Erkal Umut
Destar Tiyatro tarafından Şermola Performans’da sahnelenen Çênadengızî adlı oyun, anadil yasağı üzerinden bir dönemin yıkımlarının izini sürüyor. Hediye ve Ali adlı iki karakteri, bir gece, Karaköy’de, Galata köprüsünü gören bir kuytuda buluşturup “gölgesiz” yaşamanın gerçeği ile yüzleştiriyor izleyiciyi.
Dalga, martı ve şehrin olağan sesleri eşliğinde aydınlatılan sahne ile başlıyor oyun. Genç bir erkek; çöplerden topladığı kağıtları tıkıştırdığı, çuval geçirilmiş çekçek arabasının üzerine oturmuş, elindeki dergiden bir şeyler okuyor. Karaköy’de, Haliç’in kıyısında: “(…) Özellikle Kars gravyeri ve permesanın tabağınızda olması için garsonunuzdan ricada bulunun… Galata köprüsü manzarası izlerken size eşlik edecek bu şarapların şişe fiyatı 575 liradan başlıyor. Yemek menüsü de şarap fiyatları kadar hesaplı. Şimdi bir şarap olsaydı. Kim ne derse desin en güzeli benim manzaram”
Işıklar söner. Karanlığın içindeyken, Zazaca bir ağıt, anlamadığınız bir dilde bir ağıt, yüreğinize kurulup elinizden tutuyor ve Türkçe fısıldıyor: “Yok sayılanların, yoksun bırakılanların, acılara alışanların ama umutlarını da bir türlü bırakmayan iki insanın öyküsünü izleyelim mi beraber?”
Lüks lokantalarda Şişesi 575 TL ödeyerek şarap yudumlayanlarla çöplerden kağıt toplayanların aynı havayı soluduğu bir şehirde yoksulluk ve yoksunluk ile kıstırılmış bir erkek ve bir kadının; konuşturulmadıkları, belki de nerdeyse unutacakları, doğduklarından beri yok sayılan, duyduklarında ise onlara bayramı yaşatan “dil”leri ortak. İkisi de Dersim’li.
Yüreğinizin burgularını daha ilk elden ele alıyor oyun. Usulca çeviriyor burgularını dakikalar geçtikçe. Hayır, yüreğinizin tellerini koparmak için değil. Yüreklerimizin tellerini, “cümlelerini kaybedenleri” anlamamız için, unuttuysak hatırlamaya akort etmek için. Yo hayır, sizi katran gibi duygusallığın içine de banmıyor oyun. Çok zor, kıldan ince bir dramatik çizgi üzerinde ilerliyor. Süresi kısa oyunun ama sizi çıkardığı yolculuk oldukça uzun.
Kayıp Cümle
“Cümlesini kaybeden” ıslak kadın, “keşke bir şarap olsaydı” diyen “defter arayan” çocuğa şarap şişesini uzatıyor; kendi deyişi ile “bok” gibi suya -Haliç’e- “düşmüş” biraz önce. Kadın ne iş yaptığını söylemiyor ama belli ki yaptığı iş yoksulluk ve yoksunlukla kuşatılan bir kadının yapabileceği en “pis” iş. Belki de bu yüzden Haliç’in “bok” gibi suyuna girip çıkmış olmak iğrendirmiyor onu.
“Defter arayan” erkek bir defter aradığını söyleyiveriyor Kadın’a. Kendi topraklarında, kendi dili ile yazılmış ve birinin mutlaka çöpe attığı bir defteri arıyor. Ne mi yapacak?.. Hiç… Sadece memleketine (Dersim’e) götürecek ve bir meydanda bağıra çağıra okuyacak. Kendi dilinde.
Erkek, kadına ne iş yaptığını sorar; kadın yanıtlar: “Beni yaralama işi yapıyorum.” “Kendini yaralama işi” yapan kadın, defter arayan erkeğe gizini açıyor: “Benim cümlem yok, cümlem kaybolmuş. Bu yüzden kimse beni anlamıyor. Bir cümle bulabilir misin?”
