Robert Schild
Ön sayfalarda yer alan Nedim Saban yazımın word dosyasını bilgisayarıma kaydettiğimde, bunun dergimiz için kaleme aldığım doksan dokuzuncu eleştiri olduğunu gördüm! Hal böyle iken, “Tiyatro… Tiyatro…”muzun son basılı sayısına “yüz numaralı” bir “jübile” yazı koymayı önerdim sevgili Mustafa Demirkanlı’ya – ve işte son haftalarda gördüğüm bir, iki ve üç kişilik dört oyuna kısa değinmeler, değdirmeler ve öneriler…
Yıllar önce, daha “Leenane’in Güzellik Kraliçesi”yle bütün ödülleri toplamadan, İDT’nda sunduğu Dario Fo’nun o olağanüstü “Kadın”ları ile “tek kişilik tiyatro divam” oluvermişti Sumru Yavrucuk! 2012/2013 sezonunda Kumbaracı50’de parmak ısırtan solo performansıyla yine ödüllere boğulmuştu – ve şimdi, yönetimini de üstlendiği “Shirley” ile o tek kişilik oyunculuk gücünü yeniden kanıtlıyor! Kâh İstanbul’un çeşitli sahnelerinde, kâh Anadolu’nun tiyatro salonlarında Willy Russel’in 1986’da kaleme aldığı ve İngiltere’nin ardından Broadway’de de pek sevilip birçok ödül toplayan “Shirley Valentine” ile bizde de beğeni kazanıyor bu özlediğimiz sanatçı… İki perdede iki ayrı kadını canlandırıyor, “duvarın ardındaki hayattan korkuyorum” diyen sıradan İngiliz ev kadını Shirley ile bir arkadaşının önerisiyle “üzüm yetişen” bir ülkeye çıktığı tatilde “yaşamak fikrine aşık olan” Shirley’i! Aslında ne rejisi, ne de sahne ve giysi tasarımları öne çıkıyor bu uyarlamada; bundan öte, özgün oyundaki Yunan adasının Bodrum’umuza dönüştürülmesinde bazı hatalar da sırıtmıyor değil, örneğin tanıştığı oralı erkeğin “taverna”(?)sında veya teknede yol alırken tıngırdatılan Grek müziğiyle – ancak metnin hafifliği ve oyunculuğun sevimliliği bunları affettiriyor. “Klitoris adasını keşfeden” Sumru Yavrucuk’u yeniden izlemek, denizde yüzen bir adamı anlatırken rolünün içinde adeta “yüzen” bir sahne sanatçısı ile dertsiz bir buçuk saat paylaşmak, yaşamda (ve son yıllarda izlediğimiz nice başarılı oyunda) üzerimize üzerimize gelen karabasanlardan kısa bir kaçış gibi geldi bana…
İki kişilik oyunlara gelince…
…Galataperform’da son birkaç yıldır olağanüstü yapımlarla birlikte çok kötüsüne de rastladım, ne yazık ki…Bu sezonda burada izlediğim iki kişilik yerli oyun “Kabuk” ise, “beğeni ibremin” alt bölgelerinde dolaşıyor. Bu kişisel kanım, oyunlara kısmen de belirli bir “değerlendirme kıstası”na göre bakılmasıyla ilgili olabilir. Kimilerimiz, bir oyunyazarlığı atölyesinden yeni mezun olmuş genç bir yazarın oyununu “çok” beğenir, diğerlerimiz ise bu kıstası hiç dikkate almaz… Bu bağlamda, genç yazarımız Ayşıl Akşehirli’nin salt telefon konuşmaları üzerine kurmuş olduğu metin fikrinin özgünlüğüne diyeceğim yok – ancak bu (aslında pek yeni de olmayan) özellik yeterli midir acaba? Sadece ses geçiren bir duvar ile ayrılmış bitişik apartman dairelerinde oturan genç kadın ve erkeğin “yalnızlığına naif bir dille dokunan” (tanıtım bülteninden) bu oyunun sunduğu “zamane masal”, ne derece tatmin edici acaba? Başarılı birer oyun çıkartan İpek Erdem ve özellikle Burak Safa Çalış’ın, hele 3. ve 4. Kişilerle sürdürdükleri telefon görüşmelerindeki karşılıklı yanıt eşlemelerini ustalıkla kotarıyorlarsa da, üst/alt metinlerdeki yinelemelerin üstesinden gelmeleri onlardan beklenemez elbet… Eldeki bu malzemeyi acaba uluslar arası deneyimli genç yönetmen Mine Çerçi’nin niye daha iyilere götürmediğini ise anlayamadım, açıkçası – hele bir diğer yineleme özrü olarak gördüğüm (halı temizleme makinası gibi) ev aletlerinin duyurulan seslerine artık bir yerde “dur” demek gerekmez miydi?! Kimse alınmasın, ancak birkaç yıl önce, diğer küçük bir tiyatroda izlemiş olduğum Gesine Dankwart’ın “Ekmek Parası” oyunu da “şehirli” gençlerin yalnızlığı ile işbul(ama)ma sorunlarına değinirken, bunu çok daha ustalıklı biçimde ortaya çıkarmıştı…
