‘‘Kralların Koyduğu Yasalarda Hiçbir Şey Mutluluktan Yana Değil’’

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mimesis Söyleşi / Moda Sahnesi’nin ses getiren projelerinden biri olan En Kısa Gecenin Rüyası prodüksiyonunu, oyunun yönetmeni Kemal Aydoğan, oyuncu kadrosundan Caner Erdem, Didem Balçın, Melis Birkan, Mert Fırat, Murat Tüzün, Onur Ünsal ve Timur Acar ile birlikte konuştuk, tartıştık. Oyun sürecinden oyuna gelen eleştirilere, oyundaki karakterlerin yorumundan Shakespeare oyunculuğuna kadar pekçok meselenin gündeme geldiği bu söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz. (Oyunu izlememiş ya da metni okumamış takipçilerimiz için söyleşinin ‘‘spoiler’’ içerdiğini belirtelim…)

Söyleşi: Duygu Dalyanoğlu

IMG_1897

Moda Sahnesi ikinci Shakespeare oyunu ile seyirci karşısına çıktı. Neden En Kısa Gecenin Rüyası?

Kemal Aydoğan: Biz Moda Sahnesi’ni açarken Hamlet ile bu oyun arasında kalmış, hangisi olsun diye çok konuşmuştuk. O dönem Hamlet’i seçmiştik ama bu oyun da aklımızdaydı. Bir yıl bekledik sonra yaptık. Tüm ekibin sevdiği bir oyun. Güzel, aydınlık, hem oynaması hem seyretmesi keyifli bir oyun.

Oyunun prova sürecinden bahsedebilir misiniz?

Kemal Aydoğan: 10 Ağustos’ta provalar başladı. 1 Ekim’de prömiyer yaptık. Tabi öncesinde oyun bağlamında okuduğumuz kitaplar vardı, tatile ayrılırken kadro arasında paylaşmıştık. Herkes onları okuyup geldi. 7 haftalık bir prova süreci geçirdik. Haftada 5 gün boyunca 8 saat prova yaptık.

Mert Fırat: Biz ilk okuma provasından sonra sahneye geçiyoruz. Oyunculukta beden ve zihin birlikte oynar ya bu nedenle masabaşında günlerimizi geçirmektense oynarken tartışalım diyoruz. Aynı anda hem metni ve oyunun dünyasını kavrayalım hem de bu oyunu oynamak için gerekli olan kondüsyonu sağlayacak çalışmayı kuralım istedik. Yeşim Çoşkun ile 2 saat ısınma, 1 saat dans olmak üzere bedensel çalışma yapıyorduk. Dans bölümünde oyunda yer alan iki danslı sahneyi çalışıyorduk. Ardından oyunun dengesini, karakterlerin dengesini, bizim meselemizin ne olduğunu keşfediyorduk. Prova yapıp sonra eve gidip her şeyi unutmaktansa, gün boyu bizi oyunun dünyasında tutacak kişisel egzersizlerimiz, ödevlerimiz oluyordu. Bu 7 hafta boyunca oyunla daha çok zaman geçirmiş olduk böylece.

Onur Ünsal: Günlük prova notlarımızı sitemizde yayınladık. Bir de oyunun başlığından, okuduğumuz kitap listesine, konuştuğumuz kavramlara kadar her şeyi paylaştığımız bir tumblr sayfamız var: Alakalar Diyarı. Bir kitapçık gibi düşünüyoruz.

Bahsettiğiniz bedensel hazırlık süreci sadece teknik bir çalışma mıydı yoksa oyundan beslenen tiyatral bir çalışmaya dönüşebildi mi?

Onur Ünsal: İlk 1.5-2 saati oyunla ilişkisi olmayan teknik ve performansı yükseltecek çalışmalar yapıyorduk. Sonra oyunun konsepti dahilinde dansları ve doğaçlamaları çalıştık.

