Aydın Teker ve Gizem Aksu ile HALLO! Üzerine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mimesis Söyleşi / 30 Mayıs 2015, Çıplak Ayaklar Stüdyosu’nda ‘Hallo!’yu seyrediyoruz. “Bizleri duyulmamanın ve duymamanın derinliklerine açılan bir deneyime davet eden” bu iki bölümlük gösterinin konsept ve yönetiminde Aydın Teker’in, performansında da Gizem Aksu’nun imzası var. Gösteri bitiyor. Stüdyonun mutfağına yerleşiyor, çaylarımızı koyuyoruz ve yaklaşık 45 dakikalık bir sohbet başlıyor

Söyleşi: Berna Kurt

BEN BU GÖSTERİYLE İNSANLIKTAN ÖZÜR DİLİYORUM ASLINDA

Untitled1

“…Bizi Dinleyen Kimse Yok, Biz Duyulmuyoruz…”

Aydın Teker: Bana göre bir solo eseri, ancak dansçı ile koreograf arasında yaşanan yoğun süreç sonucunda ortaya çıkar. Dansçının varlığı ve esere katkısı aşikârdır. Bu nedenle Gizem’siz bir “Hallo!” yu düşünemiyorum.

 Berna Kurt: Süreci soracaktım ben de ama gösterinin ikinci bölümündeki soru-cevap kısmında siz çıkış noktasını söyler gibi oldunuz sanırım?

Aydın Teker: Tam da söyleyemedim aslında. Yarın Gezi’nin…

Gizem Aksu: Evet, siz orayı söylemediniz.

Aydın Teker: Heyecanlanmışımdır. Aslında bu süreç Gezi’de başladı. Bir anda kendimi Gezi’de bağırırken buldum. Kimse bana Gezi’ye git demedi ama oradaydım ve tek başıma avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Birden üzerimize biber gazı sıkılmaya başladı! Sesimiz duyulmadı ve bir sinek gibi püskürtüldük. Yaşadığım duygu çok ağırdı. Bizi dinleyen kimse yok, biz duyulmuyoruz duygusunu ilk o günlerde yaşadım.

Ben 1980 yılından beri hiç durmadan üreten bir koreografım. Gezi’den sonra, benim bir parçam olduğunu düşündüğüm üretme ihtiyacı yok oldu. Gördüğüm hiç bir şeyi beğenmedim. Herşey anlamsız gelmeye başladı. Sanırım farkına varmadan bunalıma girdim. Sonra birgün kalp atışlarım yükselmeye başladı. Ve heyecanla “Bir şey yapmam gerekiyor, bir şey yapmam gerekiyor” diye Gizem’e gittim. Gizem geçen yıl ikinci üniversitesi olan MSGSÜ, Çağdaş Dans Anasanat Dalı’nı bitirmiş, bu yıl yine aynı bölümde yüksek lisans yapmaya başlamıştı. Gizem’le daha önce de çalışmak isterdim. Ancak prensip olarak lisans öğrencileriyle okulu bitirmeden (repertuar parçaları hariç) profesyonel bir boyutta çalışmamayı tercih ediyordum. Niye Gizem ve koşma? Parka gidiyorum, bakıyorum Gizem koşuyor. Okula geliyorum, arkasında birileri okulda koşuyor. Durmadan koşuyor, ben de izliyorum. Yaşantımın o dönemindeki herşey bir anda puzzle gibi birbiri içine girdi. Ben hiçbir işe sonuç odaklı yaklaşmam. Ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bilmem. Bir problemi veya bir konsepti alır, bana göre bir laboratuvar ortamında birkaç sene çözmek için uğraşırım. Birgün işin kendisi beni idare etmeye başlar ve o an benim için çok büyülü bir andır. Hatta bazen, bağımlılık halinde iş üretmemde, eserin beni ve dansçılarımı yönlendiriyor olmasının önemli rol oynadığını düşünürüm. “Hallo!”da farklı bir şey oldu. Süreç elimde olmadan çok hızlı gelişti. Hızlı ve can acıtan bir süreçti. Her prova derinlerde bir yerlerime dokunuyor, canımı acıtıyordu! O sırada Gizem de ayrıca, kendi içinde yoğun bir süreç yaşıyordu. Sonuçta ikimizin kendi içinde yaşadığı süreçler ortak bir noktada buluşup, “Hallo!”nun ilk bölümünün temelini attı. Duyulmamanın verdiği çaresizlik ve sıkıntı bir gün içimde büyük bir değişime neden oldu. Buna bir çeşit aydınlanma, farkındalık diyebilirim. Evet duyulmamak benim canımı yakıyordu. Peki ben duyuyor muydum? Ya da ben ne kadar duyuyordum? Aslında eğer biz insanlar kendimizi sorgulamaya başlasak, insanları duymak için birazcık daha çaba göstersek… Belki dünya bu bakış açısından doğru değişerek pozitif bir yere gidebilir hissi güzel bir duyguydu. İçimdeki heyecan ve birilerine ulaşma, paylaşma isteği büyüdü.

