"Yaptıkların Karşısında Sessiz Kalsaydım, İşlediğin Suçların Ortağı Olurdum"

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mustafa Çolak-Dört Delikli Düğme FotoğrafMimesis Söyleşi / “Geçenlerde ülkemizde, etrafımızda yaşananları düşünüp  işin içinden çıkamadığım bir anda oyunumuzdan bir replik paylaşmıştım. Benim söylediğim bir replik: Yaptıkların karşısında sessiz kalsaydım, işlediğin suçların ortağı olurdum. İyi ki bu cümleyi kurabildiğimiz oyunumuz var, iyi ki tiyatromuz var. Yoksa başka nasıl başa çıkabilirdik. Çok zor bir dönemden geçiyoruz. Benim işim sanatsa, ben tavrımı ancak sanatla ortaya koyabilirim ve Yanık bu anlamda çok büyük bir şans.”

Röportaj: Mehmet Bozkır

Röportaj için buluştuğumuzda kahvelerimizi söyleyip hemen Yanık üzerine konuşmaya başladık. Bu sohbetin bir kaydının olması gerektiğini fark edip teybimi çalıştırmam an meselesiydi. Yaklaşık 10 yıldır pek çok oyunda seyretmiş olsam da bu ilk karşılaşmamız Mustafa Çolak’la. Hangi rolde olursa olsun, sahneden yansıttığı enerjisi ve sıcaklığının sadece sahneyle sınırlı olmadığını anladım daha ilk cümlelerinde. Sohbetimiz ilerledikçe, tiyatroyu kendisinin önünde tutan, baş tacı eden birçok ustanın sözlerinin karşılığını buldum anlattıklarında. Bu sezon İzmir Devlet Tiyatrosu yapımı Yanık’ta ve yine İzmir merkezli Fabrika Oyuncuları yapımı Dört Delikli Düğme’de rol alan Mustafa Çolak ile hem oyunlar hem de tiyatro üzerine yaptığımız sohbetimizden buraya sığdırabildiklerimi yazdım. Umarım okuyanlara da en az benim dinlerken aldığım kadar keyif verir.

“Birçok oyunda ekibin uyumu yakalanır ama biz burada gerçekten çok güzel bir şey yaşadık. Yönetmeninden oyuncusuna, ışıkçısından kostüm tasarımcısına, müziğine, dekoruna, teknik ekibine kadar oyuna emeği geçen herkes öyle inandı ve öyle özveriyle çalıştı ki kimse kimsenin üzerine yük bindirmedi. Herkesin çok emeği geçti ve bu emek de oyuna, sahneye, seyirciye yansıdı diye düşünüyorum.”

Yanık’ın prova süreci nasıldı? Oyunun meselesi çok ciddi ve her bir karakter ağır bir yükün altında. Ben oyunu ilk seyrettiğimde “başka oyunlara göre bu oyunun provası daha zor geçmiştir” diye düşünmüştüm.

Oyunumuzun yönetmeni Barış Erdenk ve yönetmen yardımcılarımızdan Sibel Erdenk ile ilgili kişisel fikrimi hemen söyleyeyim, benim için ikisi de çok kıymetli. 2008, 2009 yıllarında Van Devlet Tiyatrosu’nda Lope de Vega’nın Çılgın Dünya oyununda çalışmıştık. O zamanda Çılgın Dünya çok beğenilmişti. Çok turneye çıktık hatta Ankara ve İstanbul’a ikişer kez gitmiştik. Oyun ikinci sezona kaldı ve binlerce seyirciye ulaştık. Barış Hoca ve Sibel Hocayı ben Çılgın Dünya’dan tanıyorum, o oyun sayesinde çok güzel bir bağımız oluştu ve onlarla tekrar çalışmayı çok istemiştim. Yanık’ı ilk okuduğumda “eyvah nasıl çözeceğiz biz bu oyunu” demiştim. Çünkü çok fazla zaman geçişleri, mekan geçişleri var. Bir yandan da ağır bir meselesi ve önemli bir sözü var oyunun. Ama Barış Hoca ve Sibel Hoca söz konusu olunca kendiliğinden çorap söküğü gibi geliverdi her şey. Mesela Barış Hoca fazla okuma provası yapmaz hatta biz sadece bir kez okuma provası yaptık bu oyunda. En basit anlatımla tiyatro oyuncusuz ve seyircisiz olmaz diye tanımlanır ama yönetmenin o oyunu neden seçtiği, anlatmak istediği ve karşılıklı sonsuz güven de çok önemli. Barış hoca daha ilk provada o ikna edici, güven veren tavrı ile bizim yükümüzü o kadar hafifletti ki sanki hepimiz hazırmışız gibi akıp gitti. Ben prova sürecini çok severim ve çok çalışırım, kendimi bir türlü beğenmem, onu da mı yapsam bunu da yapsam diye düşünür, denerim. Bu oyunda herkes çok çalıştı, kimse kimsenin üzerine yük bindirmedi. Evet, çok zor bir oyun, çok ağır metin ama en başta Barış Hoca’nın sayesinde ve ekibin yakaladığı uyumla prova sürecimiz rahat geçti diyebilirim.

