Bir süredir Diyarbakır Fidanlık Kampları’nda, Şengal’de süregiden savaş nedeniyle kuzeye göç etmek zorunda kalan insanların katılımcısı olduğu bir tiyatro çalışması yürütülüyor. Urfa Suruç’ta da benzer bir çalışmayı Kobanêlilerle yürüten Baran Demir ile kamplardaki tiyatro çalışmalarını konuştuk.
Mimesis Haber / Özgür Çiçek
Öncelikle çalışmanın nasıl başladığını öğrenebilir miyiz?
Diyarbekir’deki Şengal’i Kürtlerin kaldığı kamptaki çalışmalarım 3 Şubatta başladı ve halen sürdürüyorum.
Tiyatro eğitimine 33 gençle başladım ve bunların 20’si kadındı. Oyuncu adaylarının yarısından fazlası “Bir bakalım, eğer hoşumuza giderse, geliriz” ön şartıyla geldiler. Bende tiyatronun olanaklarından faydalanıp, dersleri eğlenceli kılmaya çalıştım ve bunda başarılı da oldum. Çalışma öncesi beden ısıtma hareketlerinin yanı sıra, diksiyon-ses ve temel oyunculuk eğitimini verdim. Eğitimde komedi oyunculuğuna ağırlık verdim ve bunu doğaçlamalarla sürdürdüm. Yaptırdığım doğaçlamalar üzerinden eksikliklerini belirleyip ve sonrasında bunları gidermeleri, üzerine tekrarlar yapmalarını sağladım. Bir süre de Boal teknikleriyle çalışmaları aldıktan sonra onları serbest bıraktım ve inanılmaz güzel doğaçlamalar yaptılar. 3 Martta doğaçlamalardan iki kısa oyun çıkardık ve bunu 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliği kapsamında, kamptaki kadınlara sergiledik.
Çalışmanın katılımcıları kimlerdi?
Êzîdî’lerde cast sistemi olduğu için, Şeyh ailesinden kimse bu çalışmalara katılmadı. Küçük çocukları bile “sıradan Êzîdî” çocuklarıyla oynayamıyor. Gençlerin yaşları ortalama 14- 20 arasında. Birçoğu İŞİD çetelerini ve vahşetini gören gençler.
Tiyatro çalışması ile neyi hedeflemiştiniz?
Buradaki çalışmalarımdan önce Suruç’taki kamplarda da yaklaşık iki ay gençlerle Tiyatro, çocuklarla Drama ve Oyuncak Yapım Atölyesi çalışmalarını gerçekleştirdim. Bu çalışmaların amacı, Sanatın gücüyle yaşadıkları travmayı hafifletmek ve bu çıkmazda umudu aşılamak. Elbette bu ağır travmaları salt sanat çalışmalarıyla yenemezsiniz. Ama sahipsiz olmadıklarını, yaşama ve yaşatma umudunu verebilirsiniz onlara. Bütün olumsuz koşullara rağmen kısmen bunu başardığımı söyleyebilirim.
Suruç’ta bir öğrencimin babası, iki ablası ve bir abisi Kobanê ve Şengal’de YPG saflarındaydı. Babası Kobanê’de, ablası da Şengal’de yaşamını yitirdi. Kendisi de gitmek istiyordu fakat tiyatro çalışmalarıyla bu kararında vazgeçti ve çalışmaların sonunda çıkardığımız iki oyunda da oynadı. Onun gidişini annesi kaldıramazdı ve kızıyla hayata tutunuyordu. Buradaki kampta Silîva adında bir öğrencim vardı ve 3 gün derslere katıldı. Annesi ve babasının İŞİD’in elinde olduğunu öğrendiğimde onu tekrar çağırdım fakat çalışmalara katılmak istemedi. Bana “Ailem o vahşilerin elindeyken ben buraya gelip gülemem” dedi. Üzerinde çok ağır bir yük vardı ve ben o yükü tiyatroyla kaldırmayı başaramadım.
Tiyatro çalışmalarını yürütürken yaşadığınız güçlükler nelerdi?
