Gizem Aksu
2013 yılı yazında Gezi’yi bırakıp Almanya’ya gitmek zorlamıştı hepimizi. Tuğçe’nin Deplasman’ı Erlangen’den (Almanya) davet almıştı. Alanı, bedenlerimizde tutmaya devam ederek gitmiştik. Provalarda hareket, direniş, nefes, söz, çamur birbirine karışmıştı. Ne beklenir ki başka? Sözün direnişe karıştığı bir muhabbette Soma’dan konu açılmıştı. Madencilik ve dansçılık üzerine, beden-emek-yaşam üzerine şiirsel bir sohbet etmiştik. Deplasman jüri özel ödülü ile dönmüştü Gezi’ye, En Kötü İş de o zamanlardan, hatta daha derinlerden doğuyormuş o sıra. Bazı doğumlar uzun oluyor, acılı olmasa da. Bazı acılar da uzun süre unutulmuyormuş.
Bu konu senin aklına gönlünde bir mesele idi. Madencilikle dans sanatı arasında beden-emek-hayata tutunma hayatla göbek bağı ilişkiselliği bağlamında benzer bir şeyler buluyordun. En Kötü İş ile bu hissi, fikri bir sanat işine çevirdin, bu süreci anlatabilir misin?
Aslında benim ilk madene inişim 2008 yılı Çanakkale’de gümüş madenine inişimle oldu. 18 Mart Üni. Tiyatro Bölümü öğrencileriyle bir doğaçlama yaptık. Bu, spontane gelişmiş bir organizasyon oldu. Akşam yemeğinde tanıştığım Engin Çetinbağ, ertesi gün doğaçlama atölyem olduğunu söyleyince “aa ne güzel” dedi. Siz ne iş yapıyorsunuz?, diye sorduğumda “Burada madende çalışıyorum, maden mühendisiyim” deyince ben hemen “Maden de yapabilir miyiz?” diye sordum. Tabi şok ve şaşkınlıktan ardından ertesi gün 14 kişi madene indik.
O zaman sen madenin içini biliyorsun?
Tabi tabi… Toprağın altında olmak, toprağın altında canlı olmak, toprağın neyi kodladığı… Toprağın altında olmak bir yandan kendi ölü korkunla yüzleşmek belki bu… Biz bir alana geldik. Engin bey “Burası birinci salon” dedi. İnsanların buluştuğu yere salon deniyor, tıpkı bizim meslekte olduğu gibi. “Ben burada yapmam biraz daha gidelim” dedim. Dümdüz bir alan bulduk. Karanlık ve soğuk… Çok da aşağı inmedik ama dağın altında olduğunu bilmek çok acayip bir histi. Tiyatrocularla eklemler üzerinden bir doğaçlamaya başladık. Hafif korku da var; ufacık bir şey olsa nasıl çıkarız, nereden kaçarız diye.
Sonra doğaçlamanın sonunda ben dedim ki “Dağı it!”
En Kötü İş’in metnindeki cümle oradan mı geliyor?
Evet. “Dağı it, sırrını bırak.” dedim. Bu öyle bir sır olsun ki senden başka kimse bilmeyecek. Onu bedensel olarak kodlamak ve dağın içine söylemek… Ve bu da o doğaçlamanın ikinci bölümü oldu. Sırrını topraklamak, ekmek…
Bu deneyimden sonra, hem yüzleştiklerimizle hemde sakladıklarımızla ağladık uzun süre.. Çıktık dışarı. Zannediyoruz ki içeride 30-40 dakika kaldık. 2 saatten uzun kalmışız. Zaman gitti. Toprakta zaman kavramı, toprağın zamanı, benim toprağın üzerinde yaşadığımdan başka bir zaman kavramı… Bu beni çok etkilemişti. İnsan ne zaman hangi koşullarda toprak altına giriyor?
