Nurdan Özgür
Tiyatronun dünyaya geldiği andan bu yana geçen zaman dilimi dünle bugün arasında kocaman bir uçurumu var ediyor. Bugün bulunduğumuz yerde tiyatro sanatını icra etmeye kalktığımızda mayanın bizi ağlarına düşürdüğünü hiç fark edemiyoruz. Dünle bugün arasındaki uçurum mayanın işini kolaylaştırıveriyor. Sadece uçurum değil, yaşlı bedenin oynadığı oyun da bizi yanılsamaların batağına hızlıca çekiyor. Bedenin hareket etmek istemediği anları bir hatırlayın nasıl da çenemize vuruverir. Beden kabuğuna çekilmiş eylemsiz bir haldeyken konuştuğumuzda boşluğa saçtığımız sözcükler semaya dağılıp gider. O an sözcüklerin varlığı bedene ihtiyaç duyarken, beden asırlık uykusuna devam eder.
“Beden eyleme geçtiği anda öğrenme başlar.” Bugün dünyayı en çok hareketsiz kılan şey sözdür. O halde işe sözle, düşünceyle değil bedenle başlamak gerek.” Peter Brook’un bu sözleri tiyatro sanatını icra edenlerin zaman yolculuğuna çıkmaları için bir davet niteliğinde. Bugün bulunduğumuz yerdeki aklımızla tiyatro sanatını gerçekleştirdiğimizde kökeninden çok uzak bir formu hayata geçirmiş oluyoruz. Bulunduğumuz yere Stanislavski metodunun doğru ulaşmaması formun deformasyonunu da beraberinde getiriyor.
Fiziksel Tiyatro Araştırmaları’nın sahnelediği “Şatonun Altında” oyununu izlerken tiyatro izlemenin keyfini yaşadım. Shakespeare’in Macbeth eserinden uyarlanan “Şatonun Altında” oyunu iki kişi tarafından sahneleniyor. Yönetmen Güray Dinçol tiyatronun fiziksel bir anlatı olduğunu söylüyor. Bu söylemin ona ait olmadığını, tiyatro için kökene dönülmesinin önemini vurgulamasıyla bu evrensel anlayışı bugün üzerinden yeniden keşfederek yola çıktığını anlıyoruz. İki insan, iki tatlı bayan Macbeth’i bizlere anlatıyor! Yazımın sonunda değineceğim bufonlar bu tatlılığı gözlerinizde canlandırmanıza yardımcı olacaktır.
May ve Poe seyircileri bir anda şatonun altına konuk gelivermişçesine karşılıyorlar. Tüm oyuna hakim olan oyun oynama duygusu, seyircileri gördükleri andan itibaren işlemeye başlıyor. İçinde bulunduğumuz izleme durumuna bağlı olarak iletişim kurmak zorunda kaldığımız bu iki çamaşırcı kadınla aramızda ister istemez bir yakınlık kuruluveriyor. May ve Poe’da Şatonun Altında yaşamanın getirdiği zorunluluğun ötesine geçerek yeri geldiğinde iki arkadaş, iki kardeş ve iki düşman oluveriyorlar. Tüm oyuna yayılan zıtların birliği onların arasındaki iletişimde de sürüp gidiyor. Macbeth oyununda yer alan “İyi demek kötü demek kötü demek iyi demek.” söylemine uygun oyun boyunca sözler zıtlarıyla birlikte tekrarlanarak sözlerin bizi düşürdüğü tuzağı görmemize yardımcı oluyor.
Oyun boyunca iki çamaşırcı kadının işlerini yapmaktan daha çok işlerine ara verdiklerinde insanlar o anda neler yaşarsa onları yaşadıklarını görüyoruz. Belki de bir anda şatonun altına konuk oluveren insanlara kimselere anlatamadıklarını anlatmak telaşına düşüyorlar. Oyunun başında seyirciyle sözsüz iletişim kurdukları anlar az sonra gerçekleşecek anlatıya bir hazırlık niteliğinde. Ve bugün unutulmaya yüz tutan tiyatronun fiziksel bir anlatı olduğu gerçekliğine seyirci hazırlanmış oluyor. Sahnede asılı olan çamaşırlar, koca bir bakır leğen, mandallar, oyuncunun saç bandı her şey oyuna özgü bir yaklaşımla anlatıyı renklendiren nesnelere ve rollere dönüşüyor. Oyunun başında seyirciyle olan sözsüz iletişim May ve Poe’nun mandallarla oynadığı oyunla devam ediyor. Bu oyun oyunun genelinde var olan sözler ve eylemlerdeki tekrara bağlı olarak bir kez daha yineleniyor. Oyun içindeki tekrarlar izlemekte olduğumuz oyunu algılamamızı ve içsel bir yolculuğun başlamasını destekleyici nitelikte.