Untitled2

Berna Kurt: Peki, “Gizem koşuyordu” dediniz ya, çıkış noktasını hissetmeniz nasıl oldu tam olarak? Yani Gizem yok ilk aşamada sanırım, öyle değil mi?

Aydın Teker: Şöyle bir şey. Koşu bandı aslında hayatımızın içinde çok fazla var. Galiba ilk İngiltere’de görmüştüm. Metrodan çıkıyoruz ve insanlar bir camın arkasında bize bakarak koşuyorlar. Çok yadırgadığımı ve üzerinde düşündüğümü hatırlıyorum böyle bir şeyi.  Koşu bandı ilgimi çekiyordu ve Gizem koşuyordu. Sonuçlarını çok hesaplayarak yaptığımı düşünmüyorum. Sonradan fark ettim bantın bir yaşam gibi akıp gittiğini ve hiç durmadan devam ettiğini. Kim bilir bu işin altında kaç katman var?

Gizem Aksu: Siz koşu bandıyla ilgili bir şey yapmak istiyordunuz, bana dediniz ki: “Ben koşu bandıyla ilgili bir şey yapma istiyorum, bakalım mı beraber?” Sonra beraber bakmaya başladık. Bir doğaçlamada, çok koşmuştum ve sanırım, artık yüzüm başkalaşmıştı. Bittiğinde o doğaçlama, Aydın Hoca bayağı etkilenmişti: “Yüzün öyle bir değişti ki, seni tanıyamadım ve bu beni çok etkiledi, bunu kesin bir şey yapmalıyız” dedi. Olabilir diye konuşuyorduk, ama başka şeyler de denemeye devam ettik. O, o günden çok etkilenmişti ve sonra bu çalışmaya dönmek istedi.

Aydın Teker: Bazen bazı şeyler orada kendiliğinden oluveriyor. Ben o provada Gizem’in yüzünün, yani o coşku dolu, genç ve harika yüzün yaşlandığını yaşadım. Bu durum beni çok etkiledi. İçimde bir şeylere dokundu.

Berna Kurt: Peki duyulmamak, duymamak üzerine bir şey yapacağınız fikri de oluşmuş muydu o dönemde?

Aydın Teker: Hayır. Onlar sonra oluştu. Belki de Gizem’in yüzü iç dünyamı, dolayısıyla Gezi’de yaşadığım duyulmama duygusunu harekete geçirdi! Yani plan ötesi.

Untitled3

Gizem Aksu: Aydın Hoca bir anlam ya da anlamdırma çerçevesinde bir konsept kurmuyor. Bir şey yapıyor, sonra süreç işin kendisini şekillendiriyor. Son bir ay hep seyircili prova aldık. Ve yapıp, insanlarla konuştukça, birçok katman ortaya çıkmaya başladı. Onun bir hayat akışı olabileceği, hislerin dönüşümü, enerjinin dramaturjisi, yüzün dramaturjisi… Biz hislerin dönüşümü üzerine konuşuyorken çalıştıkça ve denedikçe çok koymadığımız birşeydi. Böyle birçok katman açılmaya başladı.

Berna Kurt: Ama başlangıçta bir koşu bandıyla çalışılacağı fikri vardı herhalde?

Aydın Teker ve Gizem Aksu: Evet.

Berna Kurt: Gizem peki sen niye koşuyordun?  (gülüşmeler) Ben face’ten hatırlıyorum, senin böyle bir şeyler paylaştığını. Bir de nasıl koşuyordun? Çünkü dediniz ya, arkasında birileri oluyor, parkta koşuyor…

Gizem Aksu: Neden koştuğumu bilmiyorum. Ya yürürken ya da koşarken, çok yaratıyorum. Kendi yaratıcılık sürecimde, kendi kompozisyonlarımda… İkinci sınıfta, üçüncü sınıfta kompozisyon ve doğaçlama derslerimiz vardı. Oralara dönük yaratırken bir şekilde koşuyordum. Sonra da şehir koşusuna dönmeye başladı ve benim için çok eğlenceli hal almaya başladı.

Berna Kurt: Sen blog’unda paylaşıyordun, şimdi hatırladım.

Gizem Aksu: Evet, evet, aynen. Ritüel haline getirmiştim. Okuldakiler de öyle. Bir iş çalışmaya başlamıştık, onun öncesinde koşuyorduk. Bir şekilde benim hayatımın bir parçası oldu ama nereden çıktı bilmiyorum. Çocukluğumdan beri yürürdüm. Dansa başladıktan sonra o bir şekilde Maçka’da koşmaya, Şişli’de koşmaya, Beşiktaş’ta, Bebek’te… Bilmiyorum, daha içgüdüsel bir şey herhalde…

Denemeler…

Berna Kurt: Bir de yakın zamanda, birkaç ay arayla, iki işini üst üste izledim: Şimdi Düşünüyordum da, Senin İçin Yok Olmak Ne Kadar Zor Olurdu ve Hallo!. İkisinde de seyirciyle birebir ilişki kurma, dördüncü duvarı yıkma halleri var, bu çok da zor bir şey. Ama onun bir şekilde üstesinden geliyorsun, o benim için ciddi bir soru işareti. Bir tür deneme ama iki gösteride de farklı. Sen ne yaşıyorsun o süreçte? Ne yapmaya çalışıyorsun, kendini nasıl zorluyorsun? Seni zorlayan ne oluyor mesela seyirci karşısında? Çalışırken, tepkiler aldık ve değiştirdik, dediniz. Muhtemelen o seyirci tepkileri de bir yandan sürece dahil oldu, açık provalarda vs.