Mert Fırat: Baştaki bölümde Yeşim, bedeni sahnede kullanma olanaklarını geliştirecek temel çalışmalar yaptırdı. Dolayısıyla baştaki bölüm de tümüyle bağımsız değildi aslında. Şu anda sahnede bulduğumuz oyunlara ilham verdi. Sahnede nasıl döneriz, nasıl kalkarız, nasıl sıçrarız… (Melis Birkan’a) Mesela senin son düşmen öyledir. (Gülüşmeler) Bunlar öğrencilik yıllarında da yaptığımız araştırmalar ama üzerinden zaman geçince bir kenara bırakıyoruz. Böyle bir oyunda o temel çalışmalara geri dönmeye ihtiyaç duyuyoruz çünkü bu tarz çalışmalar oyunu fiziki hale getiriyor.

images

Peki Shakespeare metinleri güçlü sözsel aksiyonları oynamayı gerektiren, mod oyunculuğuna izin vermeyen, karakterlerin değişimlerine, dönüşümlerini aktarmayı gerektiren karmaşık yapılara sahip. Bu anlamda nasıl bir çalışma yürüdü? Zorluklar yaşandı mı? Nasıl çözüldü?

Kemal Aydoğan: Shakespeare bildiğimiz gibi konuşmuyor. Bunu ilk prova gününde konuştuk. Bunu bizim gündelik bir konuşma gibi algılatmamız gerekiyor.

Melis Birkan: Ama biz bunu anlamadık! Ben Shakespeare ile sahnede ilk defa tanışmış bir insan olarak bunu anlamadım. Benim için oyunu algılamak ve ne yapamadığımı görmek açısından Kemal Ağabey’in şu müdahalesi işe yaradı. ‘‘Teksti atın ve o sahnede ne deniyorsa kendi cümleleriniz ile oynayın’’ dedi. O kadar imkansızdı ki… Şiirsel dili gündelik dilde ifade etmeye çalışınca daha da sakil bir yere gidiyor. Benim o günkü can çekişmemi, eve gidince gördüğüm kabusları hiç unutamam. O günden sonra Shakespeare’in kendi kalıpları içinde nasıl hareket edebileceğimizi anlamaya başladım. ‘‘Bunu nasıl söylemek lazım’’ın üzerine gitmeye başladık.

Mert Fırat: Galiba önemli olan doğru niyeti bulabilmek. Niyetini, ‘‘yani’’sini, karakterin hedefini ve cümlenin nereye gittiğini bulduktan sonra bu bilgilerle eylemeye başlıyoruz metni.

Senin niyet olarak tarif ettiğin Stanislavski’nin, örneğin, kimi zaman amaç kimi zaman görev olarak tanımladığı bu çözümleme araçlarını nasıl buluyorsunuz? Oyunculara mı bırakılıyor, yönetmenin direktifleri ile mi gidiliyor yoksa sahnede kollektif bir arayış oluyor mu?

Kemal Aydoğan: Başkasının karışmasından hoşlanmıyorum. Örneğin Melis çalışıyorsa Timur bir şey desin istemiyorum. Orada başkasının isteği rolün kendisinden uzaklaşabiliyor ve kişi rolü kendine çekebiliyor. Ama oyunun atmosferinin, oyunu katmanlarının, oyundaki ilişkilerin ve onların politik/tarihsel analizinin bilgisine hepimiz sahibiz. Peki tüm bunların içinde senin karakterin nerede duruyor? Derdi ne? Neyi anlatıyor? Sıkıştığı yer ne? Arzusu ne? Tümden gelerek bu soruları cevaplandırmak gerekiyor. Rol sahibinin rol üzerine düşünmesi gerekiyor. Biz bazı açarlar verelim ama o boğuşsun rol ile.

Peki o zaman karakterler üzerinden ilerlerleyelim. Oyun Theseus ve Hippolyta’nın evlilik hazırlıkları ile başlıyor. Bir Amazon kraliçesini yenmiş bir iktidar figürü olan Theseus’u nasıl yorumladınız?

Kemal Aydoğan: Theseus ile ilgili şu bilgi ile karşılaştık. Literatürde babacan, iyi devlet tasvirininden yola çıkan bir figür. Fakat metni eşeleyince bu ‘‘iyi devlet’’in bir tür hegemonya üzerine kurulu olduğu anlaşılıyor. Yani kimsenin başkaldırmadığı bir sistemde iyi devlet. Bazen nezaketle bazen zor kullanarak nasıl baskılayacağını bilen bir devlet… Biz yavaş yavaş şunu çıkarmaya başladık: Bunlar asında aşağılık ilişkiler sadece görüntüde, zevahiri kurtarmak adına farklı davranıyor. Bizde olduğu gibi… Theseus’ta bunun üzerine gittik.

