[Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Erdem Gül’ün Silivri Cezaevi’de yazdığı yazdığı yazıyı, medya üzerindeki baskılara dikkat çekmek ve dayanışmak amacıyla okurlarımızla paylaşıyoruz.]
Telefondaki kişi, bir basın açıklaması yapılacağını duyurmak için aramıştı. “İl başkanımızdan dün geceden beri haber alınamıyor. Ailesi de kendisine ulaşamıyor. Kaçırılmış olabileceğinden endişeliyiz. Ailesinin de katılımıyla yetkilileri harekete geçirmek için yapacağım açıklamaya basının da duyarlılık göstermesini bekliyoruz.”
90’lı yıllardaydık. Kaçırılmış olabileceğinden endişe edilen de o zamanki Halkın Emek Partisi’nin (HEP) Ankara İl Başkanı Faik Candan. Genç bir avukat. Kaçırılmış olma ihtimali, en azından o günlerde gazetecilik yapanlar bilir ki bir “endişe” değil, neredeyse yüzde yüz yakın bir gerçek. Çünkü o günlerde siyasetçiler, bürokratlar, Kürt işadamları öldürülüyor ya da kaçırılıyor. Hem de güpegündüz.
Basın açıklaması, Ankara Adliyesi’nin arka tarafında bulunan DGM’nin önünde olacak. Duyurulduğu saatte yaklaşık on gazeteci DGM’nin önündeyiz. Belli ki herkes basın açıklaması ve konusunu, telefondaki aynı titrek sesten öğrenerek gelmiş. DGM’nin yeterince tedirgin ediciliği bir yana, havanın da çok soğuk olduğunu net olarak hatırlıyorum.
Telefonda belirtilen saatte basın açıklaması için henüz gelen giden yok. Yalnızca biz gazeteciler ve etraftaki polisler var. Üç dört dakika geçip yine kimse gelmeyince, gazeteciler arasında ilk kıpırdanmalar başlıyor. Belki beşinci dakikaya geldiğimizde ise gazetecilerden ilk çıkış geliyor. “Bu ne ya, çağırdılar geldik. Kendileri yok!”
Arkası geliyor. On dakika bile olmadı halbuki. Gazeteciler artık öfkeli. “Daha fazla bekleyemeyiz. Madem gelmeyeceklerdi arayıp söyleselerdi. O kadar işin arasında geldik. Herkesin işi gücü var.”
Ortak tavır da eksik bırakılmıyor. “Karar alalım, hep birlikte gidelim.” Benim de içinde olduğum gazetecilerin, “Ama farklı bir durum var. Kaçırılmış bir insan”, “Basının duyarlı olmasını da istemişlerdi” itirazlarını duyan da dinleyen de yok. Çoğunluk DGM önünü onuncu dakikada terk etti bile. Azınlıktaki bizler ise, “Ne oldu acaba? Başlarına bir şey mi geldi?” diye konuşarak belki on-on beş dakika daha bekledikten sonra sıcak büroların yolunu tutuyoruz.
Ertesi gün önce gazetecileri çağırıp kendileri gelmeyenlerin gerekçelerini öğrendik. Bir kısmı gözaltına alınmıştı. Kalanlarsa polisin engelleyici tutumu nedeniyle DGM’ye ulaşamamıştı bile. Ulaşabilseler, o aşamada “kayıp” konumundaki insan ilk kez haber olabilecekti.
Kaçırılmış olabileceğinden endişe edilen insanla ilgili bilgi de çok gecikmedi. Bir süredir kendisinden haber alınamayan daha sonra isimlerini çokça duyacağımız insanlar gibi o da Ankara Bâlâ’da öldürülmüş olarak bulundu.
Hayat çok hızlı, biliyorum. Herkesin çok işi var. Kimsenin bir an duracak, durup bir şeyler üzerinde düşünecek vakti yok.
Ama haberler kötü. Günlerdir çatışma, yaşlı, genç, kadın ve çocuk ölümleri… Barışın uzaklaşması… Düşmanca bir dil ve polemik siyaseti… Adalet ve umudun flulaşması… Ve evinden, yurdundan edilen yüz binler…
Ben şimdi durup düşünebilme imkânının fazladan verildiği bir yerde olmanın bencilliğini de göze alarak söylüyorum. Daha sonra “bunlar iyi günlerimizmiş” dememek için, “henüz vakit varken” bir an düşünmenin zamanıdır.