Mandalları uzaktan leğenin içine atmaya çalışan May başarısız oldukça Poe sevinç duysa da aralarındaki iletişimi koparmıyor. Yenmek ve yenilmek onların arasında bir oyuna dönüşüyor. Bugün en büyük sorunumuz belki de bu. Sadece yenmeyi ve en tepede olmayı istiyoruz. Bunu gerçekleştirirken de neleri yok ettiğimizi, kırdığımızı hiç fark etmiyoruz. Lady Macbeth’in varlığı bugün hala aramızda dolaşmaya devam ediyor. Daha kötüsü bugün iktidar olgusu bir ülkenin yönetimini ele geçirmekten daha alt birimlere inmiş durumda. Geçmişte sadece en tepede olanın yaşadığı, ezileninse kendi dünyasında yaşama cesareti gösteremediği iktidar olgusu bugün iki kişi arasında daha belirgin ve baskın bir şekilde öne çıkıyor. Herkes birbiri üzerinden egemenlik kurmaya çalışıyor. Benim dediğim olmalı diyerek herkes kendi küçük egemenliğini yaratıyor. Tarihsel olarak iktidar olgusunun dünden bugüne geçirdiği süreç oyunun kısa anında gözler önüne seriliyor. Oyun, Ingeborg Bachmann’ın ‘“Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar…” sözlerini kanıtlar nitelikte.
Shakespeare’in oyunlarında soylu olanlar ve olmayanlar bir araya gelir. Soylu olanların yaşadıkları ve yaşattıkları acılara tanıktır soylu olmayanlar. Soylu olmayanlar oyunun gelişim anlarında olaylara dışardan bakarlar. Bu anlamda Shakespeare’in mezarcılarına hep bir hayranlık duymuşumdur. Şatonun görkemini yaşayan Lady Macbeth’e hizmet edenler şatonun altında yaşam sürerler “Şatonun Altında” oyununda karşımıza çıkan iki çamaşırcı kadın, mezarcıların bayan formu olarak Macbeth ve Lady Macbeth’in soylu dünyasını soylu olmayanın gözünden aktarıyor. Bu iki çamaşırcı kadın Lecoq’un tekniğiyle buluşunca Shakespeare’e yakışır zamandan ve mekandan kopuk iki figüre dönüşüyor. Macbeth’in şatosunun altındaki dünyaya buyur edilen izleyici, o anda iki figürün anlattıkları hikayeyle zaman ve mekandan bağımsız bir dünyada yolculuğa çıkıyor. Bu iki figür Macbeth’in trajedisinin yaşanmadan öncesine de sonrasına da tanıktırlar. Macbeth’in hikayesi çok uzun yıllar önce sonlanmış olsa bile şatonun duvarları tanığı olduğu sırla birlikte yaşamaya devam eder. Kapıları sımsıkı kapatarak yaşananları tüm gözlerden saklamak çabası boşa. Sırlar duvarları aşıp görmekten uzak olanın kulağına ulaşır. Tıpkı Midas’ın eşek kulakları gibi. May ve Poe da aşağıda yaşasalar da yukarıda olup biten ne varsa haberdardır. Onların içinde olduğu cahillik, bilmenin getirdiği körlükten üstün oluşuyla onları bilgeleştirir. Bilgisizlikleri onları daha saflaştırır ve kulağın duyabileceğinin daha ötesini duyabilir hale gelirler.