Aydın Teker: Aslında ben şöyle düşünüyorum: Çok zor bir şey, seyirci olmadan böyle bir işin provasını yapmak. Ve Gizem’ in çok zoru başardığını düşünüyorum. Yani ilk seyircisiz provalar sırasında, biz çok yol kat ettik. Ama sonra farkettik ki, seyircinin olduğu zamanlar başka bir şey oluyor. İlk birilerine gösterdiğimizde ilginç bir şey oldu. İşi izlemediler çünkü dansçılardı. Daha çok teknik şeylerle ilgilendiler.

Gizem Aksu: Ayağını nasıl basıyor vs.

Aydın Teker: Bu çok ilginçti benim için. Önce ne tür izleyici sorusu gündeme geldi. Sonra değişik izleyicilere ulaşma fikrimiz oluşmaya başladı. İzleyicili provalardan birine okulun güvenlikçilerinden ikisi geldi. İlk başlangıçta bir tanesi, hiç Gizem’e bakamıyordu. Ondan sonra yavaş yavaş ilgisi değişti ve Gizem artık genç bir kadın olmanın ötesine geçti; başka bir şey izlemeye başladı. Sonraki günlerde okulun diğer güvenlikçileri gelip bana sormaya başladılar: “Biz ne zaman izleyeceğiz bu oyunu?” Demek ki izleyiciden izleyiciye farklılık gösterecekti.  Çok iş görmüş ve artık işin içeriği yerine tekniğine bakan izleyici kitlesi dışına çıkabilirsek, bunun hem Gizem’i hem de izleyicileri farklı şekilde etkileyebileceğini fark ettik. Ve öyle bir şansımız da oluyor. Ayın 9’unda, öyle bir yere, biz gidiyoruz.

Gizem Aksu: Fabrikada olacak.

Aydın Teker: Bir fabrikada oynayacağız.

Gizem Aksu: Beyaz yakalı insanlara gideceğiz.

Aydın Teker: Beyaz yakalılar mı gerçekten?

Gizem Aksu: Bence öyle.

Aydın Teker: Öyle mi diyorsun? Ama 350 kişi olabilir mi beyaz yakalılar?

Berna Kurt: Nerede?

Gizem Aksu: Tuzla’da.

Aydın Teker: 350 kişi olabilir mi beyaz yakalılar?

Gizem Aksu: Bence öyle.

Aydın Teker: Öyle mi? Çok iyi. Ayvalık’a, Kuşadası’na da götürebiliriz diye düşünüyoruz. Orada birkaç yerde oynayabileceğimizi düşünüyor insanlar. Mesela Şeytan’ın Kahvesi; Ayvalıklı da, başka şehirlerden gelip yerleşenler de orada vakit geçiriyor.

Gizem Aksu: Evde yaptık bir de.

Aydın Teker: Evet, doğru.

Gizem Aksu: Farklı mekânlarda yapmayı önemsiyoruz. Bir şey demek, duymak ve bir alan açmak istiyorsak, insanların alanına gidelim istiyoruz. Sosyolojik bir açıdan da onların mekânında öyle bir karşılaşma yaşayalım, farklı mekânlarda nasıl olabileceğine bakalım istiyoruz. Bunun gerçekleşmesi için başka bir destek gerekiyor, lojistik ve organizasyon açısından.

Berna Kurt: Bir ya da birkaç kez Moda’da oynadınız, değil mi?

Gizem Aksu: Evet. Köşe’de de oynadık. Hestia’da oynadık, burada (Çıplak Ayaklar Stüdyosu’nda) oynadık.

Berna Kurt: Hestia evde olan mıydı?

Gizem Aksu: Evet.

Aydın Teker: Kaç gösteri yaptık? Moda’da üç mü yaptık?

Gizem Aksu: Herhalde Moda Sahnesi ve Köşe’de üç, üç yaptık. Hestia’da yaptık, burada bir yaptık. Toplamda sekiz oldu.

Berna Kurt: Seyirciler de genelde sahne sanatları meraklıları mı?

Gizem Aksu: Evet.

Aydın Teker: Belli bir izleyici kitlesi.

Berna Kurt: Çok değişik tepkiler oldu mu? Bugünkünden farklı?

