Oya Yağcı
Biz kıymık’tan ölürken, keskin bıçağın ucunu arşınlayanların ya da ‘Öbürsüler’in Hikayesi: Seher ile Ali
Şamil Yılmaz’ı melodramından tanırız diyesiyiz. Sevimsiz bir niteleme gibi görünse de yazarlığının izini sürenler anlayacak derdimizin ne olduğunu. Yılmaz, oyunbaz bir biçim hırsızı! Hadi bakalım bu nasıl sevgidir ki daha iki cümlede “ortak aklın” ya da “hissiyatın” suratının asılmasına neden olacak nitelemelerle koyulduk işe. Ama somurtmayın hemen, harbiden Şamil Yılmaz melodramın tillahını yazıyor hem de melodrama rağmen hikayenin gerçekliğini teslim ediyor hikayeye.
O halde açalım: melodramın işlevini yani bir tür acı(ma)-katlanma estetiği ile gerçekliği örtme işlevini tersine çeviren, evet bizi ağlatan, duygulandıran (suç mu?) ama önünde sonunda, içeriksiz bir histerik anın ötesine taşıyan, sert bir tersine çevirme işleminden söz ediyorum. Melodramın yeşerdiği hayatların gerçekliğini açığa çıkaran ve kalbimizde taşıdığımız kıymıkların nedeni olan, seçilmiş enayiliğimizi gözümüze sokan bir “içeriden kurulan dil” dir yüzümüze çarpan. Melodramın sebepsiz kurgusunu, kendi kıt algımız için gereksindiğimiz “sebepler” e gönül indirmeksizin zıddına çeviren bir kalemden söz ediyorum. Bakmamayı tercih ettiğimizin hikayesinin anlatıcısıdır yazar. Açığa çıkarılmayanın ifşacısıdır. Gözü yaşlı değil, tam aksi, dili sivridir-serttir.
Melodram bir örtmecenin ve “ucuz” duygulanımların adı iken, aynı zamanda kendimize yakıştırmadığımız şablonların, karanlığın inmesiyle açığa çıkan ötelenmişlerin dilidir. Şablonluğu kendisi üretmez, hapsedildiği yaşam üretir. Hayatın fukaralaştıran matematiğidir asıl şablon ve kafesi inşa edeni ve kafesin kendisini sorgulamak yerine, kafesin içine kapatılanları suçlu göstermeye yarayan kodların üretim alanıdır aynı zamanda. Sterillikle baş edilemeyenin, tuz ruhu dökseniz çıkmayan lekenin izini taşır. Silemediğiniz yerde görmezden gelinen, bakılmayan bir kire işaret eder. İşte o kir, fazlalık görülenin hikayesini alır ve kendi kuruluş hikayemize yüklenmiş (kulağımıza seçilmiş olduğu fısıldanan) içerikle kafamıza fırlatır. Bir boşluğun kapatılamaz varlığında buluşturur dışlayanla dışlananı.
Çarptığımız dünyada her şey, dolayıma imkan vermeyecek kadar, katı karşıtlıkların savaş alanıdır. Yaşam ve ölüm, aşk ve ölüm, ekmek ve ölüm. İkinci kavram sabitlenmiştir. Dil ölür, beden ölür, ruh ölür. Ölümden bol ne var cumhurum? Birinciler çalınmış, ikinci sabit, gönül bolluğu ile bağışlanmıştır. Belki de budur Şamil’in oyunlarından çıktığımda ağzımdaki pasın nedeni. Gecenin, kuytunun, pusunun hikayesine çarpmaktır, hava karardığında hızlı adımlarla eve gitme alışkanlığı edinenleri rahatsız eden.
Seher ile Ali’yi İstanbul’da yakaladım sonunda. Oyun öncesi dinlediğim “damar” şarkı tam da kırıla kırıla yaşadığım son günlerin rakı ihtiyacını artırmadı desem yalan olur. O rakıyı içtim oyunda. Çıkışta bira ile cila yaparken Paris’in yıkım haberleri düşmeye başladı telefonuma. İstiklal’de yeni keşfedilmiş bir gezegen boşluğunda, imkansızın yaradılış öyküsünü okudum yeniden. Seher ile Ali, gün yüzüne çıkmasına izin verilmeyen dip akıntısının sesiydi. Uğultuya dönüştü ve fark etmeye dirensek de çığlığa yükselmesi yakındır.