Sizin canlandırdığınız Simon’u konuşalım istiyorum biraz. Oyunun sürprizini kaçırmayayım ama ayrık tutabileceğim birkaç karakter dışında diğer tüm karakterler oyunun başından itibaren insan olarak daha anlaşılabilir, yakın bulunabilir. Ama Simon karakteri seyirciyle karşılaştığı an itibariyle son derece sevimsiz, ya bunun derdi ne dedirtiyor seyirciye. Oyun ilerledikçe karakter başka bir yere evriliyor ve biz nedenlerini anlıyoruz. Ama canlandıran oyuncu açısından riskli ve zorlu bir rol.

İşin güzel kısmı da o benim için. Ben biraz ters, kontrast rolleri seviyorum. Simon’la çok ortak yönümüz yok, yani pek benzediğimiz söylenemez. Simon’un kendine göre çok haklı sebepleri var, kesinlikle kötü biri değil ama bir hoyratlığı, nobranlığı var. Öfke kontrolü yok. Kendince işin içinden çıkamadığı anlarda hırçın davranıyor. Mesela Simon’un boksu seçmesinin en büyük nedeni bu bence, öfkesini yumruklarından çıkarıyor. İkiz kız kardeşi Janine’le çok kavga ediyorlar, küçükken de muhtemelen birbirlerini yiyorlardı ama çok bağlılar. Simon Janine’e çok düşkün. Gerçekten çok seviyor kardeşini ve başka kimsesi de yok.

Bana Simon’un bütün halleri şunu hissettirdi, o sert görünme çabasının altında çok zayıf aslında, kırılmaya çok yatkın. Janine hayata daha hazırlıklı. Hani düşse kalkıp dizlerini silkeleyip yola devam edecek gibi ama Simon düşse kalkabilir mi, kalkması ne kadar zaman alır pek emin değilim. Bir kabuk örmüş kendisine ama çıt diye kırılıverecekmiş gibi o kabuk.

Çok doğru söyledikleriniz. İşte bu nedenle de büyük bir şans benim için Simon gibi bir karakteri oynamak. Biraz önce de dediğim gibi, benim Simon’la hiçbir benzerliğim yok. Ama düşünüyorum benim Simon gibi bir arkadaşım olur muydu, olurdu. Arkadaş olsaydık muhtemelen çok kavga ederdik, didişirdik ama ben onu anlardım. Seyirci de Allah’ın belası bir çocuk deyip geçmiyor, çaresizliğinden gelen hırçınlığını anlıyor.

Yakın zamanda Yanık ile Ankara turnesi yaptınız, nasıldı Ankara seyircisinin tepkisi?

Van’da çalışırken de Ankara turnesi olduğunda şöyle bir kendimizi toplardık. Ankara hem seyircisi anlamında özeldir hem de ustalarımızın, hocalarımızın çoğu orada, en köklü yer orası sonuçta. Yanık’ın Ankara turnesi çok önemliydi bizim için, İzmir seyircisi çok sevdi, beğendi ama Ankara seyircisi nasıl bir tepki verecek diye merak ediyorduk. Ankara yerlere göklere sığdıramadı oyunumuzu. Küçük Tiyatro her akşam hınca hınç doluydu ve oyun sonlarında bütün salonun ayakta alkışını aldık. Sosyal medyada oyunumuzla ilgili çok güzel şeyler yazdılar, çok olumlu paylaşımlarda bulundular. Ankara’ya tekrar gitme ihtimalimiz de var. Umarım uzun soluklu bir oyun olur, birkaç sezon devam eder de bol bol turne yaparız. Çünkü ne kadar çok seyirciye ulaşırsak bizim için o kadar kıymetli, o kadar anlamlı.

