[Istanbul Fen Oyuncularindan Emre Bilgiç ve Eylül Erbil’in Hacettepe Universitesi Tiyatro Topluluğu (HUTI) ile yaptıkları söyleşiyi yayinliyoruz. ]
Merhabalar, HÜTİ’yi biraz tanıtır mısınız?
Bugün geldiğimiz noktada HÜTİ, tiyatroda deneyselliği, düşünselliği seven, (Brecht’i de seven 🙂 ) ihtiyaçlarına ve sorunlarına kendi bünyesinde çözüm üreten, eski hiyerarşik yapısından sıyrılıp giderek daha kolektif bir yapıya bürünen bir üniversite tiyatrosudur.
HÜTİ, vaktiyle (1982’de) konservatuar bünyesinde, yani konservatuar öğrencileri için kurulan bir toplulukmuş. Daha sonra kapsamı seçmeli tiyatro dersi öğrencilerini de içine alacak şekilde genişletilmiş. Tüm öğrencilere açılması 90’lı yılları bulmuş. Bu yıllar boyunca danışman hocaların yazdığı veya yönettiği oyunlar çıkarmış topluluk. Akademik danışmanların etkisinden sıyrılıp tam bir öğrenci topluluğu haline gelmesi ise 2000’lere uzanmış. Şu anki halini alması, yani tüm kararlarını kendisi alan, tiyatro üretimini kendisi yapan bir üniversite tiyatrosu olması da son on yılda oldu. Özellikle son üç yıllık süreçte kendimizi “üniversite tiyatrosu” kavramına daha da yakınlaştırdığımızı düşünüyoruz. Tiyatroyu bir üretim alanı olarak ele aldığımız bir süreç oldu bu. Devlet Tiyatrolarından veya genel anlamda profesyonel/ticari tiyatrolardan farkımızın, tiyatro aracılığıyla düşünce ve pratik üretmek olduğunu anladık. Bunu anlamak bizi hem teknik hem de içerik açısından özgürleştirdi ve yaratıcılığımızı artırdı.
Peki nasıl bir çalışma ve örgütlenme modeli izliyorsunuz?
Çalışmalarımız eğitim dönemi ve oyun dönemi olarak ikiye ayrılıyor. Güz dönemine eğitim dönemi adını veriyoruz ve Ekim ayında yaptığımız tanışma toplantımızla topluluğa dahil olmak isteyen yeni arkadaşları karşılıyoruz. Her sene değişmekle beraber ortalama 100-150 kişi kayıt yaptırıyor. Tanıtımı iyi yapamazsak bu sayının 60-70 kişiye düştüğü de oluyor tabii :). Çalışmalara katılım konusunda işi biraz sıkı tuttuğumuzdan bu sayı ilerleyen günlerde düşüyor. Eğitim döneminde, eski veya yeni üye ayrımı yapmadan tüm topluluk eğitim çalışmalarına katılıyor. Hafta içi iki gün, ikişer saat, hafta sonları da en az dörder saat olarak, toplam haftada dört gün çalışıyoruz. Bu çalışmaları eğitim grubu adını verdiğimiz arkadaşlarımız yönlendiriyor. Tabii ki onlar da topluluğa aktif olarak devam eden öğrencilerden oluşuyor. Teorik ve pratik çalışmalarla sürdürdüğümüz bu süreç akademik dönemin sonu ile birlikte noktalanıyor ve oyun dönemine geçiyoruz. Oyun döneminin başlangıcı genellikle yarıyıl tatilindeki çalışmalarla geçiyor. Bu çalışmaları daha önceden oluşturulan reji grubu yürütüyor genelde. Bu sene dört kişilik bir reji grubumuz vardı. Bu gruplar rejiye, dramaturjiye ilgisi olan arkadaşlar tarafından oluşturuluyor. Rejinin oluşması için herhangi bir kuralımız yok. Sadece gelen oyun projesinin topluluk tarafından benimsenmesi, oylanıp kabul edilmesi gerekiyor. Aslında bu seneye kadar reji konusunda ilgi görece azdı. Böyle gruplar falan oluşamadı ve birkaç yıl üstüste tek kişinin insiyatifiyle oyun dönemine girildi. Ancak bu sene, belki de hem daha kolektif bir hava yakaladığımızdan, hem de son yıllardaki deneysel pratiğimizle dramaturji aktarımını sağladığımızdan dört kişilik bir reji ekibi oluşturabildik. Oyun döneminde hafta içi çalışmalarımızı üç güne çıkarıyoruz ve hafta sonuyla beraber toplam beş gün çalışıyoruz. Tabii oyunun çıkmasına yakın bu daha da artıyor 🙂 Toparlarsak teatral çalışmaların yürütülmesinde inisiyatif eğitim döneminde, eğitim grubunda, oyun dönemindeyse reji grubunda olmakla birlikte, aidat toplama (10 liraydı, parasız kalınca son üç ay 20 lira topladık), stand organizasyonu, bülten, internet-sosyal medya, fotoğraf çekme, topluca oyun izlemeye gitme veya eğlenme gibi işleri örgütleyen ayrı arkadaşlar oluyor.