Aradan birkaç ay geçti, Engin Bey benimle iletişime geçti ve bir paket göndereceğini söyledi. Paketten iki avucumun büyüklüğü kadar bir taş parçası çıktı. Bizim sır bıraktığımız yerden, Kazıyı devam ettirdiğini ve oradan bir gümüş damarına girdiğini söyledi. Bu taş da o gümüş damarına ait bir taşmış. Gümüş sır çekermiş. O yüzden insanlar gümüş takarmış. Engin Bey’in, bedeni izliyor olması; tıpkı bir koreograf gibi bir filozof gibi… Onlar buraya sır bıraktı buradan gideyim, diyor olması… Çok etkiledi beni.
Gümüşün sır çekmesi, aynanın ardına sır döşenmesi insanların büyük sırlarını aynalara söylemesi, hepimizde olan ufak tefek gümüşler… Yemekte kullanılan gümüşün o yemek yerken kafandan geçirdiğin tüm sırları alması. Bunlar birleşti.
Almanya’da Deplasman’ı oynuyorken Soma olayları yeni olmuştu. O da çok içimi acıttı. Cumhuriyet tarihinin en büyük maden kazası ve ben yerin altına inmiş, oradaki rutine saygıyı görmüşüm. Mesela, yerin altındaki bir baret varsa orada unutulmus değildir. O yerin altında tutuluyor çünkü birinin hayatını kurtarabilir. Çok basit, çok mütevazi, orada olması gerektiği kadar… Bir arayış var. Tabi ki nereye gidilecek ne aranacak belli ama garantisi olmayan bir arama ve rutine saygı meselesi var. Bunu çok içselleştirdim. Bir rutin olarak stüdyo girmek, rutine saygı duymak ve o bilinmeyeni aramakla ilgili bir şey… Ben bir yandan ahkam kesiyorum ya psiko-somatik teorilerle çalışıyorum, diye. Soma, beden demek.!!! Ve Türkiye’deki en büyük beden faciasının markası Soma’ydı. Soma denen bir yerde, Latince beden olan bir yerde Cumhuriyet tarihinin en büyük işçi kazasını yaşadık. Buna uyandığım an, çok acayip bir şey oldu ve bu bende kaldı.
Maden işçiliği, solcu bir yerden de işleyen bir şey benim için. Ülkedeki duruşları da öyle, en büyük grevler, en büyük protestolar, en büyük işçi hak arama ve hakkını talep etme eylemleri madencilerden çıkmış.
Öte yandan araştımalarda bedende travma yaratan ilk 10 mesleğe baktığımda Madencilik ilk sırada… Balıkçılık, hayvanat bahçelerinde dışkı temizleyiciliği… Sonra dans sanatçılığı… Fiziksel olarak bedende en fazla travma yaratan iş çünkü mental ruhsal ve fiziksel bütünlüğün yoksa seni paramparça yapabilir ve de kendi iplerini tutarak güvenli alandan bilinmeyene gidebilme cesareti ve tutkunun olması gerekiyor. Bunu yaparken bile kendimizi tüketiyoruz ama kendimizi yenilemeyi de öğreniyoruz. Maden işçisi ile dans işçisi arasında bir ilişki kurdum. Toprağın üstündeki beden toprağın altındaki beden… Toprak beni kaplayan bir şey oldu. Uzun bir süre bu işi dış mekanda yapmak istedim, yerin altına seyirciyi indirmeyi… Ama bir gün stüdyoya girdiğimde benim işçilik yaptığım yer burası, bu yüzden benim çalıştığım yere gelsin seyirci ve beni öyle görsün, diye düşündüm. Sadece bir nefesin ne kadar önemli olduğunu görsün, onsuz da hiçbir şey olduğumuzu, o nefesin hayata dair nasıl da ‘öz’ olduğunu görsün istedim. Bir işe sahipsen, iş de sana sahip meselesi. Ajitasyona kaçmadan içimizde olan bir şeye ‘bedene gömülme’ meselesi.
Ekip nasıl oluştu peki?
Farklı kişilerle yan yana olma isteği doğdu. Çok bildiğim dans işçisi değil de farklı dinamiklerden çalışan kişilerle birlikte olmak istedim, o yüzen özellikle eril enerji konusunda arayışı olan, fiziksel olarak da bedeni tüketmeye hazır… Ana noktamız buydu: bedeni tüketmek. Bu ekip böyle oluştu.
