[Serhan Bali’nin, Radikal’de yayınlanan Bayreuth Festivali’nde seyirciyle buluşan dörtlü opera ‘Nibelung’un Yüzüğü’nün ikinci bölümü ‘Die Walküre izlenimlerini yayınlıyoruz.] Wagner operalarının en mükemmel şartlarda izlenebileceği bir ‘mabet’ olan efsanevi Bayreuth Festivali’nde seyirciyle buluşan opera repertuvarının pek çok açıdan zirvesi sayılan dörtlü opera ‘Nibelung’un Yüzüğü’nün ikinci bölümü ‘Die Walküre’yle karşınızdayız…
Alman tiyatro yönetmeni Frank Castorf’un 2013 yılında Bayreuth Festivali’nde prömiyer yapan Nibelung’un Yüzüğü adındaki, bir prolog-üç operadan oluşan dörtlüsünün ‘Das Rheingold’ (Ren Altını) adlı kısa proloğunu 9 Ağustos akşamı izleyip düşüncelerimi sıcağı sıcağına bu köşede paylaşmıştım. Hemen ertesi akşam, dörtlemenin ilk operası olan ‘Die Walküre’deydi sıra. ‘Das Rheingold’, yaklaşık 2.30 saatlik süresiyle dörtlemenin en kısası. Aslında ‘opera’ değil ‘prolog’ olarak adlandırılmasının sebebi, bu etabın Wagner tarafından, diğer üç operaya giriş mahiyetinde sonradan tasarlanmış olması. Wagner’in bir hayli netameli yaşandığını bildiğimiz uzun bir sürecin ardından bugünkü şekline kavuşan ‘Nibelung’un Yüzüğü’ dörtlemesinin ilk adı şuydu: ‘Ein Bühnenfestspiel für 3 Tage und einen Vorabend’ (3 Günlük Bir Sahne Festivali Oyunu ve Bir Prolog).
Dörtlemenin ilk ayağı olan 3 perdelik ‘Die Walküre’ (Walküreler) ise, perde araları dışında 3.30 saatlik süresiyle hayli uzun bir opera sayılır ama bu süresiyle bile dörtlemenin en uzunu değil. Die Walküre’den sonra izleyeceğim Siegfried 4 saat, serinin son operası olan Göterdammerung ise 4.30 saatlik süreleriyle, araları da katarsanız, hatırı sayılır bir süreyi Festspielhaus’da geçirmeme neden olacak. Klima randımanlı çalıştırılsa, oturağım sırtımı acıtacak kadar ergonomiden yoksun olmasa, aslında daha rahat koşullarda izlemek mümkün ama bir önceki yazımda da vurguladığım gibi, sözde değil özde Wagner tutkunları için bunlar mazeretten sayılmıyor. Öyle ki, genciyle yaşlısıyla dikkati çekecek ölçüde çok sayıda erkeğin smokin, papyon giyerek izlemeye geldiği Bayreuth’un oditoryumunda da şıklıktan taviz verilmediğini, papyonlarını çıkarmaya yanaşmayan pek çok erkeğin hiç yüksünmeden yelpaze salladığını görebilirsiniz. Geniş dekolteli tuvalet giyme lüksü olan kadınlar elbette erkeklere kıyasla daha şanslı.