Topluluğun bir de yönetim kurulu olarak adlandırdığımız bir organı bulunuyor. Ayrıca okulun üst yönetmeliği gerektirdiği için bir de topluluk başkanı bulunmakta. Geçmişte bu organların hiyerarşik bir yapı oluşturduğunu ve adlarının hakkını verdiğini söyleyebiliriz. Ama özellikle bu yıl, bu birimlerin topluluğun okul ile bürokratik yazışmaları yapmasından, bütçe kaydını tutmasından öte, topluluk içinde bir hiyerarşi yaratmamasına özen gösterdik. Arkadaşların çabalarıyla, başarılı da olduk diyebiliriz.
22.İATG’de “Üniversite Tiyatroları Dayanışmaya Çağırıyor” isimli foruma katılmıştınız, bu sayede tanışmış olduk. Üniversite tiyatrolarının problemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üniversite tiyatroları demek aslında tiyatronun düşünsel atölyeleri demek bir anlamda. Ödenekli tiyatroların devletin resmi ideolojisinden, özel tiyatroların ise ekonomik şartlardan gördüğü baskı olmadan, özgürleşmiş olarak tiyatro yapılan yerler üniversite tiyatroları. Para kazanma kaygısı olmadan tiyatro yapıldığı için eleştiriler de, üretimler de profesyonel tiyatro camiasına göre (ironik olarak) daha üst seviyede diyebiliriz. Çünkü tiyatro denince performans gelmemeli bizce akla. Bu yüzden üniversite tiyatrolarının oyunları daha deneysel, düşünsel olarak daha dolu, fuayeler daha verimli. Bu ortamda insanın aklına “Ee, ne de olsa üniversite tiyatrosu” demek geliyor. Gelgelelim ilginçtir ki üniversite tiyatrolarının yaşadığı problemlerin çoğu kendi üniversite yönetimleri tarafından yaratılıyor. Aşağı yukarı her üniversitede bir sahnesizleştirme, yasaklama, olmadı faaliyetleri azaltma, hiç olmadı yokuşa sürme politikası söz konusu. ÖKM Sahnesinin yıkılması, EÜTT’nin faaliyetlerinin kısıtlanması ve festivalinin yasaklanması, verilmeyen ödenekler, otobüsler… Üniversite yönetimlerinin, okulun her salonunu, her imkanını bir rant aracı olarak görmesi bu politikaların ana sebebi. Bizlerin düşünsel üretimine değer vermiyorlar. Okumakta olduğumuz bölümlerin gerektirdikleri dışındaki konularda fikir sahibi olmamız, hele hele ülke gündemine dair sözümüzün olması, bunu tiyatro aracılığıyla veya sanat aracılığıyla söylüyor olmamız üniversite yönetimlerince kabul edilemez şeyler. Çünkü onlara göre üniversite öğrencisi bir an önce mezun olmalı ve ekonomik sistem içerisinde kendine biçilen görevi yerine getirmeli. Bu anlayışa göre ‘tiyatro’nun da bir lisans bölümü var ve oradan mezun olanlar gidip zaten bu “iş”i yapacaklar; bizim var olmamız bile anlamsız! Böyle bir zihniyete sahip oldukları için de üniversite tiyatrolarını gereksiz ve tehlikeli buluyorlar. Çünkü her öğrenci sadece kendi kariyerini düşünmeli, örgütlenmemeli, düşünce üretmemeli. Ekonomik çarkın hangi alanında yer alacaksa o “iş” ile ilgilenmeli, başka şeylerle uğraşmamalı. Bize göre tüm üniversite tiyatrolarının yaşadığı sorunların özünde bu kapitalist anlayış yatıyor.