Sezon başından bu yana yoğun şekilde Yanık’la sahnedeyken, geçtiğimiz ay prömiyer yapan Dört Delikli Düğme var bir de.

Evet, yakın zamanda prömiyerini yapan yeni oyunumuz.

Oyuna geçmeden önce biraz Fabrika Oyuncuları’nı konuşalım istiyorum.

Fabrika Oyuncuları geçen yıl kuruldu. Ben geçen yıl onlarla birlikte değildim. Devlet tiyatrosu sanatçıları olan Sadık Yağcı, Gerçek Yağcı, Tamer Yılmaz bir ekip olarak Fabrika Oyuncuları’nı kurdular. Bu yıl Sadık abi, bir oyunumuz var birlikte çalışır mıyız diye bir teklifte bulundu. Sadık abiye de ekipteki diğer arkadaşlarıma da sonsuz güvenim var, teksti okudum ve çok etkilendim. Daha ilk okumada aldı götürdü beni. Bir de uzun süredir özel tiyatroda çalışmamıştım, bu deneyimi de yeniden yaşamak istedim. Bütün bu dinamikler bir araya gelince hemen kabul ettim rolü. Devlet tiyatrosundaki oyunlarımızın prova süreci, turneleri derken Dört Delikli Düğme’nin provaları bayağı uzun sürdü ama büyük keyifle çalıştık. Prova sürecinde dışarıdan kimseyi almadık, hiç seyircili prova yapmadık, ilk defa prömiyerde karşılaştık seyirciyle.

“Dört Delikli Düğme’de birlikte rol aldığımız Neşe Arat 16 yıllık sahne arkadaşım, 2001 yılından bu yana aynı sahneyi paylaşıyoruz. İçtenlikle herkese Neşe gibi bir partner diliyorum. Çünkü şuna inanıyorum, partnerin ne kadar iyi olursa sen de o kadar iyi olabilirsin. Biz Neşe’yle bu oyunda bire bir, burun buruna oynuyoruz ve öyle güzel pas veriyor, yaşamam gereken tüm duyguları öyle güzel yansıtıyor ki onunla oynamanın verdiği keyfi anlatamam.”

Bütün ekibiniz devlet tiyatrosu sanatçılarından oluşuyor. DT çatısı altında tiyatro yapmakla özel tiyatroda bir oyun çıkarmak arasında zorluklar ya da imkanlar açısından ne gibi farklar var?

Ben tiyatroya 1993 yılında İzmir’de belediye tiyatrosunda başladım. 1997 yılında konservatuvara girene kadar da birkaç özel tiyatroda çalıştım. Özel tiyatroda çalışmanın ne kadar zor olduğunu ta o zamanlardan biliyordum, Fabrika Oyuncuları’nda da bunu gördük. Bizim en büyük şansımız şu oldu, Art Academy Fatih Paşalı bize kapılarını açtı. Bu zamanda çok az kişinin, çok az kurumun yapacağı yardımı yaptılar. Kendi sahnesi olmayan bir özel tiyatro için mekan bulabilmek, rahat çalışabilmek çok zor, o nedenle hakları ödenmez. Prova sürecinde sayelerinde çok da sıkıntımız olmadı ama özel tiyatroda her şeyi kendiniz yapmak zorundasınız, her şey olmak zorundasınız. En basitinden bu oyun için atmosferi yansıtan bir dekor, tam bir otel odası yapılabilirdi ama dekoru nereye koyacağız, nerede saklayacağız. İmkansızlık nedeniyle minimalize ettik ama o da başka bir şeyi sağladı. Oyunu seyreden arkadaşlarım oyuncudan başka bir şeye odaklanmadık dediler. Böyle oyunlarda oyuncuya çok iş düşüyor, bu da tabi oyuncu için çok büyük bir avantaj ve keyif.