Die Walküre’yi izledikten sonra Frank Castorf’un ‘Das Rheingold’de sergilediği reji anlayışının ‘dizginlenememiş karakterinin’ ayırdına daha net biçimde vardım. Prologdaki o kafa karıştıran, ‘çıkıntılık olsun’ diye yerleştirildiği apaçık ayrıntıların pek azı ‘Die Walküre’ye taşınmıştı. Bu durum, Bayreuth’a gelmeden önce okuduğum birkaç yorumda gözüme çarpan, ‘Castorf’un rejisinin bütünlükten yoksun olduğu, Ring’in her etabının rejisinin farklı tellerden çaldığı’ yönündeki eleştiriyi haklı çıkartır nitelikteydi. Yine de önyargıya kapılmaktan kaçınarak sırtımı Festspielhaus’un oturağına yaslayıp başladım izlemeye. Fırtınalı havayı simgeleyen homurtulu akorların, Kirill Perenko yönetimindeki Bayreuth Festival Orkestrası tarafından gayet temiz biçimde duyurulmasının ardından perde iki yana doğru kalktı. Siegmund’un sığınmak zorunda kaldığı Sieglinde ve Hunding’in, merdivenlerin dikkat çekici yoğunlukta kullanıldığı, uzunca bir kuleye sahip evleri, ‘Das Rheingold’deki Motel’in ardından, hayli geleneksel kalan bir dekordu. Tıpkı o Motel gibi Hunding’in evi de son perde inene kadar kondurulduğu yerden kalkmayacak, Castorf, Bayreuth’un döner sahnesi yoluyla bu ahşap evin farklı cephelerini kullanarak, her seferinde görmediğimiz yerlerini bize göstererek, diğer perdelerin atmosferlerini de izleyiciye yansıtma yoluna gidecekti.
‘Die Walküre’de ‘Das Rheingold’e nazaran daha statik bir reji izlememize yol açan etkenlerden en önemlisi de, Wagner’in bu operada -üçüncü perdenin figüran mahiyetindeki Walküre kızlarını saymazsak- daha az sayıda karakter kullanması ve bu karakterlerin aralarında her biri 25-30 dakika süren uzun diyaloglar ve monologlara girişmesi olsa gerek. Castorf tabii burada da yapacağını yapmış ve ‘Das Rheingold’de dikkatimizi fena halde dağıtacak ölçüde kullandığı video kullanımını ‘Die Walküre’ye de taşımıştı. Yalnız tek fark vardı ki o da, ‘Die Walküre’de LED değil bir bez perde üzerine projekte edilen görüntüler izledik. Sahnede yine el kamerasıyla atik hareketlerle dolaşan muhabirler vardı. En azından karakterlerin yüz ifadelerini yakından görebilmek açısından pratik bir işlevi vardı bu uygulamanın.
Ama Andreas Deinert-Jens Crull ikilisinin sahne dışı projeksiyonlarını yine fena halde dikkat dağıtıcı bulduğumu söylemeliyim. Bu sahne dışı görüntüler bizi sürekli tarihe hem de bir opera izleyicisinin genel ilgi alanının çok dışında kaldığı söylenebilecek ‘Azerbaycan topraklarındaki petrol sondajı’nın geçmişine taşıma amacındaydı. Şaşırdınız değil mi? Wagner’in Ring’inde Azeri petrolünün ne işi var? Herkes bu soruyu sorup durdu zaten, emin olun. Wagner’in ‘Ren Altını’nın Castorf’un rejisinde global kapitalizmin ihtiras nesnesi olan ‘petrol’e dönüştüğünü Das Rheingold’deki ipuçlarından nerdeyse anlamıştık ama ‘Die Walküre’de karşımıza çıkan video görüntüleri, Hunding’in evinin, 1. perdede duvarları kapalı olup sonraki perdelerde açılan ve böylece bir petrol sondaj kulesi olduğu anlaşılan dik uzantısı, Azerice yazılan ‘20 Eylül Neftçiler Günü Peşe Bayramı’ yazısı, rejinin Azerbaycan’ın petrol endüstrisine olan göndermelerini somut biçimde gözler önüne serdi. Ama, dramatik açıdan çok etkileyici ikili sahnelerin yer aldığı Die Walküre’de gerilimin tırmandığı anlarda perdeye yansıtılan bu görüntülere maruz bırakılmak nahoş ve anlamsız kaçtı. Hele, 3. perdenin sonunda Wotan’ın itaatsiz kızı Brünnhilde’yi, olağanüstü bir müzik eşliğinde, ceza niyetine sihirli uykuya yolladığı operanın son anlarında, perdeye yine Rus (Azeri?) tarihinden seçilmiş siyah-beyaz görüntüler eşliğinde Kiril harfli yazılar yansıtılması, deyiş yerindeyse bardağın taştığı anlardı. Öte yandan, aynı el kamerasının, Sieglinde tarafından suyuna ilaç karıştırılan Hunding’i uyurken görüntülemesi, Sieglinde-Siegmund düeti sırasında Hunding’in uykusunda sanrılarla boğuşmasına şahit olmamız etkileyiciydi.