Süreci benle paylaşan ekip kalben çok açıktı. Ve biraz kalplerini sömürdüm yani ve yabancılaşmalarını sağladım çünkü bu onların da bilmediği bir yere gidilsin istedim. Ama çok açıktı herkes. Çünkü zor bir iş. Bir de provaları da mekanda yani stüdyoda yaptığımız için hep karanlık bir yerdesin ve bir süre sonra sabahtan akşama kadar orada olmak çok yordu bizi. Günlük dersleri de orada yapıyorsun ve sonra prova için aynı mekana giriyorsun. Beni bayağı zorladı, ama bir yandan da farklı birikimleri olan insanlarla bir arada olmak iyiydi. Mesela öyle bir tepki veriyor ki karşındaki, senin alışkanlığını kırıyor. Dolayısıyla orada objenin ya da kişinin gösterdiği şeyin ötesindeki anlamlara da açılmayı hedefledik aslında.
Herhalde, sadece istediğimiz için bu işi yapmamızdan kaynaklı açıldı diye düşünüyorum. İş, yaptıktan sonra bizi büyütmeye başladı aslında. Çünkü ilk gösteri biraz kaotikti. Üç tarafta seyirci faktörü girince hâlâ o perdeyi korumak çok zordu. Teknik aksaklıklar falan da oldu. İkinci gösteriden sonra biz oyunun kendisini oynamaya başladık; çünkü o zaman anladık nelerin olabileceğini, nelerin olmayacağını. Bir sürü planım vardı, tasarımlarım vardı, parasızlıktan hiçbirini yapamadım. Videolar çekecektim örneğin, sonra çekmedim. Sonra baktım hiç gerek kalmadı. Hatta bunların herhalde etin kemiğin ve mekanın olduğu son işler olduğunu düşünüyorum. Çünkü bundan sonraki kuşak çok farklı bir yere geçiyor, geçmekte. Göz yetinmiyor. İnsanlar, telefonlarıyla zaten bambaşka bir sanal alemde yaşıyor. Onlara bedeni bu kadar çıplak gösteriyor olmak büyük bir risk yani. Dans sanatı için de böyle bir risk başladı diye düşünüyorum. Ona rağmen grup birbirini çok iyi taşıdı. Profesyonel eğitim almış dansçıların yapıcılığı ve denemeye açık olması, eğitimi devam eden ya da farklı disiplinlerden gelen kişilerin açılmasına neden oldu. Onların da yeniye olan tutkusu ve ihtiyacı rutini kırmamıza ve kendimizi yenilememize neden oldu.
14 Şubat’ta başladık projeye, Sevgililer Günü’nde. “Bugün bakayım kimler gelecek?” diye düşünmüştüm ve herkes geldi. Özde sevgi ile başlayalım, dedim. Yollar ayrılabilir, biz de ayrılabiliriz çünkü önemli olan projenin ihtiyacıdır, bu işin neye ihtiyacı varsa onu yapmaktır.
“Melankoliyle arkadaş olalım, kalbi üzelim birazcık, belki bir şeyleri hatırlarız.”
Madencilik, Zonguldak, Soma, beden işçiliği derken tüm bunların En Kötü İş’i oluşturması sürecine akması nasıl oldu?
Tuğçe Tuna SOMA için iş yapıyor diye algılayanlar oldu, hiç öyle düşünmeyen de oldu. Yüreğimdedir tabi ki o büyük acı ama sadece Soma odaklı iş yapmadım. Ama bir dans işçisi olarak çok doğal bence, toprak altında bırakılan bedenleri onurlandırmak. Ama böyle bir yerden Soma ile ilişki kurduk. Bir de Engin Bey çok önemli oldu. Tek bir mesaj attım, kullanılmış baret lazım belki terk edilmiş baret lazım diye. 3 gün sonra bana Soma’dan sahibi olmayan kullanılmış baretler geldi. Soma’dan baret geliyor ve o baretin bedeni yok. Oradaki baret hem baret hem de unutmayacağımız bir hüzün. Melankoliyle arkadaş olalım, kalbi üzelim birazcık, belki bir şeyleri hatırlarız.