Hacettepe özelinde ne tarz sorunlar yaşıyorsunuz?
Hacettepe’de yaşadığımız en büyük sorun sahnesizlik. Okulda tiyatro yapmaya uygun sahne zaten yok. Tüm “sahne” diye adlandırabileceğimiz yerler konferans salonu. Sadece Sıhhiye Kampüsü’ndeki bir salonda gerekli ışık ve ses sistemi var. Onu da almak için aylar öncesinden “rezervasyon” yapmak gerekiyor. Ayrıca çalışanların mesai ücretini de ödememiz gerekiyor. Biz bu sene ancak bir gün oynayabildik kendi okulumuzun salonlarında. Geçen sene hiç oynayamamıştık. Kongreler, sempozyumlar vb. İle doluydu. Biz çalışmalarımızı Sıhhiye Kampüsü’ndeki Tıp Fakültesinin koridorlarında yapıyoruz. Provalar sırasında gelip geçen görevlilere veya az ötemizde bizimle aynı sorunları yaşayan halk oyunları veya dans kulübü gibi topluluklarla birbirimizin gürültüsüne alışığız. Başka yer ve imkan verilmediğinden birbirimizi idare ediyoruz. Ancak son iki yıldır bir de üniversitenin tıp fakültesinin bazı amfilerini özel şirketlere kiralaması ve orada sertifika programlarını yürütenlerin bizim çalışmalarımıza engel olmak istemeleri çıktı. Zaten YGS, LYS, Açıköğretim vb. sınav günlerinde çalışma alamıyoruz (çünkü okul ÖSYM’ye kiralıyor binalarını) ve bu bize toplamda 5-6 provaya mal oluyor, bir de şimdi bu diğer kiralamalar çıktı. Bu sene güvenlik görevlileriyle de sık sık sorun yaşadık. Hafızalarımızda en çok yer edeni, hatta oyuna güvenlik görevlisi karakterini ekleme sebebimiz şöyle bir olaydan ötürü oldu: Makyaj yapmak için tuvaleti kulis haline çeviriyoruz. Bizim tuvaletleri bu şekilde kullanamayacağımızı savunan bir görevli, saldırgan bir üslupla ve ısrarla tuvaletleri cinsiyet ayrımımıza uygun kullanmamız gerektiğini, sonuçta içeride ne yaptığımızı bilemediğini söyleyip tüm ekibin moralini bozmuştu. Buna benzer birçok olay yaşadık bu sene. Bunlar koridor ve amfileri kullanmakla ilgili sorunlarımız. Bu sorunlarımızı konuşmak üzere rektörle görüşmeye gittik. Kendisine bize herhangi bir depo, salon vb. bir yer verilse bizim orayı kendi imkanlarımızla çalışılabilecek ve tiyatro yapılabilecek bir yere dönüştüreceğimizi söyledik. Çok çalıştığımız için böyle kendimize ait bir yere ihtiyacımız olduğunu söyledik. Cevap olarak “O kadar çok çalışmayın siz de!” dedi gülerek. Ne Beytepe’de, ne Sıhhiye’de böyle bir depo olmadığını söyledi. Biz koskoca kampüste bir yer bulunamamasını inandırıcı bulmuyoruz.