Gizem Aksu: Çok. Her seferinde çok farklı oluyor. Mesela prömiyerde ilk andan itibaren koral halde “Hallo”lar geldi. Üçlü, beşli ve durmadan. Buradaki gibi çok tepkisiz bir kere daha olmuştu, hiç tepkinin olmadığı. Başta tepkisiz olup sonra açılan olabiliyor. Ağlayan çok olabiliyor. Bu süreçte benim katmanlarımın, benim kabuklarımın açılması da var. Eser, hislerin kompozisyonu üzerine olduğu için bazen bazı hislere geçişler daha zor olabiliyor, benim için. Mesela geçen ayki performanslarda çok gergindim; insan olarak çok gergindim. Performansın sonrası çok acı olabiliyor. Bazen bazı duygular çıkamıyor.  Benim de süreçte kabuklarım ve geçtiğim katmanlar oluyor. Her performans benimle, gelen insanların o anki modlarıyla, ne kadar bana cevap oluşturduklarıyla, sessizlikleriyle, birbirimizle o an nasıl ilişkilendiğimizle çok çok alâkalı.

Berna Kurt: Peki sabit bir şey yok, hep değişiyor diyorsunuz ya, yine de netleştirdiğiniz, akış olarak değil ama “şu içinde olsun” dediğiniz birşeyler var mı?

Gizem Aksu: İki yer var: Benim havaya kalktığım ve de durdurduğum yer. Onlar dramaturjik olarak sabit noktalar.

Aydın Teker: Bir de şöyle bir çalışma biçimimiz oldu. Mesela bir gün sadece mutluluğu çalıştık. 32 dakika güldü. Tabii çok yorucuydu, gülüyor ve durmadan koşuyor. Bir gün hep öfkeli oldu, gibi. Biz belli kavramları, duyguları çalıştık ama bunları nasıl kullanacağı konusunda Gizem’in inanılmaz bir özgürlüğü var. Bu benim için çok heyecan verici çünkü gösterilerde izleyicinin ve Gizem’in yaşayacağı süreç bilinmiyor. Bu içimde büyük merak uyandırıyor ve her seferinde çok dokunuyor, çok canımı yakıyor aslında. Ama bir yandan da hatırlıyorum ki, bu işin pozitif yanı var ve o günkü konuşmada insanları pozitif bir yere doğru yönlendirebilirsek; bir kapı, bir ümit kapısı açılabilir. En önemlisi paylaşım için alan açmak. Ve siz ne kadar duyulmamanın verdiği sıkıntıyı, öfkeyi, acıyı yaşarsanız, o kadar daha anlamlı oluyor pozitif bir şeye doğru bakabilmek, diye düşünüyorum aslında.

Gizem Aksu: Bir de mesela, “Şimdi Düşünüyorum da…”da bir kompozisyon önerisi var. Orada, seyirci bana tanık olan/eşlik eden konumunda. Hallo!’da benim karşımdaki insanlar o anları kuran ve o anları birlikte yarattığım insanlar. Dolayısıyla bu performans benim için tamamen bir bilinmez ve her seferinde çok riskli. Mesela bugün hiç tepki alamadım. Böyle olunca gerçekten duyulmamanın ve böyle giderse nereye gidecek bu performans, bunun stresini yaşıyor oluyorum. Her anı, nasıl kurarım çabası ve araştırması…  Gerçekten o anda, yani şimdi ve burada olanı değerlendirmek ve yaratmak. “Şimdi Düşünüyorum da…”da zaten yaratılmış bir şey var. O yaratılmış şeyi o an, o mekânda, o kişilerle yeniden yorumlamak söz konusu. Hallo!’daki o bilinmezlik bir yandan çok riskli ama bir yandan da başka, derinden bir kanal açabilecek, dokunabilecek bir potansiyel barındırıyor. İşlediğinde, yani izleyiciyle kurulan o enerji alanını hissedebildiğimde, geçirebildiğimde, paylaşılabildiğimde, insanlar açık olduğunda, kapalı olduğunda… Hepsinde farklı bir şey yaratıyor.

Berna Kurt: Peki sizin daha önceki işlerinizle kıyasladığınızda, performer’la/icracıyla kurduğunuz ilişkide bir farklılık oldu mu? Bu işin bir şekilde içindesiniz ama bütün işlerin içinde değildiniz herhalde değil mi, yani bizzat sahneye çıkıp performansa dahil olma anlamında söylüyorum?

Aydın Teker: Dahil olduğum durumlar oldu ama ben işin bir parçası olmaktan ziyade dışında olmayı tercih ediyorum. Mesela Yoğunluk‘ta içindeydim. Bir saat boyunca sahnenin kenarında iğneye iplik geçiriyorum. Sadece bir noktada sahnenin ortasına gelip ıslık çalıyorum, sonra da dilimi çıkarıyorum. Yani o kadar yaptığım iş ama bir saat ipliği iğnenin deliğine büyük bir konsantrasyonla geçiriyorum. Bir gün sahnedeyken ekranın çalışmadığını fark ediyorum; görüntü gelmiyor, gelmiyor ve ben hâlâ o iğnenin deliğine ipliği geçirmekteyim, yüzde yüz orada olmak zorundayım. Eğer seyircilerin arasında oturuyor olsam, ben orada kalp krizi geçirebilirim. Bu gibi durumlarda sahnede olduğuma şükrettiğimi hatırlıyorum. “Hallo!”da Gizem’in bütün acısını yaşıyorum. Yani bu daha zor oluyor benim için.