Timur Acar: Bu ilişki biçiminin babacan bir tavır üretebileceğini düşünmüyoruz açıkçası. Theseus’u anlatmak için iki sahnemiz var: Giriş ve final. Giriyor kanunu belirliyor, çekip gidiyor. Burada babacan yorumlanabilecek tek bölüm Hermia’ya ‘‘ne düşünüyorsun güzel kızım’’ dediği bölüm. Ama sonra onu dinlemiyor ve kanuna dönüyor. Yani Theseus katı bir kural koyucu olarak yorumlanıyor.

Kemal Aydoğan: Zaten finalde esnafın oynadığı oyun için ‘‘bir hiç için teşekkür etmek bizi nezaket sahibi yapar’’ diyerek kendini belli ediyor. Halkı önemsemeyen ama kendini kabul ettirmek isteyen bir figür. Yani piyasadaki çözümlemelerden yola çıkmayıp kendi çözümlememizi yapmamız gerekiyor.  Theseus ile Hippolyta arasında erkek soyunun, kadın soyunu teslim almış olmasından kaynaklı bir çatışma var.

Oyun boyunca Hippolyta’nın içinde buluduğu bu esaretten ve halkının katili olan bir adam ile evlenmekten dolayı mutsuz ve Theseus’a bir nefret dolu olduğunu söyleyebiliriz. İnsan merak ediyor, Hippolyta bu evliliği gerçekleştirirken Theseus karşısında hiç diplomatik davranmaz mı ya da rol yapmaz mı?

Kemal Aydoğan: Finalde yapıyor onu. Ama gerginlik yine ön planda çünkü aksi olunca seyircinin bu diplomatik dili anlaması zorlaşıyor. Gergin konuşmazsa bir dert, niyet belli olmuyor. Protokollerde sınırı aşan bir kadın olmasını ve Theseus’a sanki küfredermiş gibi konuşuyor olmasını açıkça sahneledik. Bu tür ortamların tavrı değil ama aksi olunca da seyirci ikircikli kalıyor. Mesela finali daha ikircikli yaptığımızda seyirci bize ‘‘siz de mi esnaf ile eğleniyorsunuz’’ dedi. Bunun üzerine finalde hem soylu erkeklerin tavrını hem esnafın tavrını keskinleştirdik.

Unknown

Didem Balçın: Diplomatik davranacak bir durumu yok. Nefret de kusmuyor çünkü kaybetmiş bir kadın var. Orada bir kabullenişin acısı ile dramatik bir başlangıç ve bitiş olduğunu düşünüyorum. Final sahnesindeki tepkisi de Theseus’u rencide etmek için değil esnafa ‘‘ben sizden yanayım ama çaresizim’’ demek için. Hippolyta oyun boyunca sadece finaldeki dansta mutlu oluyor.

Kemal Aydoğan Bir kere konuşmuştuk beraber. Bu oyunun devamı nedir diye? Hırçın Kız olduğuna karar verdik. Hippolyta ile Hırçın Kız’daki Kate’in serüvenleri neredeyse aynı. Erkekler tarafından ele geçirilme, işkence ile, delilikle evcilleştirilme… Birinde devlet şiddetini diğerinde ise gündelik hayatın içindeki şideeti görüyoruz. Yani En Kısa Gecenin Rüyası kadınların bittiği yerden başlıyor o nedenle bence çok politik.

Evet, Hippolyta’dan sonra başka bir kadının, Hermia’nın hikayesi başlıyor ve oradan 4 gencin aşkı nasıl deneyimlediğine doğru gidiyor. Oyunun merkezine oturan bu dört gencin hikayesi sizin yorumunuzda nasıl bir yerde duruyor?

Melis Birkan: Bu gençlerin arasında sınıfsal bir fark yok, hepsi soylu. Ortada babanın onaylamadığı bir ilişki var. Çatışmayı bu yaratıyor.

Onur Ünsal: Shakespeare’in yazdığı çok katmanlı bu hikayede aşıklar, aşkları için kavga veriyor, ormana giriyor, işler sarpa sarıyor, orman macerası bitiyor, hiçbir şey olmamış gibi işler devam ediyor. Tüm bunlar olurken dışarıdan çok komik görünüyorlar. Fakat içeride yaşananların hepsi gerçek. Shakespeare’in yazdığı bir çok şeyi de böyle yazıyor. Shakespeare’in Helena’nın ağzından aşk için ‘‘kanatlı körlük’’ dediği şeyin yarattığı savrulmayı izliyoruz oyun boyunca. Bu dört genç de birbirlerine oldukça benzer olmakla beraber Shakespeare’in karakterler arasında küçük ayrımlar yapmış. Helena daha içlek bir karakter iken Hermia daha dışa dönük biri. Yüksek sesle konuşan, bağırabilen, canlı, kaçma karar verebilen bir karakter. Helena ise depresyona girmiş gibi, içine dönük.