Hediye ve Ali düşsel karakterler değiller. Aksine şehirde her an karşılaşabileceğiniz, görebileceğiniz insanlar. Ölümün, yok sayılmanın, dillerini konuşamamanın, kan ve barutun olağan sayıldığı karanlık bir dönemin içinde doğan Hediye ve Ali gölgelerini arıyorlar karanlıklarda. Bu yüzden söyledikleri hiç bir cümlenin “dramatik“ kalıplar içinde karşılığı yok. Hatta “saçma” sayılabilir diyalogları . Bu “saçmalık”, doğdukları coğrafyada yaşanan “saçmalıkların” bir yansıması sadece. Yazarın başarısı da bu metaforik cümlelerin, yaşanılmışların “saçmalığı” ile masalsı bir şekilde kesiştirmesinde yatıyor.
Hediye ayrılırken, Ali’ye çocuğunu (oyuncak bir bebeği) bırakıyor: “Al bu benim oğlum. Zazaca konuşan ilk bebek. Öğrendiğim her şeyi öğrettim ona. Duyduğum ilk sözleri söyledim. Al, canın sıkıldıkça konuş.” Hediye’nin bir oğlu mu var?
Kayıp mı etmiş acaba? Haliç’in sularına düşen Hediye’yi denizkızına benzetiyor Ali. Hiç denizin olmadığı bir yerde doğan Hediye, bok dolu suya “düşüp” çıktığında, ona Zazaca, Çênadengızî (Denizkızı) diyor, Zazaca şiirler dolu defteri arayan kağıt toplayan genç erkek.
Anlam, anlamsızlık, şiirsellik, küfür, varsılın beş yüz liralık şarabı ve Hediye’nin genç erkeğe uzattığı ucuz şarap. Hepsi birleşip, tuz buz oluyor yüreğimizin içinde; kanatarak. Sahi, bu denli acıları nasıl taşıdı bu yürekler. Ana dilini konuşamayan bir çocuk, İstanbul’da midyecilik, tuvalet temizleyiciliği, kağıt toplama gibi “ ‘beyaz’ şehrin pis işlerini” yaparken, onca yükü nasıl taşır minik yüreğinde ve bedeninde. Daha şaşırtıcı olan, “onca” yükün altında hâlâ nasıl “o defteri” bulacağına dair inancını bu kirli şehirde tertemiz tutarak nasıl korur?..
Gölgesiz Yaşamak
Hediye içini döker usulca: “Siz bir yerde gölgesiz yaşamayı bilir misiniz? Gölgenizin olmadığını fark ederseniz korkar mısınız? Ben böyle yaşıyorum. Aslında bildiğim hiç bir şey yok nerde olduğumu bilmiyorum… Boşlukta gibiyim. Zaman zaman ölmeyi deniyorum ama olmuyor. Ölüm bile yabancı bir dilde bana. Hiç bir cümle beni anlatmıyor. Bu dünya beni anlamıyor.”
Genç kadın ölmeyi istese de diğer yandan notlar bırakıyor şehrin çeşitli yerlerine; kendi dilinde yazıyor, “(.) Bunu okursan benim için bildiğin en saf dilde dua et..” diyor yazdıklarında. O da umut yüklü Ali gibi.
Haliç’in boklu sularına banmış, bedeni hırpalanmış, dili yasaklanmış, oğlunu yitirmiş, toprağından sürgün edilmiş bu kadının nasıl olur da bir yanı umutlu olur? Acılarını, üzüntülerini, yıkımlarını, kayıplarını kendi dillerinde deyiverseler, kendi dillerinde konuşanlarla paylaşıverseler, umutlarının gerçeğe döneceğini biliyorlar.
Haliç’in boklu sularından çıkan “kendini yaralayan kadın” nasıl ki Çênadengızî gibi gözüktüyse Ali’ye ya da Kadın nasıl ki oğlunu (oyuncak bebeğini) kendi dilinde konuşsun diye “Hediye” ettiyse “Eli”ye… Umutlular işte.
Haliç’in kıyısında, Galata köprüsünü gören bir kuytuda, bok gibi suya düşen ıslak bir kadın ve apış arası gibi kokan bir erkek, oyunun finalinde sizi görmeye çalışıyorlar. Ya biz izleyenler görebildik mi Hediye ile Ali’yi ya da doğrusuyla Hadiya ile Eli’yi?..