O baret benim için sadece işçinin kullandığı bir obje değil. Benim için iş olarak hayatımı kaplayan, hayatımızı kaplayan her şey aslında. Yapı buradan çıktı. Birbirinden bağımsız bölümler olmasını özellikle istedim. Hem cinsler arası hem de hemcinsine karşı uyguladığın tavrın ve biraz da şiddetin üzerine durmak istedim. Durmak istedim derken, öyle gelişti. Farklı eril enerjilerin birbirlerine yaptığı oyunları almak istedim.
Seyirciye “bana bir sırrını ver, bana sana ait bir şey verir misin?” sorusunu sordum. Çünkü artık hep almaya alıştık. Kimse vermiyor. Bir şey ver ya! Biz eskiden verirdik. Hâlâ veriyor muyuz bilmiyorum ama… Kimse kimseye bir şey vermiyor artık. Sırf istediğin için vermek. Bununla yüzleşmek için yaptık. İşin matrağıdır ki bize ne verildiyse yarısı bizde kaldı: Kitaplar, tokalar, kalemler, gözlük kılıfları falan… Onlar kaldı. İleride onlarla da bir şey yaparız diye düşünüyorum.
Genelde mekan spesifik çalışıyorsun. Bu sefer hem büyüdüğün, hem eğitmeni olduğun hem de şu an yöneticisi olduğun bir mekanda, kendi mekanında bir iş çıkardın. Başka bir mekana gönlünü açan, oraya adapte olmaya çalışan, süreci oradan geçiren bir insan olarak belki seneler sonra, kendi mekanına gitmek nasıl bir şey?
Evet. Sanıyorum ilk kez kendi mekanımda bir iş yaptığım için, orası da benim için bir anda başka bir mekan oldu. Oturma düzenini de onun için değiştirdik. Bir yandan rutini orası olan insanlara farklı bir bakış açısı göstermek istedik. Benim var olabilmem için, işimi yapmam için boşluğa ihtiyacım var. Ben o boşluğu bedenim ve enerjimle, geçişken bir şekilde doldurduğum için mesleğimi yapıyorum. Bu sefer içimdeki bu boşluk, benim için yeni bir mekan oldu. O yüzden bu stüdyoya girmek de yeni bir mekandı benim için.
Bir yandan da çok da sendi. Gerçekten evine, içine, derinine, altına girmiş gibi hissettim.
Hatta o yüzden seyirciyi asansörle yukarı steril bir ortamdan fuaye ve sahne gibi bir yapaylığa alarak değil de merdivenlerden aldık. Merdivenlerden yukarı çıkarken birbirlerini görme şansları olduysa ne güzel. Merdivenlerden ve iç kapılardan alana soktuk ve çıkardık. Bunu özellikle istedim. Sanki bedenimin içinde geziniyorlarmış gibi binanın içinde geziniyor olmalarını istedim. Bu kadar bilindik bir alanın başka bir yönünü görsünler istedim.
Beni gördüğünü söyledin ya, işte her bir bölüm benim hayatımdan kesitler aslında. Şu anda içinde olduğum ya da geçmişten taşıdığım… Tren yolculuklarının hayatımdaki önemi, ki benim öyle çok önemli tren yolculuklarım var, bir dönemi kapatıp yeni bir dönemi başlatan. Ve o bilinmeze de trenle vagonda gidiliyor olması, yine Vahit’in müziklerinin bir duyusal katman yaratıyor olması… Müziğin seviyesi bile nefesi kaplarsa işlevini yitiriyordu. Bir dürtü olarak, bazen hiçbir şeyi bırakamadığımız, “treni kaçırıyor muyum acaba?” durumu vardı.
Bu işte nelerin peşinden gitmek istedin? Ya da düşünceler, hisler, anahtar kelimelerin neydi dansçılarla çalışırken?