Mert Fırat: Demetrius ve Lysander tamamen eşitler ama Demetrius ticari başka bir akıl var gibi, sözlerine de yansıyor: ‘‘Sözün senet olsa inanırdım sana’’ diyor mesela. Babanın onun seçmesinin bir nedeni de bu.

Onur Ünsal: Lysander ise kitap okumayı seviyor, dili daha ağdalı, ne kadar güzel konuştuğu söyleniyor ona mesela.

Unknown-1

Sizin de değindiğiniz gibi bu içten duyguların dönüşümünden ortaya çıkan mizahı, tipleme komiğine ya da abartıya kaçmadan oynamak önemli. Siz nasıl çalıştınız?

Onur Ünsal: Evet bu bir komedi metni ama komedi yapmaya çalışmaktan çok seyircinin sahnedeki hikayeye şahit olması gerektiğini düşündük. Bu şöyle bir ayrım yaratıyor, biz içeride aşkımızda ve karışan ilişkilerde ne kadar ciddiyetli ve gerçek davranırsak o kadar komik görünecek aslında. Yani karakterleri ve eylemlerini ciddiye almaya çalıştık.

Kemal Aydoğan: Güçlü duygular bunlar. Gözüne damlatıyor iksiri, uyanıyor, Helena’ya aşık oluyor ve Hermia’ya nefret kusuyor. O kadar keskin bir dönüş ki ancak güçlü ve büyük bir şey ile mümkün olabilir bu. Shakespeare bize ironinin zeminini ve arkaplanı kuruyor ve sen onun önünde hareket et istiyor. Sen içtenlikle sahnede kendini yönet yaptığın her eylem başka bir eyleme dönüşecek zaten. Sen uyandın büyülendin ve cezbe kapıldın. Oyuncuya bunu oynamak kalıyor. Sonra nasıl cezbe kapıldıysan o büyüklükte diğer kadını reddetmeni istiyor. Hikayedeki grafik ve metin bize bunu gösteriyor. O cümle hangi büyüklükte ya da volume’de oynanır ortada zaten. Shakespeare bu anlamda oyuncuya kıyak geçen bir yazar.

Timur Acar: Shakespeare’i kim oynadıysa tartıştığı ‘‘nasıl oynanır?’’, ‘‘dili nasıl kullancağız’’ ‘‘dili ağdalı mıdır şiirsel midir’’, ‘‘nasıl çevireceğiz’’, ‘‘seyirciyi yabancılaştırmadan nasıl oynacağız’’ sorularının cevabı da burada zaten.

Mert Fırat: Aslında kurallar belli. Aşıkların arasındaki çatışma budur, karşılarına çıkan engeller budur, oyun alanı ormandır. Buyur oyna. Shakespeare ormanın içinde de perilerin ve cinlerin düzlemi ile başka katmanlar yaratmış. Şehirdeki iktidarın izdüşümünü, kadın ile erkek arasındaki çatışmayı ormanda da görüyoruz. Bu katmanları keşfetmek hem reji hem biz oyuncular için tadından yenmez hale geliyor.

Ormanı konuşalım o zaman biraz da… Sizin yorumunuzda orman ve ormandaki karakterler nereye oturuyor?

Kemal Aydoğan: Theseus’un dünyası sabit bir mekan. Bedensel kullanım olarak da finaldeki dansta bile yerlerinden kalkamıyorlar, o kadar sabitler. Orman ise akışkanlar diyarı. Aşıklar da buna dahil oluyorlar. Bir an birine sonraki an diğerine aşık olabiliyorlar. Neyin ne olduğunun bilinemediği, her şeyin olabildiği bir dünya…

Peki Shakespeare bu iki farklı dünyada ‘‘kazanan’’ figürleri benzer göstererek ne yapmak istiyor sizce? Nasıl Theseus Hippolyta’yı dizginliyorsa, Oberon da Titania’ya istediğini yaptırıyor.