Birkaç ay önce bir yönetmen arkadaşımla bazı metinler üzerinde konuşurken ona şunu söyledim; “günlük hayatımızda o kadar çok uyaran var, her şey o kadar süslü, o kadar abartılı ki ben sahnede yalınlık görmek istiyorum. Sağlam bir metin olsun, bir kadın bir adam çıksın, belki tek bir sandalye olsun sahnede, ben hikaye dinlemek ve oyunculuk görmek istiyorum.” Aslında hiç bilmeden Dört Delikli Düğme’yi tarif etmişim, oyunu seyrederken işte bahsettiğim şey buydu dedim kendi kendime.

Hakikaten tam da bizim oyunu tarif etmişsiniz. Böyle bir oyun, böyle bir oyunculuk türü deneyimlemenin keyfi bambaşka. Bir örnek vereyim, ben Van’da on yıl yaşadım. İlk gittiğimde mezun sanatçı olarak çalışırken, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi oyunculuk bölümü var ama öğrenci alımı yoktu. O dönem araştırma görevlisi alıyorlardı, 35.madde diye bir yasal düzenleme vardı Aldıkları araştırma görevlisini batıdaki bir üniversiteye gönderiyorlar, yüksek lisansını, doktorasını yaptırıp geri alıyorlardı. 2003 yılında orası bir sınav açtı, ben de girdim ve kazandım. Çok kıymetli bir dekanımız vardı, Prof. Dr. Zühre Şentürk. Üniversite kadrosuna girdikten sonra beni devlet tiyatrosundan hiç koparmadı, bütün oyunlarda oynamaya devam ettim. İki yıl bu şekilde devam ettikten sonra devlet tiyatrosu kadro sınavı açtı, üniversiteden istifa ederek devlet tiyatrosu kadrosuna girdim. Üniversitedeki o iki yıllık sürecimde ben tek kişilik bir oyun yapacağım dedim. Orada da zor koşullar vardı. Bir Delinin Hatıra Defteri’ne çalışmaya başladım. Prova sürecinde kendi kendime çalışırken şöyle bir şey gelişti. Küçük bir salonumuz vardı, orada çalışıyordum, dedim ki ben bu oyunu burada oynayacağım ve oturduğum yerden kalkmadan oynayacağım. 55 dakika kadar sürüyordu oyun, ışık da kullanmadım, mumlar şamdanlar vardı. Oyun başlamadan önce seyirciyi ben karşılıyordum, sohbet ediyorduk, mumları birlikte yakıyorduk. İşkence sahnelerinde sadece su kullandım, peki müzik nasıl olacak diye düşündüm ama elektrik, elektronik hiçbir şey istemiyorum. Dedim ki keman çalan biri otursun arkamda, bu şekilde deneysel bir iş yaptık ve seyirciden çok güzel tepkiler aldık. Ve sizin dediğiniz şeye geldi aslında olay. Tüm olanaksızlıklar içinde kendiliğinden başka bir şey yaratabiliyor insan, başka bir keşfe çıkabiliyor. Devlet tiyatrosunda olsa bambaşka bir şekilde sahnelenecek, belki çok daha etkili olacak ama böyle olduğunda da farklı bir tat bırakıyor.

İki oyundaki karakter, Simon ve Dört Delikli Düğme’deki karakterin adı yok, Adam diyelim. Aslında birbirlerinden tamamen farklı gibi görünen ama temelde aynı meseleden muzdarip olan iki adam… Ben oyunları seyrederken dedim ki “ Ya yazık Mustafa Çolak’a, iki oyunda birden bu kadar ağır travması olan karakterlere bürünmüş.”

(Gülüyor) Simon geçmişle olan derdini hallettikten, meselesini çözdükten sonra belki de rahatlayacak, hayatta çok başarılı olacak, kim bilir. Ama diğer adam için çok daha travmatik tabi durum. Ve hayatın o acı gerçeğine hiç de uzak değil aslında karakter. Oyunu anlatmayayım tabi ama adamın yaptıkları, ya bu kadar olur mu dedirten şeylere cevap aslında. Evet bu kadar da olur.