Henüz yüzeysel bir bilince çıkmadı o kelimeler ama mesela “kendini bırakmak” meselesi vardı. Deplasman’daki gibiydi benim tavrım biraz: Bu iş, on kişilik bir solo yani oradaki her davet edilen kişinin bende bir yansıması var. Bendeki bir şeyi yansıtıyor aslında. Mesela erkeklerle yaptığım Taner’in solo yaptığı bölüm, kendimi çok çaresiz hissettiğim bir dönemde yaptığım bir bölümdü. Manipülasyon yediğim ve tam o sahnedeki durumu yaşadığım bir dönemin yansımasıydı. Ve orada diğerlerinin bana destek olmaya çalışırken bütün değerlerini kaybettiğini gördüğüm de bir dönem oldu. Erdinç’in delikli kevgirle toprak taşıyıp yol oluşturmaya çalışması kurgusu, benim için bunu temsil ediyordu. Gelen kişiler farklı disiplinlerden olduğu için her birinin ortak noktasıyla, yani özden yola çıkarak iletişim kurmaya çalıştım.
Mesela, “Görünmez bir tehdit nasıl olabilirsin?” diye sorduğumda üç dört gün çalışıp sonra çıkan değer üzerinden setlemeye girdik. Zamanla her şeyi setledik, çünkü duyusal çalıştığın zaman oyuncunun provadaki enerjisi, o anki duyusu, zihin durumu performanstakiyle paralel gitmiyorsa düşme ya da senin istemediğin bir yere çıkma riski var.
Diğer işlerinde de var ama burada daha direkt bir söylem var. İmajlar açık net ve büyük imajlar. Ama onla başlayıp ufak dokunuşlarla başka yerlere geçebilmişsin. Tam, bunu biliyorum, denilecek noktada farklı bir yere dönüşüyor.
Gezi Olayları olmasa bizim genç kitle oksijen maskesini bilmez. Gezi Olayları ile öğrendik, yeniden hatırladık. Biraz da içinde yaşadığımız toplumun kalıntısıdır, doğal olarak, içinde yaşadığımız sürecin kalıntısıdır.
Ses ve ışık kullanımı açısından her projede güzel fikirlerin olurdu ama bu sefer bayağı uygulama fırsatı bulmuşsun.
Hem Utku (Kara) ile hem Vahit (Tuna) ile çok paralel bir yerlerdeydik. Utku çok iyi çalışılan biri hem pozitif hem keyifli hem yorulmaktan zevk alıyor. Bunlar parası olmayan bir koreograf için müthiş değerler. Utku’ya çalışmayan floresan dediğimde, tabi hiç sorun değil, diyebiliyordu. Hiçbir şey eşit, simetrik olmasın dediğim zaman bunu anlayan biri… Vahit’in yaptığı enstalasyondaki objeler Vahit’in sanatçı olarak da tercih ettiği objeler zaten. Büyük fabrikalarda büyük kurumlarda kullanılan iktidarın ya da yöneticinin sesinin yayılmasını sağlayan objeler. Malzemelerin bir kısmı depolardan bulundu. Vahit’in tını ve ses üzerine kurduğu onun enerjisi ile ilişkide başka bir iletişimim var.
Maden işçiliği senin için referans olmakla beraber aslında çoğu insan benzer nefessizliği ve sömürüyü çokça yaşıyor, ister bankacı olsun ister mimar olsun…
Türkiye’de bugün festival bile dansın arkasında zar zor duruyor. Türkiye’nin en büyük ekonomik gücü dansın arkasında çok az durabiliyor. O yüzden suya yazmak gibi, yine, devam edeceğiz. Dansın biricikliği bedene ait olmasıdır. Bunun peşindeyim ben. Şimdiden biliyorum ki Çanakkale ve Soma’ya gidecek o farklı bir şey benim için.
“Dönüşüm her zaman ileri dönük olmuyor.”
Nasıl farklı bir şey?
Maden işçilerinin çocuklarına ve ailelerine işi izletmek istiyorum çünkü benim anladığım dans bu. Belki onlara bir dans gösterisi olarak bunu izlettiğimde onların da dansla ilgili başka bir iletişimleri de olacak diye düşünüyorum. Bir yandan da ben o zaman yüzleşeceğim, Soma ‘ya gidip maden kapısının yanında bunu yaptığım zaman, hala toprakla olan ilişki, içeride olanla, kalanla olan ilişkiyi bildiğimden ben de yüzleşeceğim.