Kemal Aydoğan: Bu bilginin erkek olması hali ile ilgili bir benzerlik ama tamamen aynı değil. Bu sefer kılıç işe yaramıyor. Oberon Titania’nın gücünü alt etmek için bu sefer hile yapmak ve karşılığında büyülü çiçek ile bir güç daha edinmek zorunda. Ama o bilgi yine erkekte. Ve bu negatif bir çıkarıma gidiyor. Yani bilinçdışımızda da kadın ile erkek arasında eşitlik yok, erkek egemen kavrayış orada da var.

Oberon’un hamlesi sayesinde aşıkların arasındaki çatışmanın sona ermesini, Helena’nın sevdiğine kavuşmasını, Demetrius’un ona geri dönmesini yani düzenin yeniden tesis edilmesini nasıl yorumlamak lazım? Belki de pekçok seyircinin izlerken talep ettiği mutlu finale mi kavuşuyor oyun?

Kemal Aydoğan: Kralların koyduğu yasalar çerçevesinde hiçbir şey mutluluktan yana değil. Evet Oberon düzeni sağladı, seveni sevene kavuşturdu, her şey mutlu mesut akarken finalde Theseus’un mekanına gidiyoruz ve orada erkekleri hiç de sahip çıkmayacağımız bir konumda görüyoruz. Yani ‘‘Oberon’un mutlu ettiği kişiler aha bak esnafı aşağılıyor’’ diyor. Ama kadınlara hiçbir şey yaptırmıyor. Onları aklıyor bence. Ama o üç erkeğe olmadık çılgınlıklar yaptırıyor ve biz seyirci olarak bu adamlardan hoşlanmıyoruz. Shakespeare sınıfsal farkı hatırlatıyor bize. Aslında Shakespere sürekli bir önceki hamleyi geçersizleştiriyor.

Didem Balçın: Ne aşıkların, ne Theseus’un aşkı Piramus ve Tisbe’nin aşkı gibi gerçek ve samimi. Diğerlerinin aşkı öyle değil. Finalde adamların ne oldukları ortaya çıkıyor. Hippolyta’nın zaten aşık olmak gibi bir inancı yok. Gerçek aşk herkesin aşağıladığı o esnaftan çıkıyor. Ne soylularda ne periler diyarında öyle bir aşk yok. Birbilerini bir çatlaktan görüp yetinen, birbirine aşık olan ve sevgiden ötürü kendini öldüren iki aşık var. Diğerler karakterlerin hiçbiri o noktada değil.

Unknown-2

Peki biraz da oyundaki halkın izdüşümü olan kumpanyayı ve sizin bana kalırsa ortaoyunu üslubunu anımsatan yorumunuzu konuşalım isterseniz. Nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Murat Tüzün: En çok eleştiri alan yerlerden biri. Bu fikir Kemal Ağabey’den çıktı. Bunun arkasında şu yatıyor. Shakespeare diğer tüm karakterleri şiirsel konuşturmuş ama esnafı düz yazı ve bozuk İngilizce ile konuşturmuş. Biz bunu yerelleştirdik. Karakterleri kurarken çıktı bu yorum. Ben esnaf çocuğuyum, çocukluğum esnafın arasında geçti. Gerçi burada belki şunu vurgulamak lazım. Bizim oynadığımzı adamlar zanaatkar aslında. Eli nasırlılar… Benim babam küçük esnaftı. Aralarında da Türkçe’yi ‘‘düzgün’’ konuşan kimse de yoktu zaten. Ama en çok eleştiriyi buradan alıyoruz.

Caner Erdem: Hangisini ciddiye alacağımız önemli. Bu oyun ile ilgili temelli, cevap vermeye korkacağım eleştiriler de okudum ve kendime paye de aldım. Eleştiri nefret ile yapılacak bir şey değil. O zaman eleştiri kişisel ve temelsiz bir yere gidiyor. Okuyana bir şey de katmıyor.

Onur Ünsal: Ben bunun politik doğruculuk şovu olduğunu düşünüyorum. Jerry Seinfeld bile artık bunu söylüyor. ‘‘Politik doğruculuk yüzünden artık hiçbir şeyin mizahını yapamaz hale geldim’’ diyor.

Murat Tüzün: Her türlü eleştiriye açığız. Fakat bu yorumun ırkçılık olduğu ile ilgili eleştiri geldi mesela, bunu fazla buluyoruz.

