Handan Salta
10. yıllarını kutlayan Tiyatroadam’dan Emrah Eren rejisiyle izlediğim İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu? oyunuyla kendi tiyatro sezonumu açmış bulunuyorum. Her gün bir iç sıkıcı haber aldığımız, hayatı güzelleştiren birçok etmen gibi sanat adına da her gün bir olumsuz gelişme yaşanan bu talihsiz ülkede özel bir tiyatro topluluğunun 10 yıl ayakta kalması bile başlı başına büyük başarı.
Üstelik sade suya tirit oyunlar yerine yaşadığımız çağa tanıklık etmek, bu çağın sorunlarıyla hesaplaşmak derdinde olan ve seyircisini de bu düşünsel sürece davet eden yapımlar sahneleyen bir tiyatro topluluğunun 10 yılı geride bırakabilmeleri için işlerini aşkla yapmış olmalarından başka bir ihtimal yok.
Tiyatroadam’a yaratıcı, ilham veren, gözümüzü gönlümüzü açan oyunlar sahneleyecekleri nice yıllar diliyor ve oyunumuza dönüyorum. Nazım Hikmet’in 1955 yılında yazdığı İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu? dönemin Sovyet devletindeki katı tutumlu, yaptığı işe ve varoluşuna yabancılaşmış, otoriteyi her türlü amacın üzerinde tutan, unvanını kimlik edinmiş yöneticilere getirdiği eleştiriler nedeniyle Sovyetler Birliği’nde yasaklanmış. Nazım Hikmet oyunun içinde de kendisine gelebilecek eleştirileri savuşturmak kaygısıyla bugünden bakıldığında gereksiz görülebilecek birçok parentez açmış, yazarın sesini izleyiciye duyurarak kendisini savunmaya çalışmış olsa da sansürün elinden kurtulamamış ve oyun yasaklanmış.
Oyunun merkezinde bulunan Petrof’un, getirildiği yeni yerel yöneticilik görevinde bürokrasinin çarkları üzerinden atlayarak sonuç odaklı çalışmaya özen gösteren, mütevazı tavrı, çalışkanlığı, çalışanlar ve vatandaşla kurduğu ilişkilerde eşitlik gözetmesiyle sistemle pek de uyumlu görünmediğine, ilk bakışta bile garipsendiğine oyunun başında tanık oluyoruz. Sistemdeki diğer eğilimlerle, yöneticilerle çelişen, yurttaşları şaşkınlığa uğratıp ‘kötü örnek’ oluşturan bu insanın yok edilmesi için hangi taktiklerin işe yarayabileceğini tek tek gözden geçiren Ivan Ivanoviç ise Petrof’un zayıflıklarına dikkatlice bakıp sonunda Petrof’un ruhunu şeytana sattırmayı başarır. Artık işlerin hızla çözüldüğü, çalışanların arasında eşitliğe dayalı ilişkilerin olduğu, iş barışının hakim kılındığı, yurttaşların her birinin eşit derecede değerli görüldükleri bir ortamdan giderek uzaklaşılan bir iklime geçilir. Her yer yöneticinin fotoğrafları, büstleri, özlü sözleriyle dolar, yöneticiye ulaşmak giderek zorlaşır, otoritenin sesinin diğer bütün sesleri bastırdığı, mutlu bir hayat yaşamak için gerekli olduğu varsayılan tüm değerlerin alaşağı edilip bildik yöntemlerle işletilen bürokrasi tekrar ‘tesis edilir’. İnsanların geleceğe dair umutlarının bitmemesi adına bir uyarı notu gibi yazılan oyunun sonunda Petrof kendine gelip hatasını anlar, oyun oldukça didaktik bir finale varır.
Tiyatroadam’ın sahnelemesinde oyun metnine büyük ölçüde sadık kalınmış, yazarın iç sesi ve dönemin sanat, felsefe tartışmaları dışında pek fazla kısım ayıklanmadan metin sahneye taşınmış. Ivan Ivanoviç’in niyeti oyunun hemen başında söylenerek seyirci en başından itibaren ne izleyeceğinden haberdar ediliyor. Ivanoviç’in Kasketli ve Hasırşapkalı’ya sorduğu “bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket nedir?” sorusu aynı zamanda seyirciye sorulduğu için verilen cevaplarla Petrof’un başına gelecekler konusunda seyirci haberdar ediliyor. Petrof’un Ivanoviç’in manipülasyonuna boyun eğdiği zamanlar ve kendisi gibi davrandığı zamanlar bir konyak bardağının elden ele dolaştırılmasıyla ayrıştırılıyor. Zaman zaman oyuncuların donmasıyla geçişler görselleştiriliyor, devlet dairelerinin gri atmosferinde koyu renk giysileriyle devinen çalışanların üzerinde sabitlenen ışıkla (Işık tasarımı Yüksel Aymaz) oyundaki dönüm noktalarının altı çiziliyor ve Petrof’un yenilmeye ve Faust’laşmaya mahkum yolculuğunun rotası belirginleştiriliyor.
Oyunun ilk perdesi devlet dairelerinden korkan, yılan, bezen yurttaşların çözüm odaklı, gerçekten yurttaşlara hizmet etmeyi önceliği yapmış bir yönetim karşısındaki şaşkınlıkları, çalışanlarla yeni tip yöneticinin ilişkilerini ayrıntılarıyla aktarmak adına (diye düşünüyorum) fazlasıyla uzun tutulmuş, sözün söylendikçe ağırlaştığı ve sıkıcılaştığı bir ritim tutturulmuş. Beden diliyle ve/veya müzik eşliğinde hızlandırılarak aktarılabilecek olaylar dizisinin sözlere abanılarak aktarılması anlatıyı hantallaştırmış.
