Handan Salta
Bir festival açılışını daha idrak ettik İstanbul’da. Şahika Tekand’ın yönettiği Tiyatro Stüdyosu oyuncularının oynadığı Godot’yu Beklerken ne kadar anlamlı bir seçim! Günden güne yok edilen eski tiyatro salonlarının yerine açılan yeni salonlar sanatın “müşterisinin” elitleşmesiyle “seçkin” mekanlara taşınırken, izlediğimiz oyunda seçkinlik kavramının gündeme bile alınmaması, ticarilikten uzak tiyatrolardan en seçkininin festivalin açılışını yapması ne kadar ironikti!
Samuel Beckett’in ölümsüz oyunu belki de yazıldığı zamandan da fazla çağrışım uyandırıyordu. İzlerken bana bunları düşündüren ülke gündemiydi elbette. Vladimir ve Estragon’un* , yanılmıyorsam sadece birer defa söylenen isimleri dahil her sözün, her eylemin, her beklentinin, her umudun boşa çıktığı bir iklimde hafızasızlaşmış, birey olamamış insancıkların zavallı diye tanımlanabilecek duruşlarını, duramayışlarını, eylemsizliklerini, çırpınışlarını sahneye taşıdı. Hep aynı günü yaşayan insanların bunu dile getirmeleri mi daha kalp kırıcı mıydı yoksa sahnede gösterilenin hatırlattığı hayatta olanlar mı? Mesela Didi ve Gogo’nun oradan ayrılamayışlarını kabullenirken takındıkları kayıtsızlıkla muhalefet etmenin ne olduğunu bilemeden savrulup duranlar arasındaki benzerlik acı acı güldürüyordu.
Anti kahramanlarımızın bu oyundaki çaresizce bekleyişleri, bu sırada karşılaştıkları Pozzo ve Lucky ile yaşadıkları beni daha önce izlediğim, okuduğum Godot’yu Beklerken yorumlarından daha çok etkiledi, içime işledi. Bunun ilk nedeni reji, oyunculuk, yorum olsa da en az onlar kadar etkili diğer neden yaşadığımız gündemdi. Renklerin kaybolduğu bir dünyaydı karşımıza çıkan. Tıpkı bugün yaşananlar gibi. Festival izleyicisinin beğenerek izlediği, ayakta alkışladığı oyundaki soyutlamaları algılayacak izleyicilerin her yerde olmasına özlemdi hüznü getiren. Oscar Wilde denince Oscar ödüllerinin dile getirilmesine yönelik bir espri mizahçının aklına gelse bu kötü şakayı hemen aklından kovalayacakken bu seviyeye maruz kalmanın getirdiği iç sıkıntısıydı. Daha da önemlisi Vladimir/Estragon ikilisinin Pozzo/Lucky’ye dönüştüğü noktada gerçek hayatla örtüşmesini izlemek, 1940’lı yılların sonunda yazılan oyuna hayranlığı artırırken içeride bir yerlerde kanayan yaranın zımparalanması gibi bir his yarattı.
Tiyatromuzun yüz aklarından Şahika Tekand’ın oyunu nasıl yorumlayacağını eni konu merak ederek gittim oyuna. Tekand rejilerinde görmeye alışkın olduğum mekanik devinimlerin nereye taşınacağını düşünürken oldukça akışkan bir oyunculukla karşılaşmak ilk anda şaşırtsa da kısa bir sürede oyunun içine taşıdı beni. Bu noktadan sonra da metnin zenginliğini kolaylıkla izleyiciye aktarmayı öncelik edinmiş rejiye kendimi bırakarak izledim oyunu. Işığı, hareketi, sözü kırmak yerine metnin anlamı kıran yapısına hizmet eden, sözün anlam yaratabildiği her olasılığı değerlendiren bir reji anlayışı hakimdi.
Teknolojinin “nimetlerinden” yararlandığımız ama arkaplanını hiç umursamadığımız gündelik hayatlarımızı sahnede tekrar görmek oyunun iletisini, birçok yapımda olduğunun tersine, ucuzlatmak, hafifletmek bi yana güçlendirdi, katmerlendirdi. Köle-efendi/efendi-köle, izleyen-izlenen, medet umulan-umursamayan, zalim-mazlum karşıtlıklarını son derece ustalıklı bir dinamizmle sahneye taşıyan oyuncular hareketleri, sesleriyle zengin bir imge dünyası yarattılar.
Festival sonrası ne kadar oynanır bilemem ama bu akşam bir fırsatınız daha var.
*Vladimir ve Estragon’un isimleri üzerine sevgili hocam Yusuf Eradam’ın pek anlamlı katkısı olmasa yazı eksik kalırdı; Estragon yabancılaşmış anlamına gelirken Vladimir’in Rusça’da dünya fatihi anlamına gelmesi ironiye bir boyut daha kazandırdı.