“Ustalık” demişken, bunu Craft Tiyatro’nun Kadıköy yakasındaki (bu kez büyük ve donanımlı!) sahnesinde izlediğimiz iki kişilik diğer bir oyun olan “Personel”de yaşadık! Metin, yönetim, sahne, ışık ve giysi tasarımıyla oyunculukların tümü “dört dörtlük”tü benim için… İngiltere’nin önde gelen genç tiyatro yazarlarından Mark Bartlett’in on yıl kadar önce kaleme aldığı “Love Contract” başlıklı radyo oyununu “Contractions” (=büzülmeler, kasılmalar) adı altında sahneye uyarlarken, kanımca Ionesco’vari bir çağdaş uyumsuz (absürd) çalışma çıkarmış… Oyunun son derece (ve çift) anlamlı adı, dilimize aynı tadı verecek biçimde çevrilemezdi belki – ancak “Personel” kadar tatsız bir isim de seçilmemeliydi!.. Her neyse, oyunda bulabildiğim bu tek kusur, çevirmeni Okan Başar Bahar’ın mı, önemli değil – diğer diyaloglarında buna benzer aksaklıklar yok gibiydi… İşyerinde mobbing (bir çeşit medeni kabadayılığa kadar varabilen üst/ast baskıcılığı) konusunu –uyumsuz tiyatro doğrultusunda– çarpıcı biçimde işleyen oyun, Çağ Çalışkur’a aynı sertlikte bir reji olanağı sağlıyor – ve Dolunay Soysert ile ilk sahne deneyiminde tam not alan Aslı Enver, mükemmel bir ikili casting örneğini oluşturuyor. Keza, minimalist olduğu kadar işlevsel ve kamera yöntemleriyle desteklenen sahne tasarımı da bu sert ve acımasız ofis ortamını desteklemekte. Artık beyaz yakalı işçiler arasındaki “romantik ilişki”, üstleri tarafınca nasıl tanımlanır; onlara, yerlerini kapmak için “sırada bekleyenler” ile verilen gözdağı; müdürün personeline “adımı bilmene gerek yok” şeklinde çıkışması, veya “benden niye nefretettiğini anlayamıyorum?” gibi hiç de naif olmayan sorular yöneltmesi – tüm bunlar bize 21. yüzyıla has bir “Orwell’izm”den öte, Hannah Arendt’in tanımlamaya çalıştığı “kötülüğün sıradanlığı”nın ofis ortamına indirgenişini acı biçimde gösteriyor… Konusu ve sahneye aktarılışı açısından kesinlikle izlenmesi gereken bir yapımdır, “Personel”!
… Ve işte, “zirve”:
Son olarak yer vermek istediğim üç kişilik oyun, 2015 yılının son ve belki de en hoş sürprizi oldu benim için… Öyle ki, Evrensel Pazar’ın 20 Aralık sayısı için istemiş olduğu “2015’in en iyi 5 oyunu” seçkimi ilettiğim günün akşamı, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun “Kim Var Orada?” oyununu izledikten sonra eve geldiğimde, onu da hemen listeme ekleyip gönderdim! “Muhsin Bey’in Son Hamlet’i” alt başlığını taşıyan ve Türk Tiyatrosu’ndaki Ermeni öncü sanatçılarına bir çeşit “anma” içeren bu oyun, M. Ertuğrul’un yazmakta olduğu kurgusal anılarından hareket eder. Derken, onunla Hamlet’i sahnelemeye koyulan büyük aktör Vahram Papazyan’ın “hayalet”i belirir, ardından Ermeni oyuncu olarak sahnelerde görünmesi gereken (hayali) Lâtife Hanım katılır onlara – ve Cüneyt Yalaz, İlker Yasin Keskin, Banu Açıkdeniz üçlüsü ile son derece keyifli bir tiyatro gezintisi/taşlamasına çıkarız… Hiç kuşku yoktur ki, çok zekice kaleme alınmış bu parlak metin bir yandan M.Ertuğrul’u da içeren tiyatro camiamızın Ermeni geçmişini yeterince anmadığına dair sitemler sıralarken, aynı zamanda yakın tarihimize, üstelik günümüze de acı eleştiriler getiriyor. Ertuğrul’un “iyisiyle, kötüsüyle bize tiyatroyu bıraktınız…” saptamasının ardından “sıfırdan başladım” sözüne Papazyan’ın hemen patlattığı “sıfırlamasaydılar o zaman!” yanıtını mı istersiniz, veya “insana ve tiyatroya değer vermeyenler” türünden takılmalarını, yoksa Papazyan/Hamlet’in o olağanüstü “gitmek veya kalmak” monologunu mu – Yalaz ve Keskin’in yaptığı metin düzenlemesinden tabii ki en başta tiyatro tutkunları büyük keyif alacaktır, ancak her üç sanatçının sergilediği oyunculukları her izleyiciye fazlasıyla hitap ediyor. Yalaz/Ertuğrul’un özeleştiri kokan tiyatro “duayenliği”nin yanında Keskin/Papazyan’ın “fırlamalığı” ve bale eğitimi aldığı hemen anlaşılan Banu Açıkdeniz’in zarif esnekliği, hele son bölümdeki siyah/beyaz giysiler içinde sergiledikleri grotesk politikacı tiplemeleri, “Kim Var Orada”yı sezonun en önemli tiyatro olayları düzeyine yükseltiyor…
Perdeler hiç inmesin!
“Tiyatro… Tiyatro…”Dergisi, Ocak 2016 sayısında yayınlanmıştır.