Mehmet K. Özel
kemal aydoğan ayrıldığından beri oyun atölyesi’nde eşzamanlı olarak iki damar üretim yapıyor: bunlardan biri, yönetmeni ister haluk bilginer olsun, isterse hira çetindor, ali atluğ ya da birkan uz, konvansiyonel/benzetmeci tiyatro damarı, diğeri ise muharrem özcan’ın temsil ettiği göstermeci üslupta tiyatro.
özcan ilk denemesi “araf”tan itibaren, geçen sezonki “aşk delisi” istisna olmak kaydıyla, oyun atölyesi’nin ufkunu denemeci ve özgür rejileriyle açıyor. özcan kapsam olarak da sağlam ve adım adım gidiyor; “araf” iki, “dolu düşün boş konuş” ve “aşk delisi” dört-beş kişilik kadrolu oyunlardı; “kundakçı” ise on kişilik. özcan bu kalabalık kadrolu oyunun da altından başarıyla kalkmış.
1970’lerin başında rus yazar grigory gorin tarafından yazılmış, özgün adı “herostratus’u unutun!” olan “kundakçı” m.ö. 4. yüzyılda efes artemis tapınağı’nı kundaklayan pazarcı herostratus’un hikayesi üzerinden iktidar, egemenlik, din, hukuk, adalet, egemenlik, menfaat gibi çağlar boyunca insanlığın başına musallat olmuş ve olmaya devam eden konuları işliyor.
sahne ve kostüm tasarımında helen döneminden esinlenen motifler bulunsa da, özcan oyunu benzetmeci bir üslupta sahnelemiyor; rejisini tam tersine göstermeci üslup üzerine kurmuş. bunu yaparken de japon kabuki tiyatrosunun yüz makyajlarından, commedia dell’arte oyuncularının beden diline, ortaoyununun seyirciyle kurduğu ilişkiye kadar çeşitli kadim tiyatro geleneklerinden yararlanıyor. bu sayede bütün zamanları ve bütün kültürleri kapsayan bir niteliğe kavuşan özcan’ın rejisi gündelik politikaya göndermelerle de “şimdi ve burada” olma halini kuvvetlendiriyor.
oditoryumun arka kapısından sahneye ulaşan açılış sahnesinden, ara verilmesinin bile hikayenin içine yedirilmesine ve en sondaki o benzersiz düello sahnesine kadar rejinin dna’sını oluşturan göstermecilik, seyirciye her an seyrettiğinin bir oyun olduğunu hatırlatan ve ister sese ister mimiğe ister jeste dair her türlü zeki buluşla örülmüş. sesle ilgili çok küçük bir örnek: para kesesi sesi çıkaran müzik aletinin, biraz sonra bizzat para kesesi objesi olarak kullanılması.
özcan’ın reji fikrinin mükemmel bir şekilde gerçekleşmesindeki en güçlü öğe oyuncular. oyuncular sadece oyunculuk yapmıyorlar; oyunculuk yapmadıkları anlarda sahnenin en arkasındaki banklarda oturuyor ve oyunun ses efektlerini ve müziklerini icra ediyorlar.
türkiye tiyatrosu için sıradışı ve müthiş bir özellik bu! nice ödenekli tiyatro kurumunun müzikleri banttan verdiği, bir çok özel ve alternatif tiyatronun olanaksızlıklardan dolayı sahnede canlı müzik kullanamadığı bir ortamda özcan, oyuncularına canlı müzik yaptırarak hem göstermeci rejisinin altını çiziyor hem de “ekonomik” davranmış oluyor. dolayısıyla “kundakçı”daki oyunculara “oyuncu” değil, “icracı” demek daha yerinde olur; çünkü sadece “oynamıyorlar”.
bu kadar inceltilmiş bir reji, rejiye sonuna kadar hizmet edecek seviyede mükemmel bir verim alınmış oyunculuklar (özcan’ı bu açıdan da kutlamak lazım, ve beden çalışmasını yürütmüş olan rüya büyüktopçuoğlu’nu da) ve yine rejiye hizmet eden etkili müzik (çağrı beklen) açıkçası daha yalın ve rafine sahne (özlem karabay), kostüm ve ışık (ayşe sedef ayter) tasarımlarını hak ediyordu.
sahnenin arka duvarını çıplak bir şekilde gösterecek kadar “ileriye” gidilebildiyse; neden o beyaz çıtalarla ne anlattığı belirsiz platform ve onun içinden çıkan formu garip parçalar? neden helen su motifiyle bezeli eğrelti koltuklar? kuvvetler ayrılığı için üçgen form tamam, ama neden -peter brook’a bir selam çakarak- zeminde sadece üçgen bir kilim/halı değil? alçıdan sütun görmeyi beklemiyordum ama içi boşaltılarak yivlerinden hapishane parmaklığına dönüştürülmüş tek bir sütuna da ihtiyaç var mıydı?
siyah taytlar üzerine atılmış gri kumaşlardan oluşan altlıkların kollarına, bacaklarına, göğüslerine eklenen küçük renkli bez parçaları karakterleri tanımlamak için ne kadar rafine bir buluşken ve bu kadarı yeterliyken, özellikle kleon, tissafernes ve klementina’nın özensiz kostüm tasarımlarını anlamlandıramadım doğrusu?
ışık tasarımı ise sahnedeki oyuncuların yüzlerini aydınlatabilmekten uzaktı, özellikle platform üzerindeki sahnelerde figürlerin birbirlerinin yüzlerine gölgeleri düşüyordu.
ledlerle arka duvarı farklı cartlak fosforlu renklere büründürmek ise son yıllarda benim hiç anlamadığım bir şekilde dünyanın her yerinde çok popüler oldu. peter brook bile geçtiğimiz aralık’ta paris’te izlediğim son yapıtı “the valley of astonishment”te anlamsız bir şekilde bu uygulamayı kullandıysa, cartlak fosforlu led ışıklarının gerçekten de benim vakıf olamadığım bir büyüsü olsa gerek.
her ne kadar görsel tasarımı sıradan ve zayıf kalsa da; bir yandan çok eğlenerek izlememi, birbirinden zeki buluşların yakalayabildiklerimden müthiş keyif almamı sağlayan, diğer yandansa oyunun tartıştığı temel konuların hiçbirini es geçmeme izin vermeyen, farkındalığı her an uyanık tutan rejisiyle “kundakçı” bu sezonun en iyi yapımlarından biri kanımca. kendisi de icracılar içinde bulunan muharrem özcan başta olmak üzere bütün icracı ekibi kutlarım.