Gizem Aksu: İşin kendisi ve süreci hislerle ilgili. Ve çok tesadüfen benim de kendimi duymaya çalıştığım, duyduğum şeylerle başa çıkamadığım bir döneme denk geldi. Bu yüzden işin fiziksel hazırlığının yanı sıra, bence çok ciddi bir duygusal hazırlık dönemi oldu. Bazı duygusal yoğunluklardan dolayı benim banta çıkıp koşamadığım zamanlar oldu. Ve bir şekilde biz orada o provayı iptal etmek yerine, provanın bağlamını değiştirip, beraber kahve içip, hani orada ne var ve ne açığa çıkıyor, diye o katmana bakmaya çalıştık. Ya da bazen o katmanla koşmaya çalıştım. O gün provanın belki gerektirdiği başka birşeydi ama ben o kadar başka bir şey yaşıyorum ki, onu işin bağlamına da hizmet edecek şekilde nereye çevirebiliriz? Benim yaşadığım psiko-fiziksel süreçle Hallo!’nun, yani Aydın Hoca’nın niyeti bir şekilde çok ortaklaştı. Zorlu zamanlar oldu. O kadar koşmanın inanılmaz bir psiko-fiziksel etkisi olabiliyor. Bir de zaten, içinize baktığınız, hafif kırılgan bir döneminizdeyseniz ve başa çıkmaya gücünüz yoksa, daha da zorlaşabiliyor. Bu konuda, açığa çıkan şeylerle ne yapacağım konusunda Aydın Hoca beni çok destekledi. O yüzden bence o fiziksel hazırlığın yanı sıra duygusal olarak da bir zemin yaratıp, çalıştığımız ve paylaştığımız bir süreç oldu.

Berna Kurt: Peki bu süreç 5 ay mı sürdü demiştiniz?

Gizem Aksu: 4 ay sürdü, Kasım’dan Mart’a. Kasım’ın sonunda başladık. Aralık, Ocak, Şubat, Mart…

Aydın Teker: Başka bir şey de yaşandı arada. Tamam Gizem koşuyor. Ben bedenleri zorlarım ama tabii ki dansçımı riske sokmak istemem. Süreçte Gizem öyle bir koşuyor ki, O’nun sınırını bilemiyorum. Günlerce uyku uyumadığım oldu, Gizem’e yanlış bir şey yapıyor olabilir miyim diye. Çünkü prensip olarak bir projede örneğin yıllar önce, Yerebatan Sarayı’nda suya girilecekse her zaman önce ben girerdim. Darphane’de, buhar kazanına girilecekse -fareler olabilirdi – dansçılardan önce ben girerdim. Yani öyle şeylere dikkat ederdim genellikle. Burada benim koşmam bana Gizem’le ilgil bir şey söylemeyecek. Spor akademisinde ve bizde yüksek lisanslara ders veren Ani Hoca’yı aradım. O ‘polar’ diye bir alet önerdi; yani kalp atışlarını ve belli şeyleri kontrol etmek için. Polar’ı buldum. Sonra onunla denedik. Gizem riskin yakınına bile yaklaşmıyordu, o kadar kondüsyonu iyiydi yani. Sonra içim rahat etti. Çünkü doğal olarak izleyiciden öfke de geliyor: “Sen ne hakla bu kadar zorlayabilirsin Gizem’i?”. Haklılar. Ama tabii aslında o öfke bana mı, yoksa kendileriyle ilgili bir şey mi? Bu sorular önemli oluyor. İzleyicinin sınırları tabii ki zorlanıyor o sırada, ama sınırlar zorlanmadan da bazı hisler kolay kolay açığa çıkmıyor aslında.

“…Karşımda insan olduğu sürece, ben koşabilecek gibi hissediyorum…”

Berna Kurt: O finaldeki karanlıkta kalma anı. Tabii ben klostrofobisi olan insan olarak oldukça zorlandım -varmış yani, kesin emin oldum! (gülüşmeler). Bu an herkesi farklı etkileyebilir, sonrasında da konuştuk, bundan özellikle hoşlananlar da vardı. Ben de etkilendim ama fiziksel olarak da çok zorlandım. Ama bu karanlık anın ciddi anlamda etki yarattığını düşünüyorum. Zaten rahatsız oluyorsunuz, onu çok tanımlamak mümkün de değil, seyirci olarak. Bir kere seyrediyor olma haliyle hesaplaşıyorsunuz. Zaten söyledi de insanlar: Bir şey söylesem mi, söylemesem mi, oralarda bir kararsızlık halleri oluyor. Karşınızda bir insan mahvoluyor, bundan rahatsız oluyorsunuz mesela. Ama finaldeki karanlık bölüm bir çeşit zirve noktası oluyor. O aletin mekanik sesinin devam etmesi, sizin karanlıkta kalmanız… Ama bu kadar kendinizle hesaplaşıp, ne yapsam, ne etsem, sorularından sonra; “pozitif bir şey olsun istiyorum” dediniz ya, ikinci bölümde bunun olabildiğinden pek de emin değilim. Şunu merak ettim açıkçası: daha önceki performanslarda, “kendi içimde şunu yaşadım, biraz daha pozitif sonuçlar çıkardım” vs. diyen birileri oldu mu? Ya da bugünkünden farklı birtakım şeyler paylaşanlar?