Macbeth oyunu cadıların kehanetiyle başlar. İzleyici oyunu kehanetlerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini merak ederek izler. Macbeth üzerine söylenen kehanetler geri döndürülemez bir şekilde Macbeth’in yazgısını belirler. Macbeth oyunu üzerinden yeniden oluşan “Şatonun Altında” metni aşağıda yaşayanların yukarı da yaşananlara tanıklığı üzerine kurulmuş. Zamandan ve mekandan bağımsız oyunda Macbeth’in başından geçenlerin anlatıldığı oyunda fiziksel anlatının öne çıkışıyla Macbeth’in hikayesini biliyor olsak da oyunu merakla izliyoruz. Oyunun yazıldığı dönemde neler yaşandığına vurgu yapılması Macbeth’in trajedisini bugün üzerinden anlamamızı sağlıyor. İngiltere tarihine baktığımızda en tepede olmak için insanların birbirlerinin kuyusunu kazdıklarını görürüz. Macbeth’de kral olmak için yanıp tutuşur. Bu hırsı cadıların ya da Banquo’nun deyimiyle karanlığın aletlerinin ona görünmesiyle durdurulamaz hale gelir. Son derece kararlı önüne geleni yok etmeye hazır Macbeth, Kral Duncan’ı öldürmekte bir an tereddüt eder. Lady Macbeth eşinden daha cesur görünerek bu cinayet için Macbeth’i kışkırtır. Erkek egemen bir dünyada kadının nasıl bir rol oynayabileceği, gölgede kalan kadınların neler yaratabileceği Lady Macbeth aracılığıyla bizlere ulaşır. Macbeth’in elinin titrediği yerde hançerin hedefine ulaşması için eşini kışkırtan Lady Macbeth’in şatonun görkemini sürdürmede son derece naif bir role sahipken, iktidar hırsı onu başka birine dönüştürür. Shakespeare, erkek egemen dünyasının iktidar hırsını Lady Macbeth’de acımasızca ortaya çıkararak bizleri bu konuda düşünmeye iter. Ana metinde Lady Macbeth ne kadar baskın bir role sahip olsa da yeni oluşan “Şatonun Altında” metninde May ve Poe bizlere oyunun kahramanı Macbeth’in başından geçenleri anlatır. Yeni metin ana hikayeyi anlatırken Lady Macbeth’in varlığını oyunun ana derdi olan iktidar hırsının arkasında bir gölgeye dönüştürür. Lady Macbeth’in çocuklar dünyaya getirecek sadece bir eş olması düşüncesinden yola çıkarak tabii iktidara hizmet edecek erkek çocuklar dünyaya getirmesi gerekliliği May ve Poe’nun oyununda bugüne gönderme yaparak acıklı bir duruma dönüşüyor. May ve Poe Lady Macbeth’i makineleştiren bir yaklaşımla ona peş peşe çocuk doğurtuyorlar. Doğan her kız çocuk çöpü boyluyor! Oyuncular makine gibi peş peşe kız çocuklarını dünyaya getiriyorlar. Kız, kız, bu da kız diyerek beklenen erkek bebek gelmediğinde yaşananlara vurgu yapılıyor.
Pınar Akkuzu ve Gülden Arsal iktidar hırsının eril dünyaya ait olduğu ve erilliğin dayattığı bir dünyada kadınların yaşam sürdüğü düşüncesinden hareketle Macbeth oyununu kadın dramaturjisiyle yeniden kurguluyorlar. Macbeth’in yazıldığı dönemden bugüne geldiğimiz noktada erilliğin insanlığı sürüklediği kaosun her geçen gün içinden çıkılmaz bir düğüme dönüştüğü bugün metnin yeniden ve doğru bir şekilde yorumlanması çok önemli. “Şatonun Altında” oyunu Macbeth’in döktüğü kanların yarattığı acının orada yaşam sürmüş iki kadının dünyasındaki yansımaları üzerinden var oluyor. Ezilen tarafta yer alan kadınlar durduramadıkları eril dünyaya hizmet etmeyi sürdürüyorlar. Acı onları bilgeleştiriyor. Savaşa, kana, acıya gülerek yaklaşıyorlar. Etki tepki üzerinden bakarsak çaresiz olduğumuz anda ya öfke fışkırır içimizden ya da gülmekten deliririz. May ve Poe da gülerek yaşadıklarına katlanıyorlar. Onların bu katlanma noktası seyirciyi irite edecek bir şekilde yansıyor. Macbeth’in taşıdığı iktidar hırsının nasıl ortaya çıktığı Macbeth’in öncesindeki tüm iktidar vurgulanarak gözler önüne seriliyor. “Kral Duncan krallığı kimden aldı?” tarzındaki sorular ve tekrarlarla Kral II.Richard, III.William, Kraliçe Margaret, IV.Edward, I.Henry, Edgar, VII Henry gibi krallar anılarak iktidar tarihinin kanlı tablosu çiziliyor. Geçmişi hatırlama çabaları bir oyuna dönüşürken bu iki insanın sadece Macbeth’in acısına değil tüm krallığın acısına tanık olduklarını görüyoruz. Bu çaba onların yaşı olmayan zamandan kopuk figürler olduklarını da gösteriyor. Bu sorgulamalarda bir an Macbeth’in kim olduğunu unutmaları da yaşanan acıların içinin ne kadar boş olduğunu anlatıyor. Acı ne kadar anlamsızlık doğursa da hafıza her zaman hatırlamayı sürdürecektir. May ve Poe’da Macbeth’in hikayesini anlatarak bugün bizlere yeniden hatırlatarak unutulmasına izin vermiyorlar.
