Zafer Diper
Yargı’yı 11 yıl sonra bir kez daha Zürich’te oynamakla kalmadım, konukseverliği yanı sıra düzenlemeleri (organizasyonu) başarıyla gerçekleştiren Nursel Ceylan Kartal aracılığıyla kültür gezileri de yaptım, bir uçtan bir uca İsviçre’de. Son geceye damgasını vuran da Opernhaus Zürich’te izlediğimiz La Traviata idi…
Önceki yıllarda Avrupa’da bir sürü yerde oynamış bir insan olarak, o turnelerde edindiğim kimi eski dostları da görebildim bu arada. Basel’de yürürken İsmail anlatıyor: “Tam burada durdun, tramvayın geliş saati 12.33’ü gösteriyordu. Ne yani dedin, 12.30 değil, 12.35 değil, 33? Neyi kanıtlamaya çalışıyor bunlar? Palavra… Gelince saatine baktın tam 12.33. Yok, bu şansa dedin. Tutturduğun için, peki dedik bir başkasını bekledik; atıyorum şimdi, belki 12.46… O da geldi, saniyesinde. Yürü gidelim ya dedin. Tramvaya binerken birisine çarptın. O senden özür diledi, sen ondan değil…” “E sonra?..”
“Sonracıma, sen de dedin ki ‘buralarda yaşanmaz, sinir bozucu’…” “Anımsadım şimdi…” dedim. “Etkilendiğin düzen ha… Oysa bu kapitalist ülke, örneğin biz mültecilere neler çektirdi bir bilsen; senin gibi gelip geçici değil de yerleşiksen anlarsın buradaki yaşamın güçlüklerini. Sevmiştin burayı galiba?..” “Yok yaa, saatlerini sevmiştim…” “Ünlüdür saatleri de…” “Onu demek istemedim, hani ‘işleyişlerini’ dedim… Dinle, Tuzla’da oturduk iki yıl. Yakınımızdaki durağa gittiğimde sanırım ya erkenden gitmiş oluyor ya da gelmiyordu otobüs. Buldum en baş yerini İETT’nin, gittim. Bayım, dedim böyle böyle… Yetkili başını kaldırmadan ‘gelir’, dedi, gelir… Ancak bekliyorum gelmiyor ya da bilmem belki de hiç gelmiyordur dedim; bir de espri yaparcasına ekledim: Kafasına göre takılıyor… ‘Yani sen şimdi bunlar aklına estiği gibi mi gelir gider diyorsun?’ derken öyle kötü kötü baktı ki adam, zor sıvıştım oradan… İsviçre’yi sevmem olanaklı değil ama ulaşım araçlarının zamanında gidip gelmeleri hiç fena değil. Yani tıkır tıkır çalışıyor saatleri…“ ”Kafaları!” diyerek İsmail sıvazlıyor sırtımı….
Bir diğer arkadaşı görüyorum Lozan’da. Ermeni bir devrimci. “Nasılsın ahparig?” diyorum. Kısa süreli, ayaküstü söyleşebiliyoruz. Yaklaşan soykırımın 100. yılından söz ediyor. Ayrılırken “Yazarsın artık!” diyor… “Türkiye’ye gelirsen mutlak ara!” diyorum. “Daha gelemem…” diyor. Ertesi gün dönüyorum İstanbul’a… 24 Nisan; o gün kağıda kaleme sarılacağım da hemen, her günkü alışkanlığımla önce gazeteyi okumalıyım… Elime alınca, inanılmaz! Nasıl bir gazete BirGün böyle?! Nasıl da duruyor us ile duygunun birleştiği yerde… Başlık atmış diyemiyorum; ana sayfa baştanbaşa başlık olmuş Hrant Dink’le; 1 Kasım 2004’te BirGün’e yazdığı yazıyla…
Ahparige ne diyeceğim şimdi? Ama bana yazacak pek bir şey bırakmamış gazete…