yapıyorsunuz.
Ama eve döndüğümde biraz düşünceliydim; buraya gelmek iyi bir fikir doğru oldu mu?
Burada Discografie‘yi göstermek çok paraya mal oldu. Bunu bizim koşullarımız karşılayabiliyor ama bunu yapmanın burada nasıl bir sunuş doğurduğundan emin değilim. Atölyeye katılan herkesin pozitif ve zevk alıyor olmasından çok mutlu oldum tabi ki. Ama biraz da güvensiz hissettim, dediklerimin ya da yaptıklarımın insanlara ulaşıp ulaşmadığı hakkında. Evet, bunun üzerine düşünmeliyim. Bence bu tüm organizasyon ve Mesut’un bu haftayı organize etme fikri başarılı oldu. Ama burada gerçekten neler olduğunu anlamak ve görmek biraz zor oldu benim için, bir haftada zaten çok zor. İyi vakit geçirdiğimi paylaşmak isterim, az da olsa bir şeylere dokunabildiğimi hissediyorum ve sindirmek için biraz zamana ihtiyaç duyacağım.
Hem ilham verici atölye çalışması hem Discografie performansı hem de bu güzel sohbet için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim, şu ana kadar yaptığım en güzel ropörtajlardan biriydi.
*Marc Vanrunxt’a bu ziyaretinde eşlik eden Belçikalı eleştirmen.
Kasım, 2014 / İstanbul