Doğru bir dramaturgiyle iktidar olma düşüncesi üzerinden yeni metnin oluşumunda ana metin merkezde yer almayı sürdürüyor. Yeni metindeki oluşan dil, metnin anlatımını hem destekliyor, hem de ana metindeki sözlerin ve tiratların oyuna dahil olmasını da sağlıyor. Ana metindeki zıt sözlerin kullanımı yeni metinde de sürdürülmesi izleyenin oyuna aktif katılımına katkı sağlıyor. “Ne kadar iyi bir gün, ne kadar kötü bir gün” sözleriyle vurgulanan oyunun karanlık atmosferi, izleyeni anlatının peşinden gitmesi için kışkırtıyor. May ve Poe’nun anlatısı ana metin bittiğinde sona eriyor. Anlatının peşinden sürüklenen izleyici oyunun sona erdiğini fark edemiyor. May ve Poe “bitti” bu kadar diyen içtenlikli duruşlarıyla oyunu sonlandırmaları, izleyenin kendi yeni metinlerini üretmelerine fırsat tanıyor.
Anlatı sırasında çamaşırlar Macbeth’e saç bandı bıyığa dönüşerek Banquo’yı betimliyor. Amaç Macbeth’e dönüşmek değil Macbeth’in yaşadıklarını anlatmak. Asırlık uykusundan uyanan beden bu anlamda üstüne düşeni tam anlamıyla gerçekleştiriyor. Mükemmel oyunculuk anlayışında sözler öne çıkarken beden geri planda kalır. Gülden Arsal ve Pınar Akkuzu Lecoq tekniğiyle yarattıkları iki çamaşırcı kadını fiziki açıdan insanları rahatsız edebilecek ve mükemmellik dışı iki figür olarak sahnede var ediyorlar. Görüntülerine uygun sesleriyle izleyeni irkilten iki figür, mükemmel olmayanın ötesinde bedensel performansla mükemmel oyunculuğu sahneye taşıyorlar. Tiyatronun doğumundan bugüne zamanın ilerleyişi bedeni yok sayarak, sesi ve psikolojik oyunculuğun mükemmel olduğu yanılsamasını var etmiştir. Bedenin anlamını yitirdiği bu anlayışta seyircide eylemsizliğe itilir. Gülden Arsal ve Pınar Akkuzu bedenleri üzerinde oluşturdukları hakimiyetle hikayeyi çok canlı bir şekilde anlatıyorlar. Macbeth’in yaşamı kanlı canlı gözler önüne seriliyor. Oyun sırasında yedikleri pancar da tüm kanın sahneye yayılmasını sağlıyor. Bedeni maskeleyen ve iki kadını yaratığa çeviren kostümler eril ve dişil olanı silerek insanın yaşadığı şiddeti sahne üzerinde var ediyor. Hikayenin fiziksel olarak anlatılmasında iki oyuncunun beden üzerindeki hakimiyetleri rol oynuyor. Bu hakimiyet anlatı esnasında şiddetin fotoğraflarının sunmasıyla seyirciyi irite ediyor ve anlatıya katılımlarını sağlayarak eylemsizliklerini kırıyor. Egemenliğin yarattığı kaosun gözler önüne serildiği oyunda oyuncular seyirciler üzerinde egemenlik kurmadan onları oyuna katılımlarını sağlıyorlar. Yazar, yönetmen, oyuncu rollerini çok rahat aralarında dönüşmesine izin veren bir yaklaşımla egemenlik söylemini kendi aralarında kırmaları oyuna da yansımış oluyor.
