Handan Salta
Bu yıl sezona hızlı başladım, geçen seneden izleyemediğim oyunların hepsini bitirmekti niyetim. Ne iyi ki bir türlü bitmiyorlar, yanlarına yenileri de eklenince galalarla birlikte geçen yılın oyunlarını izleyip bütünlüklü bir değerlendirme yapmaya çalıştıkça üst üste birikmeye başladılar. İkinci Kat’ın oyunlarından görebildiğim kadarını değerlendireceğim bu yazı yazılırken oyunların tümünü izlemediğimi belirtmeliyim.
Bayılarak izlediğim oyunların başında Firuze Engin’in yazdığı Cambazın Cenazesi geliyor. Kentsel dönüşüm gibi başımıza bela olmuş bir açgözlülük testinin etrafından dolanarak, büyük bir hamasetle ve sorgusuz sualsiz kabullendiğimiz ‘değer’lerimizi ince ince ti’ye almakla kılıçtan geçirmek arasında gidip gelen yapım her unsuruyla bu topraklardan besleniyor. İki oyuncunun ortaoyunundan beslenen söyleşimleri, mekan yaratmakta kullanılan Karagöz çözümleri (kasabamız perdenin ardındaki ışık oyunları ve gölgelerle karşımıza çıkıyor), oyuncuların arada seyirciye sataşması gibi yerel unsurlar sonunda gelip süpermerket, tatil köyü ve nihai olarak küresel sermayeye bağlanıyor. Tam da bu noktada kasabalının yıllardır gördüğü fotoğrafların çerçevesi değişiyor; mekansal olarak eski hayatlarımızı geride bırakmış gibi görünsek de yaşanacak hayatların tematik benzerliklerinden öte tıpatıp oluşları kasaba ve kasabalı gerçeğini kentli izleyicilerin sahnesine taşıyor; kentlilik, kentleşme olguları alt metin olarak seyirciyle söyleşiyor. Bu oyundan sonra bir fuaye toplantısı yapılsa nasıl tanıklıklar, itiraflar ortaya çıkardı, seyirciler kentlilik ile ilgili neler söylerdi çok merak ediyorum.
İki oyuncu onlarca oyun kişisini orta oyununa özgü basit değişimlerle (boyundaki atkının eşarp, şapka olması, beldeki kuşağın eteğe dönüşmesi, kumaşların kazma veya sopa gibi kullanılması vs) canlandırırken bizi çocukluğumuzun mahallelerine, komşu evlerdeki cenaze merasimlerine ve bu merasimlerdeki sahte üzüntülere, mahalle baskısı ve korku mahreçli ritüel çılgınlığına davet ediyorlar. Önceki gün ebedi hayata intikâl eden Cambaz Rasim’in bıraktığı mirasın talanla kazanılmış olması, bu günahı temizlemek için Rasim’in saçma sapan çareler üretmesi, çocuklarına bazı değerleri verememiş olması, bu değersizliğin kendi ölümüne de dolaylı olarak sebep olması, aile dediğimiz topluluğun bazen birbirine kıtalar kadar uzak olması gibi acı tatlar mizaha kırdırılmış. Oyuncuların (İbrahim Halaçoğlu, Seda Türkmen) şekilden şekile ve rolden role girmesiyle de seyretmesi çok keyifli bir yapım ortaya çıkmış. Temposu hemen hemen hiç düşmeyen, tiplemelerin büyük çoğunluğunda oyuncuların özgün buluşlar yaptığı rol kişileri (o dişlek Dilek fazla tribüne oynasa da!) sayesinde gerçek bir mahalleye gitmiş izlenimine kapılıyorsunuz. Şimdi ve burada olduğunuzu hissettiren reji tasarımı (Berfin Zenderlioğlu) salondan çıkan herkese samimi bir deneyim yaşatıyor. Tiyatronun en temel unsurlarıyla kotarılmış sade ve nefis bir yapım.