Dansçı olarak kendini dönüştürüyorsun eğitmen olarak farklı gruplarla çalışıyorum onlarda da bir şeyler açığa çıksın dönüşsün. Dönüşüm, her zaman ileriye dönük olmuyor geriye dönük de dönüşümün yaşanması lazım gerekiyor ki ön açılsın. Acıyı hatırlama isteği var içimde. Madenin yanında beyaz plastik sandalyeleri koyup oturulduğunda ve bu işi yaptığımızda bu artık bir dans gösterisinden çok ötekini onurlandırma ve görünür kılan bir şeye dönüşecek ve bu önemli bence. O yolculuklardaki yalnızlığımız, bu iş üzerinde oradaki mekan ve geçmişle kurulan bağlar bir şey gösterecek. Ve kalp soldan atar meselesi, benim şu an çok ihtiyaç duyduğum bir şey, ona geri dönme ihtiyacındayım.
Bence senin dayanışma görmeye ihtiyacın var ve madencilikle de aranda belki böyle bir bağ kuruluyor. Ben senin yanındayım arkandayım, düşsen de tamam, denilmeye…
Senin gibi zihinlerin bedenlerin yan yana durabilmesi ve kendi kanalında akabilmesi harika bir his. Söylediklerine tamamen katılıyorum. Kesinlikle çok doğru. Şu anda da böyle bir şeyin arayışındayım. Zonguldak’taki, bu son olaylar olduğunda Madencilerin Odası’ndan biriyle görüştüm. Gösteriyi izlemiş biri üstelik. Göçükten nasıl giremiyor devlet? Koskoca devlet. Diyorlar ki, “hocam o grup kendileri istemezse oradan çıkamaz, onlar istedikleri zaman çıkacaklar oradan. Çökerttiler kapıyı, kapattılar; yandan girmek mümkün ama onlar istediği zaman çıkacaklar oradan.”
Sanırım bu, o duruşu onurlandırmakla da ilgili…
Konuşmalarında biz bir şey istemiyoruz, biz hakkımızı arıyoruz ,diyorlar. 1750 lira için. Tabi bu çok büyük bir para, bunun değişmesi gerektiğini vurgulamak için kendini çalıştığı mekana kilitleyebiliyor. Soma da öyle değil miydi, adama sedye götürüyorsun ben kirletmeyeyim diyor. Bu, özde başka bir dürüstlük ve mütevazilik. Bu, aileden aileye geçen bir meslek ve o toprağın mesleği o toprakta büyüyen adam orada çalışıyor .
Süreç aramaya devam ederek gidiyor yani…
Şunu söylemek istiyorum, birtakım acıların ‘geçiştirilmesinden’, bir takım davranışların yapılmamış gibi lanse edilmesinden,- miş gibiliklerden çok usandım. Birtakım acılar yaşanmamış gibi davranılmaktan ve davranışlarımızın sorumluluğunu almıyor olmaktan çok sıkıldım. Biz böyle insanlar değiliz.
Hatta çok acı bir şey oldu. Gene maden işçisi yemeden içmeden kesilip kendini göçüğe kapadı. Bu deli cesareti madenciden çıkıyor, bir de dansçıdan çıkıyor. Kilitliyorsun kendini, bedeninden gidene kadar bedeninden vazgeçmek üzerinden iş yapıyorsun. Biz kendimizden vazgeçiyoruz, beden artık bambaşka şeylerin plastiği oluyor. Madende de o oluyor. Bazı şeyleri de biraz topraklayana kadar temizleyene kadar helalleşene kadar taşımak gerekiyor, öyle bir şey yokmuş gibi uyanamıyorum artık. Uyanmayayım zaten. O imajlar niye çok güçlü, çünkü içte bir şeyi acıttı. Biz bir şekilde nefessiz kalmanın ne demek olduğunu öğrendik toplum olarak. Kaçamamanın, tükenmişliğin ne demek olduğunu öğrendik ve bunun bilincinde var olmak istiyorum. O yokmuş gibi davranmıyor olmamız gerekiyor diye düşünüyorum.