Karakter aslında o kadar bizden, o kadar günlük hayatımızdan, eşimizden dostumuzdan biri gibi ki seyrederken hiç yabancılaşmıyoruz. Bu kadar yakın ve tanıdık olması sebebiyle seyirciye bu kadar dokunuyor.

Oyunu seyrettikten sonra kardeşim şöyle dedi, o ki hemen hemen rol aldığım tüm oyunları seyretmiştir; “ Abi bu oyunda başka bir şey hissettim, çok şey buldum oyunda, yer yer çok ürktüm adamdan yer yer içim parçalandı”. Kardeşimin böyle olumlu bir eleştirisi oldu, seyircide bu izi bırakabilmek büyük mutluluk tabi. Dünyanın en eski, en zor ama en keyifli işlerinden birini yapıyoruz.  Hele de seyirciden karşılığı böyle gelince tamam diyorum, insan hayatta başka ne ister.

Herkesin yerli metin yok, yeni yazarlar yok -ki ben tam aksini düşünüyorum- dediği bir dönemde Dört Delikli Düğme’nin benim için güzel yanlarından biri de yeni bir yazarla, Feraye Şahin’le tanışmak oldu. Benim gibi yeni tanıyacaklar ya da henüz tanımayanlar için Feraye Şahin’i sizden dinleyelim istiyorum.

Ben de yeni tanıştım Feraye’yle, çok güzel bir insan. Oyunu seyretmek için İstanbul’dan geldi, bu da bambaşka bir heyecan oldu bizim için. Oyunu yazarının karşısında oynamak müthiş bir şey… Feraye’nin başka oyunları da var ama henüz hiçbirisini okuyamadım, ben de çok yeni tanışıyorum. Onun yazdığı başka oyunlarda da oynamak isterim. Ben oynayamasam da oyunları devlet tiyatrosunda, şehir tiyatrosunda, özel tiyatrolarda her yerde sahnelensin isterim.

Ben Feraye Şahin’in dilini çok sevdim, oyun çok sakin, çok yavaş ama çok da güzel bir ritmi, ahengi var. Çok yükselip alçalmıyor ama asla tekdüze de değil.

Feraye’nin dilindeki kimya çok güzel akıp gidiyor. Okurken ya da seyrederken bir şeye takılıp kalmıyorsunuz. Bazı metinlerde olur, özellikle de daha çok çeviri metinlerde, bir şeye takılırsınız, bir yerde durdurur sizi. Feraye’nin dilindeki bu akışkanlık oyuncuya da yönetmene de olanak sağlıyor. Feraye çok kıymetli, çok özel benim için. Bir şansım daha oldu bu oyunda, o da yönetmenimiz Sadık Abi (Yağcı). O kadar naif, oyuncuyu o kadar rahatlatan bir insandır ki. Sohbet eder gibi geçti provalarımız, oyuncuya yollar açan bir yönetmendir. Bazı roller vardır, eteğindeki tüm taşları dökebilirsin. Bu benim için öyle bir roldü ve bu anlamda oyunun yazarı konusunda da yönetmeni konusunda da ve partnerim Neşe (Neşe Arat) konusunda da çok şanslıydım.

Özel tiyatroların mücadele etmek zorunda kaldıkları zorlu koşullar hepimizin malumu, bu zorlukların en başında da sahne sıkıntısı geliyor diyebiliriz herhalde. Oyunun yolculuğunu merak ediyorum, Dört Delikli Düğme’nin programı nasıl, nerelerde buluşacaksınız seyirciyle?

Oyunumuzun sabit bir sahnesi yok. Devlet tiyatrosundaki programımıza göre-çünkü benim de Neşe’nin de devam eden oyunları ve turneleri var-ayda en az iki kez oynayacağız Dört Delikli Düğme’yi. En yakın zamanda 25 Mart’ta Alsancak’ta Han Tiyatrosu’nun sahnesinde olacağız. Adana ile bir görüşmemiz var, çok yüksek ihtimalle Sabancı Uluslararası Tiyatro Festivali’nde sahneleyeceğiz oyunu. Ben devlet tiyatrosu oyunlarıyla çok gittim Adana’ya ama özel tiyatro olarak ilk olacak benim için de. İstanbul turnesiyle ilgili birtakım hazırlıklarımız, görüşmelerimiz var. Bir de yurtdışı turne hazırlığımız var. Henüz tarihi netleşmedi ama Almanya’da sahneleyeceğiz oyunumuzu ve elbette İzmir’de çeşitli sahnelerde seyirciyle buluşmaya devam edeceğiz.