Ayrıca şu anda topluluk odasının bulunduğu binaların da bu yaz yıkılabileceğini öğrendik. Yeni binalar için projeler çizilmiş, ödenek bekleniyormuş. Yıllardır kullandığımız bu oda aynı zamanda dekorlarımızın bulunduğu yer. Bu yıkım gerçekleşirse yıllardır elimizle yaptığımız onca dekor ve kostüm sokağa atılacak.
Bu sene içinde yaşadığımız en son sorun da otobüs tahsisi konusunda oldu. Katılmayı hevesle beklediğimiz Dicle Üniversitesi Tiyatro Topluluğu’nun festivaline gidemedik. Kimi toplulukların voleybol/basketbol veya Amerikan futbolu oynamak için, kimi topluluklarınsa yalnızca gezi amacıyla defalarca otobüs hizmeti aldığı okulumuz, firmalara borcu olduğu gerekçesiyle yılda iki kez istediğimiz otobüs tahsisinin birini vermedi. Biz de Diyarbakır’a gidemedik. Ödenek konusunda da tutum aynı. Geçtiğimiz yıl vermemişlerdi, bu yıl ise çok zorlayarak da olsa alabildik.
Özetlemek gerekirse şunu söyleyebiliriz. Hacettepe Üniversitesi yönetimi, üniversitenin belki de en yoğun çalışan topluluğu olan Tiyatro Topluluğunu umursamıyor. Ancak bu durum, yukarıda belirttiğimiz sıkıntıları doğurduğu gibi, birtakım özgürlükleri de beraberinde getirmiyor değil. Örneğin hangi oyunu çıkardığımıza, eğitim programımıza, oyunları kaç kere oynayacağımıza da karışmıyorlar. Yasal olarak her etkinliğimizi SKS’ye bildirme zorunluluğu olsa da, biz de bunu yapmıyoruz.
Hatta bu umursamaz tutumu bir avantaja dönüştürmek için bu sene ilk kez deneyeceğimiz bir adım attık. Normalde sadece eğitim döneminde kullandığımız bir amfiyi kendimizce “sahneleştirme” denemesinde bulunduk. Bu amfideki öğretmen masası ve kürsüsünü kenara çekip oyunumuzu bu açılan boşalanda oynadık. Biraz sıkışık da olsa da seyirci-sahne yakınlığı açısından güzel bir ortama sahip olduk. Işık ve ses sistemimiz yettiğince oyunu oynadık ve ardından her şeyi eski haline getirip iz bırakmadan çekildik 🙂 Gayri nizami bu çabamıza da “gerilla sahne” ismini koyduk. Eğer ilerleyen yıllarda elimizden almazlarsa, Ankara’da sahne kiralayıp oynama, dolayısıyla da yüksek fiyatla bilet satma zorunluluğundan kurtulmuş olacağız.
Forumda Ankara’da genel bir örgütlenememe durumundan bahsetmiştiniz, forum sonrasında buna dair herhangi bir gelişme oldu mu?