Buradaki tiyatro çalışmalarını başlatmak hiçte kolay olmadı. Öncelikle şunu belirtmem gerek; Êzîdî’ler sürekli katliamlarla karşı karşıya kaldıkları için güven sorunu yaşıyorlar. Bizler de “Müslüman”ız, her ne kadar aynı milletten olsak da bu güvensizlik ortadan kalkmıyor. Bu psikolojide tiyatro çalışmalarını başlatmak ve sürdürmek büyük emek gerektirdi.
Êzîdî Kürtler feodal bir toplum. Kürtlerde “Kadın”ın en çok erkek egemenliğine ve hizmetine sunulmuş bir varlıktır Êzîdî kadını. Böyle bir yapıda kadınları tiyatro çalışmalarına dahil etmek başkaca bir sorun oldu. İleri gelenleriyle yaptığımız toplantılar sonucu onları ikna ettik. Bu kampta aylardır çalışma yürüten emekçi arkadaşlar olmasaydı bunu tek başıma başaramayabilirdim.
Buradaki öğrencilerim çok ciddi odaklanma problemi yaşadılar. Onları çalışmalara konsantre etmek için denemedik yol bırakmadım desem yeridir. Katılımda süreklilik olamıyor ve bu da verimliliği azaltıyordu.
Kadın erkek eşitliği üzerine çıkardığımız iki kısa oyun çok sancılı geçti. Erkeğin kadını köle olarak görmesini eleştirdiğimiz oyunlarda, erkek oyuncular sürekli karşı çıkıp provayı sabote ediyorlardı. Kısa bir tartışmamızı örnek verebilirim. Porşe (15) adında kadın bir öğrencim, sahnede eşine; “yeter artık evin bütün işlerini ben yapıyorum, çocuklara ben bakıyorum. Sende hiç olmazsa çocukla ilgilen ve yemeğini ver. Ben her şeye yetişemiyorum” dedi. Erkek oyunculardan biri kalktı ve “Hocam bunu söyleyemez! Erkekleri aşağılıyor. Ne demek erkek çocuğa yemek versin?” dedi. Bunun üzerine Porşe de “Erkeksen git, Şengal’de savaş!” dedi ve tartışma büyüdü. Hal böyle olunca, prova alacağımıza saatlerce bu sorunu konuşup onlara eşitliği ve bunun gerekliliğini anlatmaya çalıştım. Bu tartışmalar gelecekteki hayatlarını etkileyecek değerli tartışmalar fakat bazen ters de tepebiliyor. Mesela şuan kadın öğrencilerim erkek öğrencilerimden daha fazla 🙂
Tiyatro çalışmaları sürekli hale gelebilecek mi?
Sürdürülebilirlik çok önemli bir olgudur. Bu konuda tiyatro eğitmenleri kurumların desteğini de almalılar. Mesela ben Başak Sanat Vakfı’nın desteği olmadan bu çalışmaları uzun vadede sürdüremeyebilirdim. Bireysel çabalarla bir yere kadar yürütebilirsiniz. Kurumsal dernekler, vakıflar ve özel tiyatrolar ortaklaşa belirlenmiş bir program dahilinde çalışmaların sürdürebilirliğini sağlayabilirler. Bunun için iletişim ağı ve bunu tetikleyecek kurumlar olmalı.
Suruç’taki kamplarda sürekliliği sağlayabilmek daha kolay. Oradaki insanlar Kobanê’den gelmişlerdi ve Kobanê’de geçmişten gelen bir tiyatro geleneği mevcut. Orada sahneleri ve oyuncuları da var. Suruç’taki bazı öğrencilerim daha önce tiyatro oyunlarında oynamışlardı. Onlara daha fazla zaman ayırdım ve benden sonraki çalışmaları onlara devrettim. Fakat Diyarbekir’deki Şengallilerde bu gelenek yok ve daha önce oyunculuk yapmış kimseyi göremedim. Şengallilerin kaldığı kampta tiyatro çalışmalarının sürekliliği dışarıdan birinden bağımsız, imkansız gibi birşey. Kendi içlerinden yetişen veya sivrilen birine çalışmaları devredemezsiniz. Aynı çalışma evresinden geçtikleri için onu kabul etmezler. Aslında bu sorun birçok tiyatro grubunda da mevcut ve amatörlerde daha belirgin bir hal alıyor. Buradaki eğitimler 6-7 ay sürekliliğini korursa alanında uzmanlaşanlar kendi çalışmalarını sürdürebilirler. Bunun için tiyatro eğitmenleri nöbetleşe gelip bu kampta tiyatro çalışmalarını sürdürebilirlerse bu alanda bir ışık yakabilirler.
