Volkan Taha Şeker
Aslında tiyatro içerisinde uzun senelerdir bulunan, gençlerin de kendilerini üstat olarak kabullendiği bazı kişilerin sanata verdikleri zararlar üzerine zehir zemberek bir yazı yazmıştım. Kimi okurlarıma da bu yazım hakkında bilgi vermiştim. Ancak bu yazımı, şimdilik ertelemek durumunda kaldım.
Çünkü Türk Tiyatrosunun yakın tarihlerdeki ‘yeni kurucularından’ Nejat Uygur’un doğum gününü kutlamayı unutmuştuk. Neyse ki bu unutkanlığımızı Uygurların nadide gelini Çiğdem Uygur sayesinde giderdik ve Uygur’un nazik davetiyle müstakbel eşim Ece ile birlikte Cemil Topuzlu’daki Markopaşa Müzikali’ne iştirak ettik.
Harbiye Cemil Topuzlu’daki oyun başlangıçtan sonuna kadar sanat doluydu. Türkiye’de, nedense, sıcaklıklarla sanata olan ilgi ters orantılı olarak ilerliyor. Güneşli günler gelince tiyatro seyircisi sanatı sahnede değil de kumda arıyor. Güneş ışıkları daha eğik açıyla gelmeye başlayınca da “nerede bu tiyatrocular, koca Yaz boyunca ne yaptılar!” diye şımarıkça kaprisler sergileniyor. Ancak bu durumlarca can suyu gibi gelen açık hava oyunları vardır. Bunun bir benzeri de önceki akşamki Markopaşa Müzikali’nde yaşandı. Gerçek sanat dostları ve Nejat Uygur’un seyircileri, biner biner gelerek izlediler oyunu.
Bu tür müzikallerde hele ki Cemil Topuzlu gibi bir sahne kullanılıyorsa genelde teknoloji şımarıklığına girişilir ve seyirci, sanattan ziyade teknoloji ile etkilenmeye çalışılır. Ancak Markopaşa’da bu olmadı. Onca imkâna rağmen teknoloji, geleneksel oyun standardına zarar vermeyecek şekilde ustaca kullanıldı.
Oyunda ise küçük aksaklıkların dışında hiçbir hata yoktu. Çünkü ekip biliyordu ki Nejat Uygur’un gözleri, oyun boyunca üzerlerinde idi. Oyun sonunda ağlayanlar da oldu; heyecandan alkışlamayı kesmeyip, Behzat Uygur’un konuşmasını dinlemeyi unutanlar da.
Oyuna ilişkin sanat çevreleri illa ki kritikler yayınlayacaklar, irdeleyecekler. Ekibin de eleştirilere kulak vermesini de öneririm.
Gelelim sanata…
Bu bir bayrak yarışıdır. Genç Uygurlar ailece, babalarının ve annelerinin edebini ve sanatını, sonraki nesillere aktarmak istiyor. 2011 yılında, “Babalar ve Çocukları” isimli bir yazı kaleme almıştım. Sanatçı ya da şöhret babalarının ardından sadece o şöhretle para kazanıp kendini de soyadını da mahcup eden kişilere değindim. Ama ne mutlu ki bu aile, diğerlerine örnek olacak şekilde sanata san katıyor. Farkında mısınız bilmiyorum; onlar hep sanatlarıyla gündeme geldiler. Ne uyuşturucu partilerinde adları geçti ne de bir gece kulübü çıkışında yasaklı aşklarıyla objektiflere yakalandılar. Ne sanatı iki bacak arasına sığdırıyorlar ne de aşırı uç görünme uğruna oyunlarında propaganda yapıyorlar.
İstanbul’un bütün sahnelerinde, Anadolu’nun ise yüzlerce sahnesinde Uygurca alın terleri var.
Nejat Uygur’a ne mutlu ki kendi gibi asil çocuklar bırakmış geride. Şimdi, o çocukların sayesinde; dualarla, alkışlarla ve özlemle anılıyor.
Gelinen duruma bakacak olursak, üretilen eserler yeterli mi, hayır!
Türkiye’de dışa açılan tiyatro sayısı çok az. Çoğu da gittiği ülkedeki gurbetçilere oyunlar sergiliyor. Kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz; futbolda ve müzikte olduğu gibi.
Dışa açılmalı bu birikim… İngilizce oyunlar da sergilemeli. Gelenekseli, farklı dillerde, Devlet desteğiyle Avrupa’ya tanıtmalı.
Avrupa söylemiyle yola çıkan çok kedi, fare olup geri döndü.
Ancak aslan değişmez, aslan gider aslan gelir.
Kemirgen ve sarhoş fareleri, sahneden indirme zamanı gelmedi mi?
Haydi Avrupa’ya Uygurlar.
Haydi…
Işık ve sevgiyle.