Dansçılardan Demet’in annesi ve babası sürpriz yaptılar, izlemeye geldiler. Anne zaten iptal olmuş; babanın gözler dolu. İlk defa Demet’i dans ederken izliyorlar ve gurur duymuşlar ve gurur duyulası her biri. Ertesi gün babası, babası ve annesini alıp gelmiş. Her canınız acıdığında dua ettim, hep dua ettim, dedi nine.
En Kötü İş’in politik bir duruşu da var benim için. Festivale iş yaparken eyvah kötü olacak endişesi, ya beğenilmezse endişesi… O beğensin bu tutsun facebook’ta like almak hastalığından kurtulmak ve bunun sosyo-kültürel etkisinden kurtulmak lazım artık. Bir sonraki işte de amacım o olsun istiyorum kimse anlamasın, çünkü kendimizi tüketmemiz lazım.
Bir festival için iş yapıyorum ve kendimi yapay güzelliklerle kandırmak istemedim. “-Festivale iş yapıyor musun? –Yapıyorum. -Hangisi? -En kötü iş’i yapıyorum. -Nasıl yani?”
Bu, kendimle gurur duyduğum en politik söylem oldu. En Kötü İş’i ben yapıyorum, ona çalışıyoruz, deyince ortaya koyduğu tehdit… Ve karşı tarafın kafasında ne yaratıyorsun? O konuşmalar çok iyiydi benim için, iyi bir oyun alanıydı. Sonuçta festivalde prömiyer yapacaksın ve tabi ki iyi bir şey yapmak istiyorsun ve tabi ki beğenilmek istiyorsun. Ama bunu yaparken benim giydiğim maske çok akıllıcaydı, festivalin en kötü işini yapmakla gurur duydum. Oyuncularda bu mantığı çok iyi anladılar, bunu yaparken en iyi biçimde tüketelim ve en dürüst yerden gidelim ve açalım. Birebir didaktik bir anlatımın ötesine geçebilelim.
Özellikle ikinci kez izledikten sonra işin yapısı ve kompozisyonu açısından sen elinden geleni yapmışsın diye düşündüm. Artık dansçıların işi yaşayışı ve bedenselleştirmeleri ile ilgili alan ön plana çıkıyor gibi.
Ben hala bir şeyler daha görüyorum. Kendi duygusal bağıma biraz nefes aldırabilirsem mesafe yaratabilirsem biraz daha objektif bakabilirim, bakmalıyım. Aynı yapı üzerinden gideceğiz ama sanki bir yer daha varmış gibi. İçimde hissediyorsam vardır o. Ona izin vermek lazım, işlemezse yapmam.
Arayış biraz daha devam ediyor. İlk toplantımızda kimliklerinizi bırakıp burada olun, dedim dansçılara. Tüm etiketlerden, maskelerden, zamanla edindiğimiz rollerden arınıp aksiyonda olmak derdindeyim.
Kimlikleri bırakmak çok önemli bir şey çünkü dayandığımız ve inşa ettiğimiz bir şey, madenci de öyle yapıyor, kimliğini bırakıp iniyor aşağıya.
Ben, bu işi karanlık ve boş uk hissi yaratabilecek bir yerlerde yapabilirim. Sahneye de boyun eğerek girebilirim ve girmeliyim de. Önemli olan o yapının diğer insanlarla iletişime geçmesi.
Bir sonraki işin için bir sonraki festivali bekleyecek miyiz?
Yeni bir iş için olgun kişilerle bir araya gelmek istiyorum. Adı da 45’lik. Ve belki eski işlerden Kaya İlhan’a atfettiğim EKO’ya dönebilirsem, daha fiziksel bir iş. Tüketim yapmak istiyorum sanırım, içerisi biraz dolmuş, boşluk yaratmak istiyorum.
Bu şiirsel söyleşi için teşekkür ederim.
Ben çok teşekkür ederim.
*Eser hakkında ayrıntılı bilgi için: http://tiyatro.iksv.org/tr/program/481
**Fotoğaflar: Murat Dürüm