Yine bir İkinci Kat yapımı Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yazdığı ve Sami Berat Marçalı’nın yönettiği Fü de geçen yıldan beri gitmeyi isteyip de bu yıla kalan yapımlardandı. Oyunculuk veya rejide farklılık arayışı içinde olmayan yapım yeni bir dil arayışına da girmemişti. Ancak iki kuşak arasındaki çatışmayı, anlayışı ve anlayışsızlığı, sevgi eksikliğini, sevmeyi çok isteyip de bir türlü becerememeyi minicik ayrıntılarla öyle güzel anlatmıştı ki, “böyle hikayeler dinlemek istiyorum” diyerek çıkıyorsunuz salondan.
Sahnede gördüğümüz iki farklı kuşak ile görmediğimiz ancak etkilerine tanıklık ettiğimiz bir önceki kuşağın varlığıyla aslında hoşgörüsüzlüğümüzün, iletişimsizliğimizin, sevgisizliğimizin, elimizdeki fırsatları ve birbirimizi çarçur edişimizin tarihini sahneye taşımış Fü. Normun dışına çıktığı an kırmızı kart görme tehtidi alan ve kendini kapatan Fü(reyya) ile güvenlik sınırını aşmayı aklından bile geçirmeyen Mü(nevver) adlı iki kızkardeşin tanıştığı genç kız Sibel, Fü’nün dayanıklılık testinden geçip evde çalışmaya başlayınca bugünün gençliği de sahneye geliyor. Kadın/siyaset, kadın/meslek seçimi, kadın/anne, kadın/sevgili ilişkilerine kısa kısa değinen oyun sözü edilen meselelerin her birinden bir oyun bile çıkarabilirmiş aslında. Işıltılı günler anlamına gelen isminin yarıda kesilmesi Füreyya’nın hayatını özetlerken, aydın kişi anlamına gelen Münevver’in Mü diye anılması yarım aydın bile olmayışına işaret ediyor olsa gerek. Hayatlarının önemli bir bölümünü geride bırakmış bu kardeşlerin isimleri gibi hayatları, beklentileri de yarım kalmış; ancak gençler -Sibel (Kybele) ve erkek arkadaşı Erkan (ileri gelenler, temel esaslar, yöntemler)- için yaşayacakları, düşlerini gerçek kılabilecekleri bir hayatları hâlâ var.
Son yıllarda ödeneksiz tiyatroların genç oyuncuları deneyimli ustalarla sahne paylaştıkça kuşaklar birbirine yakınlaşmaya başladı, birbirlerinin dillerine yakınlaştılar. Ancak bu oyunun izleğinde de yer alan kuşaklar arası dostluk ve paylaşım oyunculuk anlamında ne yazık gözlemlenmiyor. Deniz Türkali (Fü) ve Serra Yılmaz (Mü) enerjileriyle oyunun ağır havasını yükseltiyorlar, kendi varlık alanlarının sınırılarını çizip hakimiyetlerini kuruyorlar. Sibel’i oynayan Canan Atalay’ın özellikle oyunun başındaki titrek ve ürkek duruşunu da, Erkan’ı oynayan Aziz Caner İnan’ın öfkeli genç adam tavırlarını da gerçek hayattan farklı kılacak küçük buluşlar denenemez miydi? İki genç oyuncunun gerçekçi oyunculuk yerine grotesk bir duruş sergilemeleri genç oyun kişilerinin yaşlı olanlardan oyunculukla ayrılarak beden diliyle aynı iletinin verilmesi düşünülemez miydi? Ve bu belki de eski kuşağın düştüğü tuzaklara yeni kuşağın düşmeyeceği konusunda bir umut olarak da okunamaz mıydı?