Gizem Aksu: Çok farklı şeyler paylaşanlar oldu. Mesela benim ilk aklıma gelenlerden, hem de benim etkilendiğim yorumlardan biri: Bu kadar koşmanın kendisi çok tüketici ve çok yorucu ama bir yandan da umut veriyor çünkü hâlâ bir çaba var. Ve benim de yaparken, en başından beri hissettiğim bu…  Aydın Hoca da böyle benim hakkımda telaşlanınca, hep ona da diyordum:  Karşımda insan olduğu sürece, ben koşabilecek gibi hissediyorum. Yani insanlar gitmezse, ışık kapsanmazsa ya da makine durmazsa… Orada öyle bir enerji var ki sürekli geliyor, gidiyor, pin pon şeklinde…  Altımdan da akan bir şey var, durma şansım yok. Bir akış sonrası bir paylaşım olmuştu, dayanmak üzerine. Orada birileri olduğu sürece ben dayanabilirim, ben olduğum sürece seyirci dayanır, böyle bir şeye girmeye başlıyor. Bu noktada böyle bir paylaşım olduğunda o çabanın kendisi oldukça değerli oluyor. Moda’da yaptığımız en son performansta şöyle paylaşımlar olmuştu: “Hallo!’ya cevap vereyim mi, vermeyim mi?”de beni tutan şeyler ne ise, onlarla yüzleştim, onları duydum ya da onları gördüm. İnsanlar kendi tepki ve tepkisizlikleriyle ilgili kendilerine dönük sorular üretiyor. İnsanların kendilerine dönük tercihlerini sorgulatabilecek bir şey olduğunu söyleyenler oluyor. Tam ağzına gelip de, o sesi içe kaçıran şey ne? Cevap verdirten ne? Mesafe aldığını söyleyenler oldu. İşin içine giremeyip, orada tükenen insana dair hiçbir şey yapamam ve yapmak zorunda da değilim, diye hissedenler. Böyle acıtabilen bir durumda bu tükenişle özdeşleşmeden ya da ona kapılmadan, sakin durmayı ve olanın olmasına izin vermeyi denediklerini paylaşanlar oldu.

Aydın Teker: Tanıdığım insanlardan bazıları üç gün etkisinden kurtulamadıklarını söylediler: o kadar etkilendik ki, üç gün bununla yaşadık dediler.

Gizem Aksu: Evet, bana da yazanlar oluyor, sonrasındaki yankısına dair.

Berna Kurt: Rüyana girebilecek bir şey, akşam rüyamda görebilirim yani. (gülüşmeler)

Gizem Aksu: Geri dönüşler alıyoruz çokça. Mesela çalışan insanlardan… Kapitalist sistemdeki düzen, oradaki hırslar, öfkeler, yarış, sürekli koşturma hali ve o akarken kendimi ne kadar duyuyorum, sorusu. Gündelikte bu durum var ve birçok insan tarafından paylaşılıyor. İnsanlar böyle hissediyorlar mı, ne kadar bunun farkındalar ve ne kadar paylaşacaklar, bunu merak ediyorum.Beni fabrikayla ilgili heyecanlandıran kısım da bu.

Berna Kurt: Şimdi geldi aklıma, bir spor salonunda yapsanız ne olur acaba? (gülüşmeler) Çok değişik bir şey olabilir.

Aydın Teker: Yani tabii ki. Aslında her yerde herkesle paylaşılabilir, mesela genç, yaşlı, dindar, ateist, iş adamı..

Gizem Aksu: Mesela Zilife Abla…Bölümün temizliğine yardım eden abla…

Aydın Teker: Yaptığı işi gönlüyle yapan ve bize çok emeği geçen Zilife Hanım’a gösterdik. Hemen gitmesi gerekiyordu; konuşamadı, izledi ve çıktı. Yani konuşma kısmını da duymadı. İki gün sonra karşılaştım, “Zilife Hanım, seninle konuşamadım ama nasıl hissettin” dedim. “Hocam çalışıyoruz, çalışıyoruz, kim bizi duyuyor? Kimsenin umurunda değil. Kızdım, sinirlendim.” dedi.

Gizem Aksu: Bir de güvenlikçi ağabeylerden birini yorumu şöyleydi: “Kendimi köyümde, ormanlarda, sokaklarda hissettim. Sonra yalnız kaldığını çok hissettim. Korktuğunu hissettim. Ve hep değişti. Sen bir yoldaydın ve o yol köyüm oldu, sokağım oldu…” gibi, değişen mekânlar… Bunu, başka diyenler de oluyor. Benim yüzümdeki ifade ve bedenimdeki hislerin değişimiyle mekânların dönüştüğünü, mekânların aktığını söyleyenler oluyor.

Aydın Teker: Siz ne hissettiniz?

