Mehmet K. Özel
özen yula’nın 20. istanbul tiyatro bienali’nde sergilenen “ân” adlı işi hakkında internette bir sürü çok güzel, duygusal, içli izlenim/eleştiri yazısı okudum. çoğuna içtenlikle katılıyorum, ve onlardan daha fazlasını söyleyemiyorum. insankızının/oğlunun bu kadar özel, mahrem ve kritik bir “ân”ını bu kadar emekle, ihtimamla ve incelikle ortaya koyan/seren bir iş hakkında duygusal olmamak imkansız zaten. ben yine de bir-iki adım geri gidip, uzaktan bakmaya çalışacağım; bunu yaparken, işin hemen sonrasında arkadaşımla yaptığımız tartışmadan da yararlanacağım.
“immersive”
“ân”la ilgili olarak öncelikle şunu söylemem lazım: “ve ‘immersive’ tiyatro ülke sınırlarından içeri girdi.”
peki, nedir “immersive” tiyatro? 2015 mayıs ayında düzenlenen “mekânsallık” sempozyumunda verdiğim ancak daha yayınlanmamış olan “tiyatral yerde mekânsallığın yaratılmasında seyirci öğesi ve mimari karşılıkları” adlı bildirimden aynen aktarıyorum:
“İlk olarak 90’lı yılların sonlarına doğru İngiltere’de ortaya çıkan, 2000’lerin ikinci yarısından sonra örnekleri gittikçe artan ve adı konan Çevreleyen Tiyatro (1) yapımlarının temel fikri seyircinin, işin deneyimsel özünü bütünleyen ve olayın şekli ve estetiğinin merkezinde olan öğe olmasıdır (2). Mekân da işin yaratımı sırasında uygulayıcı tarafından ve o dünyayı deneyimlerken seyirci tarafından keşfedilmeye açık duyarlılığın ortamını sağlar (3). Çevreleyen Tiyatro örnekleri tiyatro ile ilişkisi olmayan mevcut mimarileri ya da kara kutu/stüdyo olarak tanımlanan tiyatro binalarını kullanabildiği gibi, kentsel ve kırsal alanlarda da gerçekleşir. Yöntemleri birbirinden farklı bir çok topluluğun altında toplandığı Çevreleyen Tiyatro şemsiyesi içinde Punchdrunk, işlerinde seyircilere birbirinin aynı maskeleri taktırarak, seyircinin “izleyen olma” konumunun altını çizer. Topluluğun en tanınmış yapımı, Macbeth uyarlaması “Sleep no more” için terk edilmiş bir yapının tümü tiyatral yere dönüştürülür. Yapının her katında mekân düzenlemeleri yaratılır; oyuncular rollerini bazen tek bir oyun alanında sabit kalarak bazen de alanlar arasında hareket ederek icra eder; seyirciler ise istedikleri gibi serbestçe bu alanları, belli bir sıra veya düzen olmadan dolaşır.”
(1)“Immersive theater” tanımındaki “immersive” kelimesi için tiyatro konulu çeşitli Türkçe kaynaklarda çevreleyen, sarmalayan, kavrayan, katılımcı, etkileşimli gibi çevirilere rastlanır. Bu bildirinin yazarı bu tarz tiyatronun anafikrini en doğru yansıttığını düşündüğü “çevreleyen” kelimesini tercih eder. (2)Josephine Machon, Immersive Theater: Intimacy and Immediacy in Contemporary Performance, Palgrave Macmillan, Hampshire, 2013, s. 72. (3)Josephine Machon, s. 93.
bir mekânın/atmosferin yaratılıp, seyircinin o mekânın/atmosferin içine alınması/dahil edilmesi çevreleyen tiyatronun en önemli özelliği. bunu yaparken seyircinin seyretmekte olduğunun altı da kalınca çiziliyor. nasıl “sleep no more”da veya benzerlerinde seyircilere aynı tip maskeler taktırılarak hem seyircilerin oyunculardan ayırt edilmesi hem de seyretme eyleminin vurgulanması sağlanıyorsa, “ân”da da seyircilere yoğun bakım ünitesine girmeden önce önlük giydirilmesi, aynı işlevleri görmesinin ötesinde seyircinin daha mekâna girmeden atmosfere dahil olmasını sağladı.
eşzamanlılık
alan olarak tek bir mekânla sınırlı kalmış olması, ve bu nedenle seyircinin mekânlar arası hareket etmiyor oluşu “ân”ın çevreleyen tiyatro örneği olmamasına neden değil kanımca. çünkü “ân” tek mekânda gerçekleşiyor da olsa seyirci mekânın içinde yaratılan alt mekânlara (olaylara/durumlara) odaklanabilme imkânına sahip. bu açıdan da; “ân”ın içinde gerçekleşen olayların/durumların kurgu olarak eşzamanlılığının daha fazla olmasını isterdim doğrusu. çünkü maalesef “ân”da yönetmenin gözü (bu bir film olsaydı: “kamera”), arkadaşımın da vurguladığı gibi, belirli/belirgin bir çizgisel anlatıyı takip ediyordu, bu da seyircilerin çoğunun genel olarak aynı noktaya odaklanmasına neden oluyordu.