Ankara’da üniversite tiyatroları arasında oluşturulmuş, işleyen bir platform yok. Geçmişte buna dair girişimler olduysa da hiçbiri hayat bulamadı. Geçen seneki forumda İstanbul’daki örgütlülüğü tanıma fırsatı bulmuştuk. Ankara’ya dönünce ulaşabildiğimiz kadarıyla, ATO’yu, ODTÜ Oyuncularını, ODTÜ Müzikal Topluluğunu, Hacettepe Drama Topluluğunu kalan oyunlarımıza çağırdık. Her oyundan sonra fuaye yaptığımızdan fuayede hem eleştirilerini aldık, hem biraz daha kaynaşmış olduk. Ardından onlar da bizi kendi oyunlarına davet ettiler. Bunu daha sıkı ilişkiler kurmanın ve örgütlenmenin bir adımı olarak düşünmüştük. Ancak aradan geçen bir yıl boyunca Ankara’lı gruplar olarak herhangi başka bir adım atamadık veya atmadık. Bu sene yine karşılıklı oyunlara davet etmeler oldu. Gazi Üniversitesi’nden GÜTİK ile iletişim kurduk. Gazi Akademi’nin festivaline katıldık. Ancak ODTÜ’nün festival programına dahil edilmedik. Karşılıklı olarak ortak atölye çalışmaları fikirleri, iletişim kurma niyetleri bulunsa da yakın vadede Ankara’daki üniversite tiyatroları arasında “misafirlik”ten öte bir örgütlülük oluşması zor gibi görünüyor. Ancak yine de bunun için uğraşmaya, bir araya gelmek için fırsat yaratma çabalarına devam edeceğiz kendi adımıza.
Bu yıl toplumsal cinsiyet bağlamında ataerkillik konusunu işlediniz? Bu tercihinizin sebebi neydi?
Öncelikle, ne söylemek istediğimizi epey tartıştık. Geçen sene, “Kamuoyu” oyunumuz ile Gezi sürecinde yaşananlar üzerinden genel bir medya ve sistem eleştirisi yapmıştık. Bu sene de içinde yer aldığımız düzenin baskıcı tutumunu ele almak istedik ve bu da, kapitalist bir düzen tümden yıkılabilir mi-yıkılamaz mı, umut var mı-yok mu tartışmalarını doğurdu kendi içimizde. Ancak söyleyeceklerimizin geçen senekine çok yakın olmasından çekinerek merceğimizi biraz daralttık. İçinde bulunduğumuz sistem hem ataerkil hem kapitalistti. Bu durumda ekonomik bir çözüm önerisi sunmaktansa kültürel bir öneri sunmak istedik. Bu öneriyi, ataerkil kültüre direnmek ve ondan etkilenme payımızı en aza indirmek bazında yapmaya çalıştık. Zira egemen ideoloji ve onun hegemonyası bir anda yıkılıp gitmese de, kendimize nefes alacak alanlar yaratabiliriz diye düşündük ve bu bile bizim için çok önemliydi.
Sonuçta ataerkiyle mücadele etmeye karar verdik. Beklentimiz, oyunu izledikten sonra insanların toplumsal cinsiyet rollerini sorgulamasıydı. Bununla beraber ebeveynlerin belli bir yaştan sonra kendileri için sorgulamaktan fazlasını yapamayacaklarının, alışkanlıklarının çok temelde yer aldığının da farkındaydık. Bize umut veren ve bu oyunu sahneye koymamıza değer kılan, insanların kendi yaşamlarında toplumsal cinsiyetin etkisini fark edip bundan rahatsız olma ve bunu yeniden üretmeyip gelecek kuşaklara aktarmama ihtimalleri oldu. Yanlış anlaşılmaktan korkup biraz didaktik de olduk ne yalan söyleyelim 🙂
Teknik olarak da kolaj yolunu seçtik ve Çalıkuşu, Alice Harikalar Diyarında gibi bilinen metinler üzerinden bu tartışmaları yürütmek, bu metinleri yapı söküme uğratarak ataerkillik eleştirisi bağlamında yeniden inşa etmek istedik.
Ataerkillik temasının işlenmesi grubu nasıl etkiledi?