Yalnız, ilginçtir, petrol vardı ama petrolcü gözükmüyordu ortalıkta. Hani, D’as Rheingold’de Motelci kılığında karşımıza çıkarttığı Wotan’ı petrolcü kılığına sokmayı düşünebilirmiş ama bu yola sapmamış Castorf. Belli ki petrol, bir metafor olmaktan öteye gitmemiş rejisörün gözünde. 2.Perde’nin başında, Sieglinde-Siegmund arasındaki ensest ilişki üzerinden kocası Wotan’la hararetli bir tartışmaya girişen, iffetli ve ahlaklı olmayı savunan Fricka’nın, sahneye yapılı bir erkeğin kollarında ve elinde kırbacıyla gelmesi de şaşırtıcıydı doğrusu. Fricka’nın sahnedeki hali, Türkçedeki veciz ifadesiyle, ‘ele verir talkını, kendi yutar salkımı’ şeklinde tarif edilebilirdi.
Sekiz Walküre kızından her biri, dekolte yönünden zengin, bambaşka bir kılıkla arzı endam etti sahneye 3. perdenin başında. Meşhur ‘Hojotoho, Heiaha’larını hem koro hem solo haykırmadan önce, beraberlerinde Walhalla’ya kadar taşıdıkları genç ölü erkek bedenlerini bırakıverdiler yere. Kızların üzerlerinde ne miğferleri ne de zırhlarının olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Rejinin en hararetli dakikaları, 3. perdenin başında Walküre kızlarıyla, Sieglinde’yi yanında getiren Brünnhilde’nin arasında geçen anlardı. Hem evin duvarına hem de Brünnhilde’nin uykuya yatmadan önce babasından son isteği olan etrafının ateşle çevrilmesinin, tepesinde tuhaf bir şekilde gerçekleştiği petrol varilini andıran ‘şey’in üzerine yazılı ‘20 Eylül Neftçiler Günü Peşe Bayramı’ ne anlama geliyordu peki? Yaptığım küçük bir internet araştırması sonucunda, Azerbaycan’da 20 Eylül 1994 tarihinden beri böyle bir bayramın kutlandığını, Azerbaycan petrol sektöründe bu tarihten itibaren yeni bir dönemin başladığını, bağımsızlığını kazanan ülkenin yeni petrol stratejisinin fiilen 1994 yılında uygulanmaya başlandığını öğrendim. Bakalım bu bilgi bizi, serinin son iki operası olan Siegfried ve Göterdammerung’da nereye götürecek?
Önceki yazımı okuyanlar, Castorf’un Ring rejisinin Bayreuth’un son yıllarda en fazla yuhalanan rejisi olduğu yönündeki saptamamı anımsayacaklardır. ‘Das Rheingold’ gibi yoğun biçimde aykırı ögeler taşıyan bir rejinin bile perde indiğinde beklentimin altında yuhalandığını belirtip topu ‘Die Walküre’ye atmıştım. Yukarıdaki satırlardan da anlaşılabileceği üzere, ‘Die Walküre’de yuhalanacak acayiplikte bir ‘yönetmen tiyatrosu’yla karşılaşmadık. Castorf bütün yaramazlıklarını ‘Das Rheingold’de tatmin etmiş, ‘Die Walküre’de uslu bir çocuğa dönmüştü. Hiç ama hiç yuhalama yükselmedi 1900 kişilik Festspielhaus’un ağzına kadar dolu sıralarından.