Kemal Aydoğan: Benim okuduğum okulun da en iyi bildiği şeylerden biri olan seyirlik oyunlardan çok faydalandık. Seyirlik oyunlardaki oyun oynama halini kullandık. Shakespeare metninde bize enteresan gelen bir şey yapmış. Oyun karakterlerinin isimleri Antik Yunan’dan alınmış isimlerken bir tek esnaf İngilizce sıfatlardan, isimlerden oluşuyor. Neden bunu yaptı diye merak ettik. Oyunu ayakta izleyen seyirci kitlesi ile hemen temas kuracabileceği bir bağ arıyordu çünkü. Theseus’u bilmiyoruz. Hippolyta’yı bilmiyoruz. Belki onu mitolojiden anlayan üst sınıf bilir. Ama Peter Quince (Ayva) dedi bi işte onu tanıyoruz. Bu alt sınıfın keyif alacağı bir düzlem. Yani Shakespeare kendisi oyunda bunu yaparak bir zaman kırılması yaratıyor.

Bu isimler gerçek tiplerden esinlenerek koyulmuş bile olabilir. Sonuçta Shakespeare de bir eldivencinin oğlu, esnafların dünyasını iyi biliyor.

Kemal Aydoğan: Tabiki. Yani bizim şiveler ile ifade etmemizin altında bu mesele var, hiç temelsiz değil. Biz de bir sınıfla bir kesimle, benim bir önceki kuşağımın geldiği kır ile temas etmek istedik. Ben kentte büyüdüm ama bir önceki kuşağım kırdan geldi. Hemen hemen herkesin hayatı böyle. Ben şivesi olan bir evde büyüdüm, a’lar, e’ler Artvinliydi. Bu ses bende bile varken nasıl olur da bunu hayatımızdan dışlayıp standardın övgüsüne soyunabiliriz? Hayır hep standart konuşmaları duymayacaksınız. Biz şunu düşündük ‘‘bozuk’’ olan Theseus’un alanına çıkıyo ve o alanı belirliyor, işgal ediyor. ‘‘Ben artık senin mahalinde oyun oynuyorum’’ diyor. Kürtlerin siyaset yaparken televizyonda kendi dilleri ile rahat rahat konuşması… Otuz yıl önce o konuşma daha dikkatli iken şimdi neresiyse onun şivesi ile konuşuyor, ne kadar güzel bir şey bu. Kimse ondan kaçamıyor çünkü bunu duymamız gerekiyor. Yani bu ‘‘bozuk’’ olan, standart olana ‘‘senin sınırların çok dar, beni içermiyor, beni içerecek yeni bir dünya kurmamız gerekiyor’’ demiş oluyor. Bunu Bira Fabrikası’nda da bile isteye yaptık, komiklik olsun diye değil…

Mert Fırat: Geleneksel tiyatro, Musahipzade Celal, Nejat Uygur, Haldun Taner bunu nasıl kullanıyordu? Cumhuriyet’te ne değişti? Devlet tiyatrolarında Türkçe’nin güzel konuşulması gerektiği söylendi hep. Yani bunu dildeki iktidarın kurulmaya çalışması ile ilgili görüyorum. Şive kullanımını ilk Park’ta Güzel Bir Gün’de yaptık. Orada da orijinal metinde bir taraf İskoçya öbür taraf İngiltere idi. Bu farkı nasıl gösterebilirdik ki?

Didem Balçın: Bence finaldeki o üç adamın gözünden izleyen seyirci ırkçı olduğumuzu, esnafı aşağıladığımızı düşünüyor. Bizim gözümünden bakan seyirci ise o üç adamın aşağılandığını düşünüyor.

Kemal Aydoğan: Bu Türkiye’deki eleştiri problemi ile ilgili. Eleştiri yazılamıyor, yapılandırılamıyor. Ne metin okunuyor, ne metnin çevresinde dolaşan bilgi ağı araştırılıyor. Biz bir dünyayı anlama ve yorumlama işindeyiz. Hepimiz istiyoruz ki eşit ve insani bir dünya olsun. Problemlerimizden arınalım. Bunu yaparken de bir biçimden hareket ediyoruz. Eğlenerek yapalım, kederle yapmayalım, kederin enerjimizi almasına izin vermeyelim istiyoruz.. Oyunu grotesk ve karnavalesk bir yere çekmeye çalıştık. Kederlenip, bir kenarda oturup, iktidarın aygıtlarının bizi teslim almaması için… Direnmek için…

Paylaş.

Yanıtla