Berna Kurt: Ben daha önce de dediğim gibi, çok gerildim; az, buz değil yani. Başında değil ama, en başında uzunca bir süre içine giremedim. Belli bir aşamada sizin devreye gireceğinizi biliyordum çünkü Gizem’le konuşmuştuk. Söyleşi için, Aydın Hoca orada olacak mı, nasıl yapacağız, diye sormuştum. Bir şekilde olacak dedi. Tamam dedim. Bir yerde çıkacak. Ve bir beklentim vardı. Ha şurada bir şey var, oradan kesin bir şey gelecek. Böyle sürekli bir şey olacak diye bekledim. Sol taraftaki alete ve çekim yapan kişiye odaklandım, bir 10 dakika filan. Bir yerde, sanırım 20. dakikada işin içine tamamen girip, bir şey sorgulamamaya başlayıp, “ne olacak”ı bırakıp, gerilmeye başladım –zamanlama tuttum başlangıçta, kritik aşamalarda baktım. Çok seyreden ve yazan bir insan olduğum için, bu bir tür alışkanlık. Bu arada tabii düşünüyorum: bakıyor bana, görüyor mu, Berna diye mi bakıyor, ne yapıyor şu an? Kendimi Gizem’ın yerine koyup, “Sahnede ben olsaydım ne olurdum acaba? İnsanlar nasıl bakıyor acaba?” vs. diye sordum. Bir noktadan sonra da seyircilere bakmaya başladım. Ama o benim mesafeli halim. Dediğim gibi, seyredip not alan, yazan biri olarak, çoğu zaman tam da içine giremiyorum. Arada seyirci tepkilerine, genel atmosfere de bakıyorum. Ama sonuna doğru gerginlik dozum çok arttı. Bir noktadan sonra bıraktım, özellikle karanlıkta kaldığımız son 2-3 dakikada, dışarı kaçmak üzereydim artık!

Aydın Teker: Böyle şeyler oluyor. Birkaç kişi mesela çok öfke duyduklarını söylediler.

Gizem Aksu: Bunu yapmaya hakkınız yok, diyenler oldu.

Aydın Teker: Evet ama bazıları da, sonradan o öfkenin kendilerine duydukları, kendi içlerinde, kendileriyle ilgili bir öfke olduğunu fark ettiklerini söyledi.

Berna Kurt: Yok benimki, dediğim gibi, öfke filan değil. Yaşadığım gerginlik başarılı bir sonuç da olabilir; yani hissettiğim şey zaten biraz da, olması gereken ya da beklenen bir şey sanırım. Performans olarak da çok zor bir şey. Ne yapıyor bu kızcağız, diye seyrettim yani. Çünkü Gizem benim arkadaşım, kaç senedir tanıdığım insan…

Aydın Teker: Yaaa, değil mi?

Berna Kurt: Kızcağız mahvoluyor şu anda, diye bakıyorum!

Gizem Aksu: Ben dansa başladığım da, bize dans öğreten çalıştırıcılardandı Berna.

Aydın Teker: Öyle mi?

Gizem Aksu: O yüzden çok özel. Evet halk danslarından.

Aydın Teker: Siz de Boğaziçi’nden misiniz?

Berna Kurt: Evet. Gizem’in bir önceki işini de seyrettim. Seyirciyle birebir temas ederek ama farklı bir şey de kurarak, zor bir işi becermiş diye düşündüm. Şu anda da onun üzerine bir şey geliştiriyor. Yani sadece fiziksel değil, başka bir zorluk da var bu denemesinde, bir aşama daha sanki. Öyle bakıyorum birazcık da.

Aydın Teker: Tabii, Tabii.

Berna Kurt: Eskiden sahneye birlikte çıktığımız için de. Bir de biliyorum huyunu, suyunu (gülüşmeler). O yüzden, böyle, tam bir seyirci gibi seyredemedim her anda. Ama ona rağmen, son derece ciddi bir gerginlik hissiyatı oldu. Tabii orada aletin oluşturduğu sabit bir ritmik akışın devam etmesinin de çok etkisi var. Seyircilerden biri de dedi ya, hipnotik bir şey yaratıyor bir noktadan sonra.

Gizem Aksu: Moda’daki performaslarda, -orası tamamen blackbox, bu yüzden mi bilmiyorum ama- her üç gösteride de, gözlerini kapatıp meditatif bir yere giden insanlar vardı. İki, üç tane. Genelde arkada oturan insanlar. Neden öyle denk geldiğini bilmiyorum. Bayağı gözlerini kapatıyorlar. Onlara da mesela ben “Hallo! Hallo!” diyorum ve açmıyorlar gözlerini, açmamayı tercih ediyorlar. Genelde koşmaya başlayınca oluyor. Yani yürüyüşten hızlı ritme geçtiğimde bir ritim inşa olmaya başlıyor bir şekilde. Böyle bir duruma geçen ve bunu bayağı gözlerini kapatıp yaşayan insanlar oluyor.

Bundan Sonra…

Berna Kurt: Sizin bundan sonra farklı yerlerde birtakım denemeleriniz olacak. Peki yeni sezonda da devam edecek misiniz?

Aydın Teker: Ederiz diye ümit ediyoruz. Farklı kesimlere ulaşmayı çok istiyoruz. Aslında iş kendi ihtiyacı olanı o zaman gerçekten karşılamaya başlayacak. İstanbul dışında da… Burada doygun bir seyirci var, merak etmiyor, zaten yeterince görüyor.