Sanatla uğraşan herkesin aklında hep yapmak istediği işler, yer almak istediği, hayalini kurduğu projeler vardır çünkü sanat sonu olan ya da varılması yeterli kabul edilen bir noktası olan bir şey değil. Biraz önce konuşurken 2001 yılında mezun oldum konservatuvardan dediniz, o günden bu yana da sahnedesiniz. Sanatın hangi dalında olursa olsun bin türlü güçlüğe maruz bırakılan bir ülkede konservatuvardan yeni mezun olmuş Mustafa bugüne bakacak olsa olduğu yerden, yaptıklarından memnun mu, hayal ettiklerini gerçekleştirebildi mi?

Hayallerin sınırı yok, yaşadıkça da o hayalleriniz artıyor. Ne mutlu ki ben hayallerimin birçoğuna kavuştum, birçoğunu gerçekleştirdim. On yıl Van’da çalıştım, Doğu ve Güneydoğu Anadolu turne bölgemizdi, yüzlerce turne yaptık. Hakkari’ye giderdik mesela yılda üç dört defa, devlet tiyatrosu olmasaydı, ben Van Devlet Tiyatrosu’nda olmasaydım gidemezdim oralara. Ben Van’ı çok sevmiştim, önümüzü görmezdik biz Van’da, gecemiz gündüzümüz tiyatro olmuştu. Aslında temelinde en büyük hayalim sahneye çıkabilmekti ki bunu başardım ve ne mutlu ki sahneden hiç uzak kalmadım. İzmirliyim, önünde sonunda İzmir’e dönmek gibi bir hayalim vardı, 2011 yılında İzmir’e tayin oldum. Döndüğümden bu yana her sezon çok güzel oyunlarda yer aldım. Bundan sonrası için de böyle devam edebilmeyi umuyorum. Çok önemli bir hayalim vardı benim, 1994 ya da 1995’te, tiyatroya başladığım yıllarda, o zaman Konak Belediye Tiyatrosu’nda çalışıyorduk. Ben konservatuvara gitmek istiyorum, tiyatroyla uğraşıyorum, kafamda birçok şey netleşmişti ama bana tamam dedirten, aklımda en ufak bir soru işareti bırakmayan şey şu oldu; O zaman İzmir’de Mephisto sahnelenecekti, Karşıyaka Sahnesi’nde prömiyer yapacaktı, Malcolm Kay yönetiyordu, ben de hiç tanımıyorum o zamanlar kimdir, nedir. Oyunda seyirciler sahneye çıkabiliyordu, o gün için de biz belediye tiyatrosu olarak yaklaşık 20 kişi geldik ve hepimiz sahneye çıktık. Sahneye çıktık, oyun başladı, yanımızda oyuncular, karşımızda seyirci. Tabi ben de oyuncuyum ya, belediye tiyatrosu olarak gelmişiz, böyle işte pozlar veriyorum, dinlemeyi oynuyorum falan. O kadar korktum, o kadar etkilendim ki sahnede oyunu seyrederken ödüm patladı. Ama ben o oyundan titreyerek çıktım ve “ben bu işi istiyorum, konservatuvara gideceğim ve de gün gelecek bu adam kimse onunla çalışacağım” dedim kendi kendime. 1997 yılında konservatuvarı kazandım, Van’a gittim 10 yıl çalıştım. 2011 yılında İzmir’e tayin oldum ve ilk oyunum Malcolm’ın yönettiği Romeo ile Jüliet oldu Karşıyaka Sahnesi’nde. Hiç unutamam bunu, ant içmiştim nerdeyse bunu yapacağım diye ve yıllar sonra hayalim gerçek oldu.

Umarım bundan sonrası da hep böyle gider. Hayalleriniz hep gerçek olur, güzel oyunlarda iyi partnerlerle yollarınız kesişir.

Paylaş.

Yanıtla