“ân”ın anlatı çizgisi özen yula tarafından ustaca planlanmıştı; seyirciyi mekana alıştırma/ısındırma, gerçekçiliğin dozunun giderek arttırılması, seyircinin belli aralıklarla “şok” (çıplaklık, beden temizliği, kan alma) ile yüz yüze getirilmesi, gerilimler (kardeş-abla tartışması, doktorun eşiyle tartışması, kadın hemşire ile erkek hemşirenin tartışması, içeriye hasta yakını soktuğu için hastabakıcının azarlanması gibi), arada nefes aldıran “görece” dingin sahneler, zirve noktası (ölüm) ve ardından gelen yüksek seviyede bir sakinlik (tango ile kur’ân), ve hemen ardından tekrar yaratılan gerilim sayesinde seyircilerin mekândan dışarı çıkarılmasının ustaca formüle edilmiş olması ve işin sonlanması.
bu çok bariz şekilde kurgulanmış çizgisel anlatıdan çıkıp, mekânda eşzamanlı neler oluyor, baskın anlatı çizgisinin dışında kalanlar o anlarda ne durumdalar diye etrafı gözlemlerken; örneğin seyircilerin büyük bir çoğunluğu ölünün örtülmesini seyrederken, kendimi erkek hastabakıcının tolga isimli hastaya bacak masajı yapmasını fark eder buldum. o zaman da; bu “ân”ların daha fazla olmasını ve yukarda anlattığım baskın anlatı çizgisini oluşturan durumların/olayların hepsinin arka arkaya değil de, bazılarının eşzamanlı kurgulanmasını diledim.
mimesis
kapıdaki ambülans, binanın dış merdiveninde sigara içen adam, iç merdiveninde oturmuş neredeyse ağlayacak gibi altüst olmuş kadın; bunlar daha oyun bileti kesilmeden seyirciyi oyunun “gerçeklik” atmosferine hazırlayan öğelerdi; iyi düşünülmüş ve uygulanmışlardı. belli ki yeldeğirmeni kültür merkezi’nin bodrum katındaki büyük salonda yaratılan yoğun bakım ünitesinin de olabildiğince gerçeğe yakın olmasına çalışmıştı. bence, imkanlar dahilinde, hele de türkiye koşullarında, büyük ölçüde başarılı olunmuştu.
bu izlenimlerimden hareketle işin amacının, gerçeğin gerçeğe en yakın bir kopyasını yaratmak olduğu çıkarsamasını yapıyorum.
ancak; özellikle “hareket eden” oyunculardan çoğu maalesef “gerçek olabilecek”e çok uzak, ve oldukça abartılı bir oyunculuk sergiliyorlardı. bu da doğrusu, beni içine girmeye davet edildiğim mekânsal atmosferden bayağı uzaklaştırdı. bir türlü, gerçeğin kopyalandığı mekânın gerçekliğine inanamadım/giremedim. hareketli oyunculardan erkek hemşire ve hastabakıcı kemal bana göre en doğal oyunculukları sergilediler.
kendi açımdan ilginç olansa; ne zamanki tango, kur’ân-ı kerim’in okunması ve ölü yatağının bir sonraki hasta için hazırlanması “ân”ları eşzamanlı olarak üst üste bindi, tüylerim ürperdi; yani, garip bir şekilde, işin en tiyatral sahnesi, beni en etkileyen “ân”ı oldu.
arkadaşım böyle “ân”ların daha fazla olmasını dilediğini söyledi; bense 70 dakikalık bir işte bunun tekil kalmasının etkiyi daha arttırdığını belirttim. aslında belki ikimizin de dileği, gerçeğe çok yaklaşmayı amaçlamış bir işte “tasarlanmış tiyatrallik”lerle daha fazla karşılaşmaktı sanırım.
her şey bir yana, “ân” bence türkiye’de tiyatro yapanlar ve seyredenler için bir dönüm noktası. arkadaşımın dediği gibi; özen yula bu işiyle her anlamda çıtayı yükseltti. emeği geçen herkese, bizlere böyle bir deneyim yaşattıkları için teşekkürler..