Kasım ayının birçok akşamını Karaköy’de geçirmeme sebep olan bir başka oyun Üst Kattaki Terörist’te yine Sami Berat Marçalı’nın emeği var. Emrah Serbes’in öyküsünden Barçalı tarafından oyunlaştırılan metin on yıllardır gündemimizde olan, canımızın yandığı, vicdanı olanların içinin parçalandığı, çok kirli hesaplarla yürütülen iç savaşımızla ilgili. Abisi askerde “şehit” olan Nurettin’in o günden sonra “düşmanı” sevindirmemek için hiç ağlamayarak, intikam planları yaparak geçirdiği beş yılın ardından üst kata bir Kürt öğrenci taşınır. Nurettin nihayet abisinin intikamını alabilecektir. 12 yaşında bir çocuğun zihnine doldurulmuş hamasi cümlelerle ve davranış kalıplarıyla geliştirdiği stratejiler bir türlü işe yaramadıkça Kürt Semih ile Karadenizli Nurettin arkadaş olurlar. Türklük bilinci, şehit olmak, acısını içine gömmek, vatan için feda olmak, ölü ele geçirmek, kod adı kullanmak gibi onlarca klişeyi tatlı tatlı ti’ye alarak bu ağır konuyu mizaha kırdıran oyun bizi insanca bir alana davet ediyor, aynı şiddetten benzer biçimlerde etkilendiğimizi hatırlatıyor. Güçlü, kazanan olmanın niteliğini sorgulamak için bir çocuk kadar safça sormanın gerekliliğini hatırlatıyor. Tarihin resmi yazımına karşı sivil, kişisel bir tarihi sahneye taşıyarak o iç boğucu, insanlıktan çıkarıcı, kendine yabancılaştırıcı resmi söylemin dışındaki alana davet ediyor. Bu davetin ne kadar kıymetli olduğunu bugünlerde bir kez daha hatırlatmak çok önemli, çünkü orada neşe var, mizah var, acılara rağmen karşındakini anlamaya gayret var, merhametli ve şefkatli olma olasılığı var, insanın ne olduğunu hatırlamaya ve hatırlatmaya yönelik çaba var.
İkiye bölünmüş sahnenin bir yanında Nurettin’in, diğer yanda Semih’in evini gören seyirci her iki evin aynı yoksulluk, renksizlik ve hayata tutunma çabasıyla döşendiğine tanıklık ediyor. Öğrenci evinin olmazlarından film izleme ve biralamanın yanı sıra Semih’in ‘Kürt olamayacak kadar güzel’ kız arkadaşı Evin, Nurettin’in iki ev arasında mekik dokumasına ve nihayetinde onlarla dost olmasındaki en önemli unsur. Kızlı erkekli oturmalara atarlanmanın bir sebebi işte karşımızda. Fırsat buldukça yukarıya çıkan Nurettin, çocuk aklıyla evin her tarafına kuşkuyla bakıp eylem planı, silah, bomba bulurum hevesiyle sürekli etrafı kolaçan edip aradığını bulamayınca abilerinden yardım istiyor. Nurettin’in ocağa gidip üst katta oturan Kürt’ü şikayet edip dövdürtmesi sadece oyunlarda karşılaşabileceğimiz, yazarın ne geniş hayal dünyası var dedirtecek fantastik bir dokunuş olsaydı keşke. Nurettin’in ısrarlarına dayanamayıp Semih’e dayak atan ama daha fazlasına karışmayan reisten umudu kesince Semih’in camını taşlıyor, kız arkadaşı orada kalamasın diye yurdu arayıp şikayet ediyor. On iki yaşında bir çocuğun bile bir başkasının hayatını zehir edecek yetkilerle donatılmış olması da keşke aynı fantastik bakışın ürünü olsaydı! (Şimdilerde muhtar da seçenekler arasında değerlendirilebilir bu arada).