Temiz yürekli, iyiniyetli ve çalışkan, melek gibi bir yöneticinin çeşitli kışkırtmalarla baştan çıkarılıp, kendinden geçirilip bir otorite delisi haline dönüştürülmesi gibi bir temanın günümüzdeki yöneten-yönetilen ilişkilerini anlatmakta eksik kaldığını, bu kadar keskin ve sert dönüşümlerin bugünün izleyicisini biraz hafife alan bir anlayışı öncelediğini düşünüyorum. Eğer eleştirilmek istenen ilkesizlik ise onun dayandığı bir ya da birçok temelinin olmasını, insanın tenine işleyen bu “güç ile, güç için ve güç uğruna çıldırma” meselesinin sahneden seyirciye aktarımında Petrof’un “hainin iğvasına” uyarken seyirciyi de peşinden sürükleyecek inandırıcılıkta olmasını beklerdim. Nazım Hikmet’İn oyunu yazdığı zaman çıkış noktası ile günümüzde bu oyunu sahnelemenin çıkış noktalarının benzer olsalar da aynı olmamaları nedeniyle bugünün Ivanoviç ve Petrof’unu anakronik olmaktan kurtarabilmek için buldukları iyi sebepleri biz seyircilere de göstermelerini dilerdim.
İkinci perdede Ivanoviç’in istediği kıvama gelen Petrof çalışanları, sevgilisi ve hizmet etmekle yükümlü bulunduğu yurttaşlardan giderek uzaklaşarak vara yoğa bağıran, kendisinden başka bir gücü önemsemeyen, çevresindeki az sayıdaki aklı selim insanların söylediklerini kulak arkası eden, kendisine aşık bir yöneticiye dönüşüyor. Elbette bütün narsistlerin yaptığı gibi o da etrafında sürekli olarak bir düşman arıyor, kendince güvenlik önlemlerini artırıyor. İşine, kendisine ve çevresine yabancılaştığını anladığı anlarda çarpan baş ağrısı ile bir an kendine gelir gibi olsa da durmadan yoluna devam etmek için bu ağrıya da gözlerini, kulaklarını kapatıyor. Bu kadar acayip yöneticilerle karşılaşmadıklarına göre böylelerinin olsa olsa hayalini kurmuş olduğunu düşündüğümüz seyirciler de Petrof’un kişiliğinde somutlaşmış bu yaratığın yaptıklarına tanık oldukça oyuna çabucak dahil oluyorlar. İkinci perdenin daha kolay akması ve seyirciyi içine almasının bir başka nedeni de güldürü ögelerinin daha fazla kullanılması. Fatih Koyunoğlu ilk perdedeki tutuk Petrof’u karikatürleştirdikçe seyirciden beğeni alıyor.
Finalde Ivanoviç gibilerin her yerde olabileceği bir kere daha eritilip kulağımıza dökülürken metindeki kadar didaktik bir sonla karşılaşmasak da şaşırtıcı bir son dönemeç bulamamaktan kaynaklı bükülmüş boyunlarımızla oyundan çıkıyoruz.
Tiyatroadam bu oyununda da Arturo Ui’de yaptığı gibi oyuncuların birden fazla rolde olduğu bir reji tasarlamış. Petrof’u canlandıran Fatih Koyunoğlu dışındaki tüm oyuncular (Aşkın Şenol, Baransel Gürsoy, Berk Yaygın, Deniz Özmen, Gökhan Azlağ, Pınar Tuncegil) farklı rollerde karşımıza çıkıyorlar. ile Rol ve sahne geçişlerinde aksama, gecikme yaşanmamasına olanak veren basit kostüm değişiklikleri ve pratik sahne tasarımı (Dekor-Kostüm Tasarımı Barış Dinçel) işlevselliğiyle dikkat çekiyor. Mat, soğuk ve iç bayıcı grinin lameye dönüştüğü devlet dairesinin sadece ton değiştirmiş havası 1955’ten bu yana nefes almayı engelliyor, koyu renk takım elbiseler ve makosenler ile hemşire üniforması yeşili önlükler, sıkıcı kahverengi paltolar, ceketler de bu ruhu bir yerlerde hapsedilmiş insanların durumunu ilk bakışta anlatıyor.
Sovyetler Birliği’ndeki otoriter işleyişin yol açtığı hayal kırıklığı oyun metninde dar kapsamlı olsa da tartışılırken oyunun ekseni politik bir analiz üstüne oturtuluyordu. Günümüz izleyicisi için ise bambaşka analizler, çıkarımlar yapmak oyunun iletisini günümüz için ete kemiğe büründürebilirdi. Örneğin, otoritesini bilinmez bir sebep ve kışkırtmayla hakim kılmaya çalışan Petrof’un bir kadın oyuncuya oynatılması oyuna bambaşka bir boyut katabilirdi. “Kibir ne kadar tehlikelidir?” sorusunun olası cevaplarıyla hesaplaşmak ya da “insanlara kağıtlardan daha çok güvenmek” diskurunun altını o kadar kalın çizgilerle çizmemek veya Ivanoviç’in bu kadar başarılı olmasına neden olan saikleri biraz daha belirginleştirmek oyunu bugüne yakınlaştırmakta yardımcı olabilirdi. İstanbul’daki tiyatro seyircisinin profiline yakın İvanoviçler, Petroflar, Kasketliler, Hasırşapkalılar vs sahnede boy gösterseydi otoritenin sorgulandığı bu yapım nasıl tepkiler alırdı diye sormadan edemiyorum.