‘Die Walküre’ için, ‘uzun tutulmuş ikili sahnelerin yoğun olduğu bir opera’ dedik. Bu yüzden, güçlü sesler ve inandırıcı oyunculuklar ‘Die Walküre’den elde edilecek seyir zevkini artıran en önemli unsurlar. 10 Ağustos akşamı yapılan temsilde dinlediğimiz Siegmund’da Johan Botha, Hunding’de Kwangchul Youn, Wotan’da Wolfgang Koch, Sieglinde’de Anja Kampe, Brünnhilde’de Catherine Foster, Fricka’da Claudia Mahnke’nin hepsi de güçlü seslerdi. Walküre kızlarından Waltraute’yi, 2.Perde’de Fricka’yı söyleyen Claudia Mahnke, Schwertleite’yi ise, Das Rheingold’de Erda rolünde izlediğimiz Nadine Weissmann söylediler. Johan Botha’nın geniş mi geniş sesiyle Siegmund gibi bir rolün altından kalkacağı zaten aşikardı ama deneyimli tenor, rolünün lirik söyleşiyi gerekli kılan pasajlarında da son derece tatmin ediciydi. Winterstürme’de ve Siegline’yle düetinde son derece iyiydi. ‘Walse, Walse’ diye ünlü haykırışında, geniş göğüs kafesi avantajını kullanmayı bildi.
Ama temsilin yıldızı hiç kuşkusuz, Sigelinde rolünde dinlediğimiz soprano Anja Kampe’ydi. Ustalıkla kullandığı sesiyle, büründüğü trajik karakterde sıradışı inandırıcılıkta bir portre çizdi Kampe. Kampe, bu yılki Tristan ve Isolde yapımı kadrosundan Christian Thielemann tarafından çıkartılmasıyla gündeme gelmişti. Hunding, Bayreuth’un deneyimli seslerinden bas Kwangchul Youn’a emanetti ve iyi ki de öyleydi. 2012 yılında yine burada Kral Marke’de izlediğim Koreli bas Youn, yıllara meydan okuyan sesiyle göz doldurdu. 3 yıl önce bu role angaje edildiğinde pek az kişinin ismini duyduğu bir Wagner sopranosu olan İngiliz Catherine Foster son yıllarda, dünyanın en büyük sahnelerinde en ağır rolleri söyleyen bir yıldıza dönüştü. Foster, Brünnhilde’yi hakkıyla söyleyebilecek sayıca az yıldızlardan biri. Elbette bir Birgit Nilsson ayarında değil ama dediğim gibi Brünnhilde, her benim diyen sopranonun harcı bir rol değil ve Foster güçlü sesiyle bu rolün üstesinden gelebilecek kalitede bir şancı.
Wolfgang Koch’un üzerinde ağır bir yük vardı. Wagner, Wotan rolünü hem dramatik hem vokal açıdan ‘Die Walküre’de inanılmaz zenginlikte bezemiş. Çok güzel ve etkileyici bir sese sahip olan Koch, genel itibariyle iyi söyleyip rolünün hakkını verdi. Claudio Mahnke de Fricka rolünde, biraz vibratolu da olsa yeterli sesi ve inandırıcı dramatizasyonuyla diğer büyük seslerin yanında sırıtmadı. Die Walküre’de harikalar yaratmasını beklediğim Kirill Petrenko yönetimindeki Bayreuth Festival Orkestrası ise beklentimi elbette boşa çıkarmadı. Wagner’in ‘Die Walküre’de orkestra için adeta döktürdüğü benzersiz satırlar bu şahane orkestra ve onları yönlendiren şefi tarafından mükemmel biçimde kulaklarımızın içine serildi.
Bayreuth Festivali 2015 turum, Ring’in geri kalan iki operası olan ‘Siegfried’ ve ‘Götterdammerung’ ile sürecek.