İşin Mutfağı
Galisyalı yazar Sechu Sende’nin ‘Galisyanca Konuşan İlk Bebek’ öyküsünden yola çıkarak Ahmet S.Özbudak tarafından yazılmış oyun. Kuşkusuz İspanya’nın kimi bölgelerindeki egemen ekonomik / kültürel tarafın diğer alt ekonomik/ kültürel taraflara uyguladığı baskılar bizim coğrafyamıza hiç de yabancı değil. Ana dilin yasaklanması da bu baskı dönemlerinin en öne çıkan uygulaması olarak görüldü hep.
Dilini konuşamayan iki kişi üzerinden büyük bir yıkımın izlerini başarıyla sürüyor metin. Ölümün, kanın, barutun, göçün, yok sayılmanın, yoksul ve yoksun bırakılmanın Hediye ve Ali’de bıraktığı yaraları bırakıveriyor Haliç’in kuytu bir kıyısına.
Dolaylı, metaforik anlamlar yüklü, güçlü ama kısa bir oyun metinin sahnelenmesi tiyatro mutfağının en çok emek isteyen işlerindendir kuşkusuz. Metnin sahip olduğu teatral lezzetin ortaya çıkması için de “zengin mutfak “ bilgisi gerekiyor. Kısa ama katman ve boyut bakımından oldukça pekişik ve zengin metni, yönetmen Aslı Öngören başarılı bir sahneleme ile Şermola’nın küçücük sahnesine bir bilim insanı titizliği ile yerleştiriyor.
Tiyatronun ancak olanaklarla değil, sahip olunan en az olanaklarla da yapılabileceğinin hatta yapılabildiğinin bir kanıtıdır “Çênadengızî”.
Oyunu izlerken, yönetmenin, her dakikayı metnin anlamına hizmet edecek bir “telaş” ile çalıştığı hissedilebiliyor. Sahne tabanındaki fosforlu işaretler olanca emek yüklü sahne trafiği ve yerleşimi çalışmalarından biricik deliller olarak duruyor.
On metrekarelik bir alana, yönetmen tarafından yapılan ışık düzeni metnin anlamını öne çıkartırken sahne düzenindeki perspektif/ yön değişimleri sinematografik öğelerin yine metnin anlamını ortaya çıkartmada yabancılaştırma olarak kullanımı özellikle dikkat çekiyor.
İki genç oyuncu Emre Çağrı Akbaba ve Gözde Demirtaş, insanın yüreğini saran, yapmacıksız ve doğal oyunculuklarıyla Ali ve Hediye’yi emanet ediyorlar bize.
Oyuna girmeden, fuayede Şermola’dan gençler bir kağıt parçası (sigara paketi, fiş vb) uzatıp diyorlar ki: “Dilediğiniz bir cümleyi yazar mısınız? Yazdığınız bu kağıt, Ali’nin şehirden topladığı kağıtlar arasından çıkabilir oyun esnasında… Hayalini kurduğunuz şeyin dili ile karalayıverin o kağıdı.
On Metrekarede Dev Oyunlar
Yürek büyüten, cesaret ve umut veren, sizi kucaklarken sarsan bir oyun Çênadengızî Şermola’da sahneleniyor. Taksim’in göbeğinde. Ancak izleyici sayısı ne yazık ki onların bu mekanda kalabilmelerine olanak vermiyor günden güne. Küçük salonları yarıya kadar dolabiliyor ancak.
Bunu anlamak son derece güç. Şermola’nın gözleri arıyor; tiyatrocuları, tiyatro sevenleri, aydınları, entelektüelleri….
Oyunlarına gidin lütfen. Yo hayır destek için değil. Aslında bizlerin desteğe yani Şermola’daki oyunları izlenmesine bizim ihtiyacımız var. Çünkü on metrekarelik sahnede sergiledikleri devasa oyunları; ortak acılarımızı, unutturulan yakın geçmişi ve her gün önümüze atılan kof gündemleri aydınlatıyor.