Öyküde birer satırla anılan Nurettin’in annesi ve Semih’in kız arkadaşı yapılan metin düzenlemesinde sahneye taşınmışlar. Ergenliğe giren bir erkek çocuğun hayatında önemli rol oynayan bu iki figürün varlığı sağduyulu, bilge, görmüş geçirmiş ve merhametli bir kadın imgesinin önemini vurguluyor. Semih’ten fazla bir de cinsiyet ayrımcılığına uğrayan kız arkadaşı Evin ile oğlunu kaybettiği halde o hamasi sözlere kuşkuyla bakan, karşısındaki insanı görebilen adını kimsenin bilmediği anne, Nurettin’in intikam hırsını kesen, öfkesinden kuşku duyuran, gözünü karartıp dönülmez bir noktaya varılmasını engelleyen varlıklar olarak işlevliler. Eğitimi, sosyal statüsü, medeni durumu ne olursa olsun mutfağın kadınların mekânı olması iki evi de kesen bir gerçeklik olarak karşımıza çıkarken, bu konuda Nurettin’in sadece Evin özelinde eleştirel olması sorgusuz sualsiz kabul edilen baba otoritesini de sorgusuz sualsiz izleyiciye geçiriyor.
Oyunculuklara gelince;sanırım izleyicilerin büyük çoğunluğu sahnede bir yıldızın doğmak üzere olduğunu umarak/düşünerek ayrıldılar salondan. Oyunu izlediğim süre boyunca benim hissettiğim gibi, salondaki izleyicilerin içinden de Denizhan Akbaba’nın (Nurettin) yanaklarını saygı dolu bir tavırla sıkma isteği geçtiğini düşündüm nedense. Bedir Bedir, Semih’i çalışırken çok kolay karikatürleşebilecek, şablonlaşabilecek bir karakter yaratma tehlikesinin üstesinden başarıyla gelmişti. Ağırbaşlı, olgun, sakin yapılı, mazlum delikanlı Semih’i görünce sevmemek mümkün değil; Bedir’in duruşu, şivesi, jestleri rol kişisini ete kemiğe büründürüyor. Ancak o halay çekme sahnesi, türkü bar estetiğine çok yakın durması nedeniyle durumun trajikomikliğinden ziyade turistik bir gösteriye daha çok gönderme yapıyordu; olmasa eksikliği hiç hissedilmezdi bence. Anne rolündeki Banu Çiçek Barutçugil’in de çok dengede bir oyun kişisi yaratma süreci geçirmiş olduğunu düşünüyorum; oyunun büyük bir zamanında da bu dengeyi koruyor. Sevecen, acı çeken, şefkatli, vicdanlı ve sorumluluk sahibi bir anne olarak duygu dengesini nasıl koruyacağını bulmuş ancak bu annenin Karadenizli olması dengeleri değiştiriyor. O anneleri bilen dengenin böyle kurulmadığını da, jestlerin, ses tonunun ve şivenin böyle olmadığını da biliyor. Yöresel seçimlerde acaba Gözde Kocaoğlu (Evin) gibi daha nötr bir yerde duran oyun kişisi mi yaratılmalıydı diye bir soru akla takılıyor. Ne de olsa ve ne yazık ki her yerde “şehit” annesi var.
Dekor, kostüm ve ışık yukarıda sözü edilen birbirine benzer dünyaları yaratıp yansıtmakta başarılı seçimlerden oluşuyor. Az aydınlatılmış, az ısınan evlerinde, kalın terlikleri, yelekleriyle yaşayan sistem mağduru komşuları izlerken ikiye bölünmüş ekran görüntüsü geldi aklıma. Televizyon dizilerinin yansıttığı birbirinden zengin, en büyük derdin aşk olduğu şatafatlı hayatlar arasında serseme dönen, kendi gerçeğine bile yabancılaşıp hayatı bu dizilerden ibaret görmeye eğilimli izleyicilerin ne yapıp edip bu oyuna davet edilmesini istedim oyunu izlerken.