Ataerkillikle oyun düzleminde savaşmadan önce kendi yaşamımızda onunla mücadele etmemiz gerekiyordu. Bu yüzden dramaturji çalışmalarının en başında, ataerkinin günlük eylemlerimizin içine ne kadar işlediğini fark ettiren tartışmalar yaptık. Dilimize derinden yerleştiğini, hatta satın aldığımız tişörtlerin üstündeki baskılarda bile olduğunu görmek bayağı şaşırtıcı oldu bizim için. Bu tartışmaları hem kuramsal hem de pratik bir zemin üzerinden yürütmeye çalıştık. Yani örneğin, bize sıradan gelen –hatta cümlelerimizin noktası, ünlemi haline gelmiş olan birçok küfrün aslında erkek cinsel organını ve şiddeti yüceltirken karşısındakini aşağıladığını fark ettik. Ardından bu farkındalığı pratiğe döktük ve cinsiyetçi küfür etmeyi bıraktık. Bırakma sürecinde önce bu cinsiyetçi sözcükler yerine “komodin” ya da “abajur” gibi şeyler demeye başladık. Ama sonradan bunları kullanırken de, aynı problemli kelimelere referans verdiğimizi, hatta kimilerini o kelimelerle ses bakımından benzediği için kullandığımızı fark edip bunları söylemeyi tamamen bıraktık. Ama kimseyi ötekileştirmeyen küfürler hâlâ serbest 🙂
Küfür, ataerkillikle savaşmanın sadece bir yüzü. Artık herhangi bir tiyatro oyunu ya da film izlerken de neyin cinsiyetçi olup neyin olmadığını hemen algıladığımızı ve ataerkiyi şuursuzca yeniden üreten küfürlü komik(!) tepkilere, esprilere veya durumlara gülmediğimizi fark ettik. Bu çok çok sevindirici bizim için.
Bu arada şunun da altını çizmiş olalım, bu farkındalığı ekipte sadece erkeklerin değil kadınların da yaşamaya ihtiyacı vardı. Çünkü ataerkiyi erkekler kadar, ondan mağdur olan kadınlar da yeniden üretiyordu. Bunu anladığımızda, feminizmin “erkek düşmanlığı” olmadığını da anladık. Dolayısıyla feminizmin ne olduğunu tartışırken, feminizme cinsiyetlerden bağımsız olarak, yine tüm ekipçe ihtiyaç duyduğumuzu gördük. Bu süreçte bu kurama dair bütün önyargıları zihnimizden temizledik. Ayrıca feminizmin hemen hemen bütün fraksiyonlarını incelemeye çalıştık. Bazılarına kendimizi daha yakın hissettik elbette. Ama kendimizi feminist olarak tanımlarken hiçbiriyle sınırlamak istemedik. Nihayetinde feminizmi, “cinsiyetler arası eşitlik” olarak ele aldık. İnanıyoruz ki artık hepimiz toplumun bize dayatmaya çalıştığı cinsiyet rollerinin ayırdındayız. Bu bilinç, her yıl yaptığımız halı saha maçına da yansıdı. Bu sene, kadınların tribünde tezahürat ederek pasifize olması yerine, kadın-erkek karışık yaptık maçı. Böylelikle futbolu erkek egemenliğinden bir parça da olsa kurtarabildik sanıyoruz 🙂
Özetle, etrafımızdaki dünyayı bir anda değiştiremesek bile, toplulukça kendi dünyamızı kurtarılmış bölge haline getirdik. Burada nefes alabiliyoruz. Birbirimizi anlıyoruz. Eğer istatistiğe vurursak, bu sene 37 kişi ataerkilliği yeniden üretmeyi bıraktı 🙂 Bu güzel bir şey.
Son olarak festivalimize katılıp sorularımıza içtenlikle cevap verdiğiniz için teşekkür ederiz. Sizin eklemek istediğiniz herhangi bir şey varsa son sözlerinizi alalım
Bize kendimizi tanıtma ve ifade etme fırsatı sunduğunuz için teşekkür ederiz.