Seher’in bedenleşmiş gerçekliği ile Ali’ye sorduğu soru kafamda asılı kaldı: “Seher kim sana Ali?” İktidarın “kültürleşmiş” söylemi içinde parça pünçük edilmiş insanın hikayesi içinden sorulan, net ve netliği ölçüsünde de şiirli bir soru? “sen benim hiçkimsemsin” diyenlerin ruhlar müzesinde duyulmayacak gerçek bir soru. Sadakat ve ihanetin niçinine açılan bir hatırlatma. Seher’in “elbise-etekli” toplumsal kimliği içinde tanımlanan role hiç de uymayan cür’eti ile erkekliğin bir boş biçim olarak kurgulandığı tesbihli, pantalonlu imajını yerle bir eden, erilliğin iktidar olarak inşa edilmesinin ardındaki zaafın açığa çıkmasıyla yetinmeyip, cinsiyet kimliklerinin iktidarla eklemlenmesi üzerine ifşacı bir sorgu sahnesine tanık oldum. Görüntünün her şey, anlamın hiçbir şey olduğu iki yüzlü toplumsal normlar karşısında kurulan kimlikler ve o kimlikleri niteleyen sıfatların işaret etmeye cesaret edemedikleri bir gerçeklik yaratıldı sahnede. Gücün erillikle, cesaretin ve orospuluğun cinsiyetle kurgulandığı büyük hikayenin yalancılığını ortaya koyarken, güç yarıştırmayacak kadar kendi seçimine sahip çıkan Seher’in, köşeye sıkıştırdığı Ali değil, Ali’ye reva görülen erkek bencilliğiydi. Beni ve bana çarpan da bu incelik oldu sanırım. Ali’nin zayıflığının temelinde yatan erkek dünyasının acımasızlığı ve kısa yolcu pragmatizmine, Ali’yi feda etmeyen bir yüzleşmenin sertliğiydi, Seher’in gerçekliği.
Sezen Keser’in Seher’i, gözünü kaçırmayan, boşluğa düşmeyen ve tokatladığı halde hırpalamaya gönül indirmeyen bir oyunculuk seçimini yansıtıyor. Ali rolünde Baran Can Eraslan ise ihanetin zaafını, sevginin çaresizliği ile buluşturmayı başaran yalınlığı içinde, Ali’ye bakışımızın öfkeye kurban gitmesine izin vermiyor.
Pelin Temur, Utku Akgün ve Şamil Yılmaz’ın kolektif eli ile yaratılan dünya, melodramın hafifliğini –di’li geçmişliğe havale eden bir şimdinin gündelik gerçekliğine taşıyor. Klasik melodram kurgusu hikayenin sahiplerinden çok onları tanımlayan yüce ideologların ürünüyken, Mek’an’ın melodram düzlemi, melodramı yaşayanın gerçekliğini açığa çıkardığı ölçüde, biçimi kuran sistemin yalanlarını da deşifre ediyor.
Mekan Sahne Ankara’nın cumhuriyetçi kibrinin ötelediği, halının altına süpürüp kurtulmak istediği dar sokakların sesi oldu. Hem hikayenin kendisi, hem de hikaye anlatıcısının gerçeklik denklemi, gücünü, içeriden kurulmuş dilden ve yakın ama şaşı olmayan bir bakıştan alıyor. Seher ile Ali’nin hikayesi, melodram üçlemesinin ikincisi. Birinciyi henüz izleyemedim. Otel odalarının, ağırladıklarına kör soğukluğu içinde, mekansız-mülksüz ve geçici görülenlerin hikayelerini biriktirmek, yurtsuzluğun katılığı içinde örülen hayatların sesini duymak, toplumsalın kenar süslerini biriktiren “estetik” algıya da önemli bir silkelenme imkanı sunuyor.
Ankara oyunu 19 Kasım Perşembe, 20:30’da, Farabi Sahnesi’nde, İstanbul ise 27 Kasım Cuma, 20:30’da, Şermola Performans’ta seyredebilir.
İstanbul
16 Kasım 2015