Berna Kurt: Bir de her performans sizin açınızdan da bir çeşit –seyirciyle- deneyim. Aslında her performansın verileri bir araya toplansa -şimdi bilimsel tarafından bakıyorum- sizin açınızdan bariz bir sonuç çıkar.

Aydın Teker: Evet.

Berna Kurt: Aslında onun sonuçlarını bir şekilde paylaşsanız… Çünkü düşündüm de şimdi, burada bir tartışma zemini yaratılıyor, açık bir alan yaratılıyor. Tiyatro kuramında, seyirci dramaturjisi, dördüncü duvar vs. üzerine yazılmış bir sürü şey var, bunları okuyan insanlar da var. Bu alandan da veriler ortaya çıkabilir yani. Aslında tartışılan, denenen de bir şey ama dans/performans alanındaki denenmişliği biraz daha sınırlı gibi? Bu da bir çeşit deney, farklı bir deneyim. Çok farklı yerlerde tekrarlamayı planlıyorsunuz vs.

Gizem Aksu: Evet ben de öyle düşünüyorum. Fırsat buldukça not almaya çalışıyorum. Özellikle prova döneminde çok ciddi yazıyordum, prova notlarını. Süreçte, seyirciyle konuştuğumuz kısımları ses kayıt cihazı ile kaydedelim mi diye konuşmuştuk, ama ben sıcak bakmıyorum bu fikre. O an, çok yoğun bir şeyden çıkılıyor, bir alet koyma, öyle bir kontekst açma fikri beni bir şekilde çekindirtiyor. Keşke bunlar olurken not alabilen bir ekibimiz olsa. Ekipman değil de, insan öğesi olsa, bunları yapabilse. İki-üç performanstır çeken, dokümante eden bir ekip var. Bu konuda derinlikli bir çalışma yapılması çok güzel olur ama galiba biz onu yapabilecek durumda değiliz.

Aydın Teker: Bilmiyorum, mesela; sosyolojiyle ilgili, psikolojiyle ilgili sempozyumlara katılabilsek? Arpla ilgili bir iş olan harS’ı yaptığımızda arp kongresine davet edilmiştik. Bizim için değişik bir deneyimdi. Acayip tepki de aldık. Öfkelenenler, terk edenler oldu. Hem de kapıları çarparak! Çünkü arp onlar için kutsal bir şey. Bir dansçı arpın içine giriyor, enstrümanı ayaklarıyla çalıyor filan. Tepki aldık ama gösterinin sonunda herkes sahneye çıkıp, arpa dokundular. Merak ettiler bir yandan da. Burada biz doğru insanlara ulaşabilsek; mesela sempozyumlarda gösterebilsek sonrasında iş farklı açılardan irdelenebilir. Bunu çok kuvvetli hissediyorum içimde. Çünkü üzerine tartışılacak ve gündemde olan bir dolu olay var. Başta feci şekilde öldürülen yada acı çeken kadınlar.

Berna Kurt: Tabii canım.

Aydın Teker: O kadar çok şey var ki, yapılabilecek. Ama nasıl? Organizasyon kısmını başaramıyoruz henüz.

Gizem Aksu: Dans sosyologlarının ya da bu alanda ilgili olan insanların yapması da çok kıymetli bence. Sanırım biz ısrarla performe etmeye devam ettikçe olacak. Böyle bir ısrarımız var şu anda.

Aydın Teker: Var.

Gizem Aksu: Kaç kişi geldi, kaç kişi gittiyi hesaplamadan, her alanda, her yere gitmek için niyetimiz ve gönül açıklığımız var. Hiçbir beklenti olmadan… Biraz daha ısrarcı olup duyuldukça, meraklı gözler ve sorgulayan zihinler oldukça çok malzeme çıkabilecek. İş ile ilgili açıklama istendiğinde, “duyulmamak ve duymamak üzerine bir performans” diyoruz. Bu kadar mı diye soruyorlar. Büyük bir iddiamız yok, ama alan açmak istiyoruz.

Aydın Teker: Evet aynı fikirdeyim. Oyun hakkında açıklama yapmak hiç hoşuma gitmiyor. Bir iş yapıyorlar, sayfalarla o işi anlatıyorlar. Bence, her izleyici için o iş neyse odur. Yani onun ne kadar işe ulaştığı ve onunla nasıl bir ilişki kurduğu çok önemli. Biz şimdi hapishanede oynasak, bu başka bir şey olacak; örgütlenmiş kadın gruplarına gitsek başka bir şey olacak; kahvedeki adam seyrederse başka bir şey olacak. Benim için önemli olan, böyle bir noktadan yaklaşabilmek…

……

Sohbet bitiyor, ses kayıt aletini kapatıyorum. Kısa bir süre daha konuşuyoruz. Sonra ben stüdyoda Mihran’la ayaküstü sohbet ederken Aydın Hoca yanıma geliyor ve son bir ekleme daha yapıyor: “Ben bu gösteriyle “insanlıktan özür diliyorum” aslında”…

Paylaş.

Yanıtla