Savaş karşısında sanatçıların tutumunu nasıl değerlendiriyorsun?
Bu soruya nasıl bir cevap verirsem vereyim, zıddı da paradoks olacaktır. Doğrularım yanlışlarınız da olabilir. Kısa kodlarla kendi fikirlerimi kafa bulandırmadan cevaplamaya çalışacağım ve bu düşüncelerim daha çok Ortadoğu’daki sanatçıları ilgilendireceği kanısındayım.
Yaşanan göçlere toplumsal duyarlılığın refleksi gıda, barınma ve giyecekle sınırlı oluyor genelde. Tam bu noktada şu soruyu sormak gerekir: Sanatçı duyarlılığının refleksi nedir ve ne olmalı? Buna cevap olabilmek, sanatçı vicdanının dışavurumu olacaktır.
Savaş ve Sanat birbirine azılı iki düşman gibidir. Bu düşmanlıktan evlilikler de olmuştur. Buna Picasso’nun Guernica’sı en iyi örneklerden biridir. Jose Sanchis Sinistera’nın “Ay Carmela”sı ile Wofgang Borchert’in “Kapıların Dışında” oyunu da bu evliliğin ürünleridir.
Toplumsal hafızanın oluşabilmesi gerekir. 10 sene sonra yaşanan tüm bu acılar unutulmamalı, yazılmalı çizilmelidir. Sanatçı yaşadığı dönemin en önemli ve en etkili tanığıdır. Savaşın kısa vadede tahribatlarını ve gidişatını haberciler seyirciye ve okuyucularına ulaştırırlar. Bu güncel verileri derleyen yazman ve belgeselciler “an”dan beslenirler. Sanatçılar andan beslenmemeli, vahşet anının tahribatlarını hafifletmeye çalışmalılar.
Sanatçılar savaşı konu edinebilir ve ileriki yıllarda düşün dağarcığından bunun enzimini sağladıktan sonra eserlerine dönüştürmelidirler. Eğer bunu yapmazlarsa, yazman ve belgeselcilerden farkları kalmayacaktır.
Sanatçıların var olan savaşı engelleyebilecek güçte olduklarını inanmıyorum. Onlar savaşın insanlardaki tahribatlarını hafifletmeye yönelik çalışmalar yapabilirler. Bunun da salt Sanatçılarla giderilecek bir sorun olmadığını, Suruç ve Fidanlık (Diyarbekir) kamplarında öğrendim.
3 aydır kamplarda “Tiyatro”, “Çocuklarla Drama” ve “Oyuncak Yapım Atölyesi” çalışmalarını sürdürdüm. Kürt Tiyatrolarından “Teatra Seyr-î Mesel” de Suruç’taki kamplarda çalışma yürüttüler. Bu süre zarfında tanıdığım ve tanımadığım birçok Kürt sanatçı kampları gezdi ve bu gezilerine de “Destek ziyareti yapıyoruz” dediler. “Sanatçılar” çadırlarda binbir türlü zorluklarla varolma savaşı veren insanlara “destek ziyareti” olmaya gelmişler! Peki nasıl bir destek? Destek, turist gibi gelip fotoğraf çekmek ve sosyal medyada “kamplardayız” demek mi? Bu mağdur insanlar üzerinden kendi egolarını tatmin etmekten başka ne icraatları var “sanatçı”ların? Branşı ne olursa olsun her sanatçı kamplarda kalıp çalışabilir ve bu insanların yaşadıkları travmayı hafifletmede yardımcı olabilirler. Çok açık ve net olarak bunu belirtmek gerekir: Türkiyeli Sanatçılar bu trajedi karşısında sınıfta kalmışlardır. Sanatın ve sanatçının evrensel olma konusuna gelindiğinde hemen hemen herkes hemfikirdir. Fakat söz konusu savaş ve tahribatları bölgesel olunca, evrensellik algısı karşılığını bulamıyor. Tam bu noktada “sanatçı” susarak, gizlenmiş nasyonalistliğini dışa vuruyor.