2015 bitmeden İkinci Kat’ta izlediğim son oyun ise Sami Berat Marçalı’nın yazıp yönettiği P*rk oldu. Toplum olarak her birimizin üzerine pis havasını, tozunu, korkusunu bırakmış 12 Eylül zihniyetinden özgürleşmeye en yakın girişim olan Gezi, onu yaratan ve yaşayan gençlerin zihninde yer almaya devam ediyor. İçerdiği tüm acemiliklere, beceriksizliklere, üstten bakan yaklaşımlara karşın bu ülkede insanların ilk defa sınıf, inanç, etnik köken farkı olmadan bir arada bulunabildiği, bu buluşmadan çok büyük bir keyif aldığı, adeta rüyada gibi yaşadıkları, güven ve sevgi duygularının herhangi bir hayal kırıklığıyla karşılaşmadığı birkaç gündü Gezi. Her sabah umutla uyanmanın, korkunun kaybolduğunu görmenin hazzıyla bütün gaz fişeklerine, TOMA’lara rağmen İstiklal caddesinden meydana akın akın giden insanların belleğinde şimdilerde nasıl bir anı var peki? P*rk oyunu Gezi Parkında yolları kesişmiş 3 genç üzerinden bu sorunun cevabını arıyor. İstanbul’un sokaklarına ilk kez bu kadar kitlesel çıkan isyan ruhunun ele geçirdiği Can ve Deniz’in parkta tanıştığı Tuğçe’yle birlikte devinmeleri, yenilmeleri, kaçışları, özlemleri ve (zihinsel) geri dönüşleri özelinde bir zamanlar orada bulunan diğer gençlerin de hayal kırıklığını izlemeye davet ediliyoruz. Gezi’nin kendi başına kitlesel bir harekete dönüşmemesi ( toplumsal dönüşümlerin uzun soluklu olduğunu bilenlerin aksine, orada bulunan ve büyük bir heyecanla bunu bekleyenleri hepimiz gördük, tanıdık) ve hoş bir anı olarak kalmasının yarattığı düş kırıklığı gençlerin hissettiklerinin temel eksenini oluşturuyor ve oyun da Deniz, Can ve Tuğçe gibi bu gerçeğe odaklanıyor. Oysa bu düş kırıklığını temel veri olarak aldığımızda olaya dışarıdan bakıp analiz edecek bakış açısına kendimizi kapatmış oluyoruz, oyun kişileri gibi seyirciler olarak da o dar alanda kalıyoruz. Sıradan bir hayat yaşarken birden buldukları anlamın parıltısının sönmesini bir türlü kabullenememe durumu park sakinlerinin tümüne yayılıyor.
Sosyal medyayı takip etmeyen toplumun “diğer yarısının” korkuyla, kuşkuyla hatta nefretle baktığı bu gençlere ne olduğunu onlar da kendilerine soruyorlar. Parkın içinden çıkıp geniş bir perspektif almak adına, sosyoloji yüksek lisansı yapan Tuğçe’nin Gezi Parkı konulu tezini yazıp bitirmesi, hatta arkadaşlarına içindeki bazı bölümlerden bahsetmesi hoş olmaz mıydı? Tezi bitirmemesi yenilgi duygusunu pekiştiriyor; bunu gören izleyici ne düşünmeye davet ediliyor?
