Ayhan Hülagü
“Aşiyan”; evinin önünde bomba patlayan bir kadının, travmaya bağlı anksiyete bozukluğu yaşayarak 9 ayı evinde geçirmesi üzerine kurgulanmış sahici, nostaljik ve etkileyici bir oyun. Eskide kalmak, yeniyi inşa etmeye çabalamak, yüzleşmek, karar vermek, durmak veya yola devam etmek…
Bir kadının kendisini korumak için en güvenli yere, kendi aşiyanına çekilmesini anlatan “Aşiyan”; gerek güncel olaylara değinen konusu gerekse Bihter Dinçel’in tek başına sergilediği başarılı performansıyla dikkat çekiyor.
Bihter Dinçel’le sohbetteyiz.
Türkiye tiyatrosunun en sıcak ve değişmez gündemlerinden biri yerli metin sorunu. Kadın öykülerini merkeze alan öyküler mevzu bahis olunca sorun daha da derinleşiyor. Aşiyan yerli ve kadın öyküsünü merkeze alan güncel bir metin olduğu için etkileyici, değerli. Bu çerçeveden metni nasıl buluyorsunuz?
Ben güncel oyunları çok seviyorum. Yerli metinler de her zaman daha çok ilgimi çekiyor. Bu çok göreceli bir mesele aslında. Yabancı metinleri adapte ederken yahut klasik oyunları güncel bir yorumla sahnelerken daha çok heyecan duyan tiyatrocular var. Hakkıyla yapıldığında ben de hayranlıkla takip ediyorum ama sanırım ben, şimdi ve bugünle, yaşadığımız coğrafyanın ekseninde yazılmış metinlerle daha fazla ilgiliyim. Bir de bugünü kalıcı kılmak var ya. Bugünde yazılan ama bir taraftan da zamansız olan metinler. Zaman geçse de eskimiyor o zaman. Kadın hikayelerine gelince. Aslında tiyatro, sinemaya ve televizyona nazaran daha zengin bu hususta. Ben sadece kadın hikayeleri yazmıyorum. Yazmaktan müthiş keyif alıyorum ama genele baktığımızda aynı keyfi aldığım erkek hikayelerim de var.
Kadınların merkezde olduğu metin sayısı erkeklere nazaran azımsanmayacak kadar az. Bunun kadın yazar sayısıyla ilişkisi nedir?
Kadını en iyi kadın anlatır elbet ama tarihte öyle erkek yazarlar vardır ki, kadına ilişkin en ince duyguları en az kadın kadar sahici tarifler. “İyi bir yazar” her türlü duygu durumunun ve matematiğin üstesinden gelir bence.
Mevcut metinlerin bağımsız sahneler dışında kendine pek yer bulamamasını (uzun süre önce Dario Fo ve Civan Canova’nın öykülerini izleyebilmiştim) nasıl değerlendirirsiniz?
Ödenekli tiyatrolarda da yeni yazarların oyunları oynanıyor aslında (elbette parmakla sayılacak kadar az) ama bağımsız sahnelerde daha özgür olunabiliyor. Sansürler özgün anlatımlara, oyunların konularına, biçimlerine ve kullanılan dile ket vurduğu için, oralarda var olmak daha mümkün.
Aşiyan’ın sıcak bir metin olduğunu söylemiştik. Terör olayları, canlı bombalar hayatımızın merkezinde. Bir noktada izleyicinin duygularına tercüman oluyor ana karakter. Seyircinin yaşadığı travmayı bu kadar sıcağı sıcağına sahneye taşımak bir risk aynı zamanda. Ne dersiniz?
Bu hususta kimseyi incitmemek, ürkütmemek için elimizden geldiğince hassas davranmaya çalışıyoruz. Bazen gözümden akan yaşlara hakim olabilmek için çok çaba harcıyorum. İrite etmeden, gözüne sokmadan, kimsenin canını yakmadan anlatmaya çalıyorum derdimi. Prova sürecinde de çok konuşuyorduk bunu. Efektleri kullanırken bile elimizden geldiğince hassas olmaya çalıştık ama bir yerde, o kadar sıkıntılı bir mesele anlatıyoruz ki, can yakmaması da mümkün değil. Seyircimizin çoğunluğu bir katarsis yaşadığını söylüyor oyundan sonra, ağlayanlar oluyor , sarılanlar, oyundan sonra muhabbetle kendini anlatanlar oluyor. Bu kadar yoğun duyguyu bir salon insanla yaşamak, rahatlatıyor bir anlamda da hepimizi aslında…
Bugün, özellikle bu coğrafyada yaşayan bireyin sıkışmışlığını yansıtıyor oyun. Bihter Dinçel’in bu çaresizliğe metin ve oyunla isyanı diye okudum. Yanılıyor muyum?
Çare bulmaya ve mutlu olmaya meyilli bir karakter “Deniz”. Depresif bir naturası yok. Rağmen, çocukluğundan beri elinde olmayan sebeplerle derin sancılar yaşamış. Elbette bu sıkıntılara da bir yere kadar direnebiliyor. Tek başına, kendi aşiyanında (evinde), internetten, televizyondan ve insandan yalıtarak kendini, doğal durumuna geri dönüp başka türlü yüzleşiyor geçmişi ve geleceğiyle. Evet bu bir isyan, çaresizleştirilmeye karşı bir isyan, bir boyun eğiş, bir lütfen, bir yakarış ve nihayetinde bir UMUT !
Oyunun yazarı ve oyuncusunuz. Yazdığınız metni oynamanın artı ve eksileri nelerdir?
Ben yazdığım metni oynamaktan çok büyük keyif alıyorum, arzuladığım , kurguladığım anlatmaya doyamadığım bir hikaye ama başkası yazmış kadar da hassas davrandık hazırlanırken. Metne halel getirecek her türlü doğaçlamadan kaçınıyorum, ezber yaparken de kendime pek kıyağım olmadı aslında. Olamıyormuş.
Bir öyküyü tek başına canlandırmak sizin için nasıl bir deneyim? Süreçte nasıldı?
Uzun bir yolculuk… Yalnız olmak çok çaresiz bir taraftan, yardımınıza koşacak bir nefes yok, bir partnerin sıcağı yok, tek başınasınız ve tüm gözler üzerinizde. Zor ama bir o kadar da keyifli… Finalde yaşanan hazzın tarifi yok . Ama kalabalık bir oyunda aldığım hazdan farklı mı, değil! O anda elinden tuttuğum o kadar çok insan var ki. Selama çıkarken yalnız hissetmiyorum çünkü. Bu oyun, neticede bir ekibin hüneri. “Biz” olmak her zaman için daha kıymetli.
Oyunun aynı zamanda sırtını nostaljiye yaslıyor. Yazı sürecinde sizi nostaljiye çeken temel dinamikler nelerdi?
Deniz’in yalnızlığı ve yaşadığı, daha doğrusu yaşatıldığı çocukluk o kadar eksik kalmış ki. Kendi anısından çok, başkalarının anıları var onda. Çocukluk anıları yerine, çocukluğunda dinlediği anılar onun anıları olmuş. Bu da ister istemez bir kuşak, iki kuşak geriye doğru bir sarmala sokuyor onu. Eşyalar, şarkılar, plaklar… Bir tek orada huzur buluyor.