Göktuğ Kayaalp
Mark Ravenhillin yazdığı, Şadan Özün çevirdiği, Burç Demir ve Tarkan Çeper yönetiminde, Murat Yatman, Şenay Kösem, Tolga Kurt, Burç Demir, Pınar Arabacı ve Mehtap Keskin tarafından canlandırılan, müzikleri Burç Demir ve Erdal Akkaş, ışık tasarımı Okan Karaca, dekor tasarımı Nevin Köksal, kostüm tasarımı Pınar Arabacı, afiş tasarımı Aytek Yıldırım, ışık-efekt uygulamaları ise Murat Gün ve Erhan Duman tarafından yapılan «Kesim» oyununun 18 Haziran 2015 sekizincikat tiyatrodaki gösteriminin üzerine oyunun analizidir.
Kesim oyununu izleyince aklımda kalan soru oyundaki kesim eyleminin neyin bir imgesi olduğu idi. Şimdi düşününce kesim, oyunda direkt olarak somut bir olaya gönderme yapan bir öğe değil, aslında kesim, memur ile vatandaşın ilişkisinin, devlet ile halkın ilişkisinin bir imgesi. Kesilmek isteyen kişi olan Johnun kesimi buradaki gerilimi, bu ilişkideki dengeleri, bu ilişkinin hastalıklı sonuçlarını anlatan bir olay. Oyunun akışında tali bir değere sahip aslında kesim süreci. Asıl süreç, memur Paulun eski sistemde gücü uygulayan kişi iken yeni sistemde yine kendininkine benzer bir gücün, farklı bir oluşu, ama benzer bir özü olan bir gücün kurbanı oluşu. Eski sistemin içinden doğan yeni sistemin eski sistemi handiyse kesmeye çalışması ise karşımızda Paul ve oğlu Stephenın ikinci perdedeki durumları ile beliriyor. Eski sistem ve yeni sistem arasındaki ilişki ile Paul ve Stephen arasındaki ilişki aynı, eski ve yeni, bunların her iterasyonu, bir zincirin eş halkaları, ama yeni sistem bu zincirin bize en yakın halkası olması itibariyle daha farklı, daha büyük gözüküyor. Bizim bir parçası olduğumuz bir eylem, eşdeğer fakat bizim bir parçası olmadığımız eylemlere nispeten daha değerli, daha doğru görünüyor. Oysa bu eylem dizisinin olabildiğince geniş bir kısmını tanıyıp, kuşbakışı görebilirsek ancak, hepsinin aynı ideanın gölgeleri olduğunu görürüz. Geçmiş karanlıkta kalırken bugünün gölgeleri muazzam gözükür. Oysa yarınkiler bugün ve dün arasında bir fark bulmakta pek zorlanacaklar. Nihayet, oğul babayı öldürüp onun yerini devralıyor, halk ise devleti öldürüp yeni devlet oluyor, lakin oğul babanın, halk devletin yerini aldığından habersiz, her halef selefinden farklı, daha iyi olduğunu düşünüyor, oysa her halef selefinin bu güne olan bir uzantısı. Kesimde görüldüğü üzere yeni düzen, en az eski düzen kadar despot, ama kendi despotizmini eskisine nazaran daha erdemli olduğunu düşünüyor. İnsanları kesimden kurtarıyor, ama burada bile bencil, yaptığı kurtarma işini kendi ideallerine göre yapıyor, oysa Stephen, Johnun durumundan, kesimi istemesinden, bunun onun için olan öneminden, düzenin, her ne kadar onu kurban etse de, düzenin ve kurban olmanın yokluğunda onun hayatının anlamsızlığından, onun düzenin bir parçası olmaya olan ihtiyacından haberi olsa herhalde daha farklı davranırdı. Kesilmek, Johnun varlığının bir kanıtı. Hem nihayet, bir düzen gidince yerine yenisi geliyor ve her düzen gibi bu yeni düzen de kendi kurbanlarını istiyor, ve onları evvela eski düzenden seçiyor. Varlığının sebebi ve özü olan eski düzenden intikam almaya, onu yenerek ayakta durmaya çalışıyor, ama Oedipus gibi, oğul babayı öldürse dahi, sonu onun yerini almak, kendi ailesine dönmek oluyor, onu da dağıtmak üzere.