Üzerinden geçen üç yıldan az zamanda bu ülkede olup bitenler Gezi’yi o kadar geride bıraktı ki oyunu izlerken ister istemez konunun güncel olup olmadığını bile düşünüyorsunuz. Gündemin saat saat değiştiği bir coğrafyada bu kadar yakın tarihte meydana gelen şeylerin bir anda unutulup gitmesinin ardında nasıl bir mekanizma olduğu bu satırları yazanın kafasını çok meşgul ediyor. Toplumun her kesiminden insanın, çok farklı motivasyonlarla bir araya geldiği bir fenomeni bütün boyutlarıyla bir tiyatro oyununun sınırları içinde çözümlemenin kolay olmadığının farkında olarak ve fakat biraz daha derinlikli bir yapım isteme hakkımı kullanarak şu soruyu sormak istiyorum. Yaklaşık üç yıl önce ağaçların kesilmesi, cinsel yönelimlerin ötekileştirilmesi, içki satışının sınırlanması, kürtaj hakkının kaldırılması gibi batılı ve kentli birey haklarının ellerinden birer birer alınmasına “parlayan” gençler, onların anneleri, abileri ve ablaları bugün neredeler sorusunu bu oyun neden sormuyor? Bu sorunun sorulması parkta tanışan üç genç insanın yedikleri üç beş gaza tahammül edemeyip soluğu Londra’da almalarının ardındaki tahammülsüzlüğü sorgulamamıza yol açardı diye düşünüyorum. Londra’ya gitmenin de oradan geri dönmek istemenin de geçerli ve inandırıcı bir gerekçesi olmaması gezicilerin elini zayıflatırken (ki buna hiçbir itirazım yok) gezi sonrasınında solunan bulanık, muğlak, yarıda kalmışlık havasını kesifleştiriyor. Olayın ardından yaşanan yüzlerce insan hakları ihlalinin, doğa katliamının hız alarak devam etmesine engel olacak bir duruşun eksikliğine işaret etmemek bilinçli bir seçim mi yoksa?
Oyuncular metnin elverdiği ölçüde kendilerine birer alan yaratmışlar ve kolay okunan, sıcak rol tasarımları yapmışlar. Heves Duygu Tüzün, Can (Barış Gönenen) ve Deniz (Uğur Uzunel) ittifakına sonradan katılan bir etmen olarak önce yerini alan sonra da bu ikili için önemli, vazgeçilmez hale gelen duruşunu beden dilinde başarıyla kuruyor. Barış Gönenen ve Uğur Uzunel’in iletişimleri o kadar yakın ki ikisini ayrı ayrı değerlendirmek mümkün görünmüyor. Ancak Londra’da yaşadıkları gelgitleri Park’ta yaşadıkları rüya ortamından biraz daha kalın çizgilerle ayırabilselerdi yaşadıkları dönüşüm daha net ortaya çıkabilirdi. Sahne geçişlerinde kullanılan müzik ile dekorun oldukça pratik biçimde dönüştürülmesi rol kişilerinin oyunsu süreçlerini destekler nitelikte. İki ülke ve iki duygu arasındaki farkları belirginleştirmede ışıktan daha etkin yararlanılabilirdi, tıpkı parktaki geceyi sahnelerden ayıran ışık kullanımında olduğu gibi ışığın etkin rol alacağı sahneler olmasına karşı bu olanak kullanılmamış.
Konu hakkında belleğimizi taze tutmanın, yeni sorular sormanın yolunu açan oyun kendi içinde yeni bir tartışma zemini açmasa da bir başarısızlık öyküsünü anlatma denemesiyle yeni bir tartışma açıyor. Tam da bu noktada Gezi’nin vazgeçilmez parçası olan mizahın dozunun biraz artırılması hem o tartışma zeminine giden yolu açabilir hem de oyunun yansıtmakta eksik kaldığı atmosfere yardımcı olabilirdi. Oyunlarını hep merakla beklediğim Sami Berat Marçalı’nın zihinlerimizde kalan sorulara cevap ararken kendisini de maceranın içine alarak tiyatro yapmaya devam etmesini diliyorum.
İkinci Kat oyunları hem tema hem de reji anlayışı açısından gösterdiği çeşitlilikle farklı izleyici tiplerine farklı lezzetler sunan ve yeni bir dil kurmaya özen gösteren yapımlar. Bireysel, psikolojik, politik nitelikleri farklı dozlarda öne çıkan yapımların her birinin daha iyi bir hayatı özlemesinin yanı sıra izleyicisini de bu özleme davet etmesi çok değerli. 2016 yılında da bu niteliklerini geliştirerek korumalarını diliyorum.