Bedenin yok sayıldığı bir dünyada Lecoq, tiyatronun kökenine dönülmesi gerektiği düşüncesinden yola çıkarak bedeni sahnede olması gereken yere taşır. Beden eğitimi okulunda öğrenciyken yolu tiyatroyla kesişir. Buradan İtalya’ya olan yolculuk ve dönüşte pedagojiyle olan buluşma sonrasında okulun varoluşu. Sahne üzerinde bedeni yeniden var eden okul, zaman içinde kendi sistemi ve yöntemini oluşturur. Commedi del’arte, grotesk, fantastik ve clownun yanında misterik tiyatro bedenin yeniden harekete geçirilmesinde rehberlik eder. Okuldaki çalışmalarda pedagojinin varlığı yeni üretimleri de ortaya çıkarır. Bufonlar böyle bir dünyada doğarlar. Fiziksel Tiyatro Araştırmaları ve Komedi Okulu beden üzerine yaptıkları çalışmaları Jacques Lecoq’un pedagojisi üzerinden gerçekleştiriyor. “Şatonun Altında” oyunu da burada eğitim alan Pınar Akkuzu ve Gülden Arsal’ın bu süreçteki çalışmalarıyla ortaya çıkıyor. Macbeth’i yorumlayacakları biçim şekillenirken, doğru bir dramaturgiyle metin yeniden bugün üzerinden sahneye taşınıyor. Biçim ve dramaturginin doğru buluşması tiyatronun fiziksel bir anlatı olduğu gerçekliğini yeniden keşfetmemize imkan sağlıyor. Biçim olarak grotesk, bufon, clown’un başarılı bir şekilde sahneye taşınması oyunculukla ilgili algılarımızı değişime uğratıyor. Bufon bugün çok bildiğimiz bir kelime değil. Anlatmaktan çok yaşanabilecek bir anlamı var bufonun. Her şeyle alay eden, anlamın içini boşaltan bufon İtalyanca buffare fiilinden geliyor. Jacques Lecoq bufonların iktidarın altüst edilmesi prensibiyle hareket ettiklerini söyler. İktidarın alt üst ettiği Macbeth’in trajik yanının içini boşaltarak bizlere sunulmasını bufonlar sağlıyor. Böyle bir oyunculuk tekniğinde beden, ses, yüz maskelenerek bir anlam deformasyonuna uğruyor. Bu da bizleri bildiğimiz anlamları yeniden gözden geçirmeye itiyor. Pınar Akkuzu ve Gülden Arsal’ın var ettiği iki çamaşırcı kadın, irite eden yanlarının yanında aslında iki tatlı insan. Günlük hayatta görmeye alışık olmadığımız bufon aracılığıyla oluşturulan bedensel formun işleyişiyle sahne üzerinde şiddeti var eden oyuncular, aralarındaki diyalogları ve yaşadıklarını oyuna dönüştürmeleri onların insan olduğu gerçekliğini de beraberinde getiriyor. Maskeye dönüşen beden, ses ve yüzün yanında kullanılan aksesuarlarda ciddi ve komiğin birlikteliğini yaşatıyor. Mandallardan oluşan krallık tacı peşine düşülen tacı anlamsız ve gülünç hale getiriyor. Macbeth’in anlatısı karşısında dehşete kapıldığımız anda komik olanında eş zamanlı işlediği bir dünya bize gösteriliyor. Oyun trajedi ve komedinin kesişme noktasında buluşarak hikayeyi zaman ve mekandan bağımsızlaştırıyor. Hayatı ciddiye aldığımız oranda her şeyin anlamsız bir yanı olduğunu da hep hatırlamaya ihtiyaç var. Sahip olmak; insana, nesnelere ve her şeye… Bunun yarattığı kaostan belki de gülümseyerek kurtulabiliriz.
Bedenin hükümranlığından, onun oynadığı oyundan kurtulma zamanı, tiyatronun fiziksel bir anlatı olduğu gerçekliğini yeniden sahneye taşıma zamanı, yaşadığımız olumsuzlukları çıkmazları tiyatro ve sanat aracılığıyla olumluya çevirme zamanı…