Kesim aslında bir Oedipus rex öyküsü bu yüzden, Stephenı rastgele Oedipusa benzetmedim. Babasını etkisiz hale getirip yerine geçen Stephen, evet belki fiilen haberli ya da habersiz ensest bir aile kurmuyor, ama yine de babasının devletteki yerini alıp bir anlamda onun rütbesi ile bir ensest ilişkide bulunuyor. Ve sonuç olarak işinin ve zamanının gereğini yapan babasını mahvediyor, kendisi nihayet babasını mahveden, hiçbir zaman vicdanı rahat olamayacak olan, gözlerini deşip çöllere vurmasa da kendini, iç hesaplaşmaların sancılarıyla asla huzura kavuşmayacak bir ruha dönüşüyor. Tabi Stephena ne olduğu çok umurumuzda olmazdı, ama bu olayı önemli kılan nasyonalist devrimlerle olan paralelliğidir. Bu devrimler ekseriyetle, eskiyi kötü görüp onu yok etmek istediler, kendilerine yeni bir kök arayıp halihazırda var olanı yok saydılar, ama sonuç olarak yeni rejim en az eskisi kadar despot oldu, yeni ve iyiyi ararken, gerçek olanı ezdi, onu yok edip ideal olanı gerçekleştirmeye çalıştı, milyonlarca insanı emelleri doğrultusunda yontmak istedi, ve nihayet bize miras kalan ise vicdan azabı ve kendimizi temize çekemediğimiz, bize suçluluk sancıları yaşatan, hata yapmaya, mahvolmaya iten bir bedevilik hali oldu. İtalyada faşistler, almanyada naziler ve bizde osmanlı onulmaz suçlar işlediler, onları yerlerinden edince biz de onları kurban ettik, aynı onların başkalarını kurban ettikleri gibi, ve sonuç olarak kirlenegeldik, o kadar ki artık kirden kendi bedenimizi görmek handiyse namümkün, elimize bir fener alıp eskiye gidecek, artık karanlıkta kalanı aydınlatıp hatalarımızı görecek, onları kabul edecek güçten de yoksunuz. Acı ile saldırıyoruz, kendimizi haklı kılmaya, haklılığımızı sabit kılmak içinde güçlülüğümüzü kanıtlamaya, bunun için başkalarını kurban etmeye, her şeyi ele geçirip ideal olanı gerçekleştirmeye çılgınca bir ihtiyaç duyuyoruz, ve kurban ediyoruz, en önce de elinde fener olanları. Suçumuzu kabul edip iyileşmeye çalışacağımıza onu yok edip gözümüzün önünden çekmeye çalışıyoruz, demir çubuklarla oyup gözlerimizi kendimizi, kim bilir belki de orta asyada bulunan çöllere atıyoruz. Mağdurların nefes alıp verişi vuran bir ayakkabı gibi, sıkan bir kemer gibi sürekli bir acı veriyor, acıdan kurtulmak için kaynağını yok etmeyi arzuluyoruz. Mağdurların nefes alıp verişi damlatan bir musluk gibi, vanaları sıkıyoruz hışımla, ellerimiz kıpkırmızı, ellerimiz soyuluyor. Ama mağdurların nefes alıp verişleri en çok aç bir kedinin miyavlaması gibi bizim için, tabağımızdan bir parça ona versek karnı doyup susacak, belki bize sevgi dahi gösterecek, ama bir onu taşla sopayla kovalamayı tercih ediyoruz. Öldürdüğümüz babamıza lanet ediyoruz, oysa onun ta kendisiyiz handiyse, sürrealist bir portresiyiz onun, anamız ve karımız olanı görmezden gelmeye çalışıyoruz, gözlerimizi oyuyoruz, oysa bu evlilikten sorumlu olan biziz, o değil, çocuklarımızı görmezden geliyoruz, oysa onlar bizim tohumlarımızın filizleri, yoktan çıkagelip başımıza bela olmadılar.
Kesimi somut bir eylemle direkt olarak ilişkilendirmeye çalışmak benim gözümü oyunun asıl akışını görmekten alıkoydu evvela, tabi burada kesimin bir perde süren, oyunun en önemli, esas kısmı gibi gösterilmesi de bir etken. Biraz daha geri planda olabilirdi kesim eylemi, ya da eski sistemin devrilişine iki sahne arasında bir yerde biraz değinilerek geçiş daha akıcı olabilirdi, bu kesimin bir patlama değil, bu patlamaya sebep olan birçok kıvılcımdan sadece bir tanesi olduğunu daha açık kılardı. Bir kıvılcımı bir patlama sandık, oysa bu yanılgı bir kıvılcımdan hemen sonra bir patlamanın enkazını görmemizden mütevellit, patlamayı görsek her şeyi daha iyi anlardık. Daha açık konuşursam, oyunda çatışmanın doruk noktası atlanmıştı, ve ben kesim sahnesini doruk olarak algıladım ilk etapta. Oysa John sadece bir eksen karakter, çatışanlar Paul ve Stephen, eski ve yeni, kurban ise sadece bu çatışmayı kuruyor. Ama bu noktada şu önemli, Paul, Johnu keyif ile kesmiyor, Johnun ısrarı ile oluyor kesim, demek ki sistem ve kurban bir besin zincirinin parçaları, izlediğimiz bir kedinin bir kertenkeleyle oynayıp onu öldürmesi ve sonra cesedi bırakıp gitmesi değil. Zincir bozulursa av da avcı da acı çeker. Burada şu soruyu soracağım, kurban olduğu için mi sistem var yoksa sistem olduğu için mi kurban var, ya da kurban mı sistem istiyor, sistem mi kurban, ve cevaplamayacağım, zira böyle bir soruyu cevaplamak bir tiyatro oyunu analizinin dışına çıkar. Lakin daha sonra, bu sorunun üzerine yorum yapar, cevap ararız.
Bu yazı ile Kesim oyununun toplumların ızdırabına nasıl ışık tuttuğuna, Oedipus rexin öyküsüne nasıl benzediğine, devrimlerin ve yeni sistemlerin yarattığı kısır döngüye işaret ettiğine, her düzenin son tahlilde bir düzen olduğunu ve özü gereği hatalar yapmak, kurbanlar almak, kurbanlar vermek ve çürüyüp yeniye yol açmak kaderine mahkum olduğuna dair fikirlerimi açıkladım. Bunlar benim fikirlerim olmakla beraber, öznel olmamalarına dikkat edilmiş fikirlerdirler. Sadece aydınlıkta olanı görürüz, karanlıkta olanı ise mantık ve akıl ile bulabiliriz, inançlar ve idealler ise bizi görmek istediğimizi görmeye yöneltir, oysa gerçek ekseriyetle bundan farklıdır.