Mehmet Bozkır
“Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur.”
Mezarsız Ölüler, varoluşçuluk felsefesinin önemli temsilcilerinden biri olan Jean Paul Sartre’ın işgal altındaki Fransa’da bağımsızlık mücadelesi veren direnişçilerle milisler (orduyu destekleyen silahlı halk gücü) arasında yaşanan olayları konu edindiği oyunu. Sartre’ın bir durumu anlatmanın, göstermenin yanında okuyanı, seyredeni düşünmeye ve sorgulamaya sevk eden oyununda temeldeki meselenin yanında gözden kaçırılmaması gereken pek çok nokta var. 1990’lı yılların başından beri ülkemizde sahnelenmeyen bu oyun halihazırda iki farklı yorumla Tatbikat Sahnesi ve Gri Sahne tarafından seyircinin beğenisine sunuluyor.
Devlet tiyatrosu dışında Ankara’da daha önce de birkaç özel tiyatro tecrübesi bulunan Erdal Beşikçioğlu geçtiğimiz yıl Nadir Koçoğlu ile birlikte kurdukları Tatbikat Sahnesi ile 2014 Mayıs’ından beri seyirciyle buluşuyorlar. Mezarsız Ölüler de ekibin ilk oyunu.
Orijinal metni dört perde olan Mezarsız Ölüler, Tatbikat Sahnesi’nin yorumunda tek perdeye indirilmiş. Bugünün seyircisine dört perdelik bir oyun seyrettirmek pek mümkün değil, klasik oyunların tek perdeye ya da iki perdeye indirildiği yorumlara birçok tiyatroda rastlıyoruz. Bunların kimisi özünden ve asıl derdinden hiçbir şey kaybetmezken kimisi de sadece seyircinin sabrı doğrultusunda kısaltılmış oluyor. Tatbikat Sahnesi’nin Mezarsız Ölüler’i benim için yalnızca “kısaltılmış” diye nitelendirdiğim grupta yer alıyor.
Genel tavrımın aksine bu kez oyunu seyretmeden önce metnini okumadım. Oyunu seyrettikten sonra ise kafamda oluşan soru işaretleriyle metni elime aldım. Mezarsız Ölüler’de birçok sahnenin yanı sıra birçok karakter de oyundan çıkarılmış. Metinde yer alan ama sahnede göremediğimiz karakterlerin niçin oyundan çıkarılmış olduklarını anlayamadım, anlayamadığım gibi bunu hatalı da buldum. Çünkü biz oyunun nerdeyse tamamını işkence gören, tutsak olan direnişçiler açısından görüyoruz. Oysaki bir de direnişçileri elinde tutan, onları sorgulayan, işkence yapan milisler var ki Sartre hem insanın kendi içinde bulunan çelişkileri hem de toplum içindeki ayrılıkları-ortaklıkları metinde bu iki grup üzerinden irdelemiş ve seyirciye sorular sordurmayı hedeflemiş. Sartre’ın varoluşçu felsefesini kabaca “İnsan önceden tanımlanmamış bir varlıktır. İnsanın içinde bulunduğu koşullarda vereceği kararlar, yapacağı tercihler onun kim olacağını belirler.” şeklinde tanımlayabileceğimizi düşündüğümüzde her iki grubun da niçin oyunda yer alması gerektiğini ve bununla ne amaçlandığını görebiliriz. Ancak Tatbikat Sahnesi’nin yorumunda bu kısım es geçilmiş, oyunun ayaklarından biri kırılmış. Direnişçilerin kendi içindeki çekişmelerine, kişisel durumları ile toplumsal amaç edinmiş oldukları ülküleri arasında gidip gelmelerine örnek teşkil etmesi bakımından Jean-Lucie-Henri arasındaki duygusal bağ da oyunda yeterince ele alınmamış, bu üç karakter arasındaki gelgitli durum sahneye yansıtılamamış. Bu da karakterlerin bazı şeyleri neden yaptıkları ya da yapmadıkları noktasında belirsizlik yaratmış. Oyun daha çok işkenceye, işkencenin insan üzerindeki etkilerine odaklanmış. Beşikçioğlu bu oyunu sahneleme nedenlerini “Seyirciyi yaralamak, seyircinin kendine itiraf etme duygusunu ortaya çıkarmak gerekiyor. Biz seyirci bu oyunu izlediğinde yaralansın istedik.” diye açıklıyor. Sanırım bu derdin de etkisiyle işkencenin üzerinde çokça durulmuş ve gerek gözümüzün önünde yapılan işkenceyle gerekse de duyduğumuz işkence sesleriyle oyun sertleştirilmiş(?). Ben şahsen kandan, tırnakları sökülen, acıdan inleyen insanlardan çok insanın belli durumlar karşısında nasıl da aciz olabildiğini, hayatta kalma güdüsünün insana neler yaptırabileceğini görerek yaralanmak isterdim.
Tatbikat Sahnesi’nin yorumu diye bahsetsem de metnin bu hali kolektif bir çalışmanın ürünü değil, oyunun künyesinden de anladığımız gibi bu yorum dramaturg Canan Kırımsoy’a ait. Oyuncuların yönetmen, yönetmenlerin dramaturg oluverdiği ülkemizde pek çok özel tiyatronun aksine Tatbikat Sahnesi profesyonel bir dramaturgla çalışmayı tercih etmiş, ne oranda kendi kararıdır ne oranda yönetmenin talepleri doğrultusunda hareket edilmiştir bilemiyorum ama Canan Kırımsoy’un dramaturji çalışmasını doğru bulmadım.
Metinde bir tavan arasına hapsedilmiş olan direnişçileri sahnede morgda görüyoruz hatta henüz hayatta olmalarına rağmen oyunun başlarında birer birer morgun çekmeceleri açılıyor ve oyuncular bu çekmecelerin içinden çıkıp oyuna dahil oluyorlar. Peki bununla amaçlanan ne? Henüz işkence sahnelerini görmemişken daha oyunun başında morgun soğukluğunun bizi ürkütmesi mi? Eğer öyleyse niçin diye sormak istiyorum. Bu oyunu seyrettiğimizde ölümden ve işkenceden korkmamız, bunların ne kadar korkunç şeyler olduğunu mu düşünmemiz gerekiyor. Yönetmenin, dramaturgun amacı bu olabilir ama metnin de Sartre’ın da derdinin bu olduğunu hiç sanmıyorum, en azından oyunu okuduğumda hiç öyle bir anlam çıkarmadım. Metinde yapılan mekan değişikliği ve dekor tasarımı oyunun amacına hizmet etmemiş, aksine oyunun temel meselesinden uzaklaşılmasına neden olmuş.
Oyunun az sayıdaki keyifli yanlarından birisi François karakterini canlandıran Ayça Eren’i seyretmekti. Oyunun başından sonuna kadar hem sesiyle hem de beden diliyle içinde bulunduğu durumu gerçekçi bir biçimde yansıttı. Ağlaması, titremesi, korkması ve her haliyle son derece ikna ediciydi. Lucie karakterini canlandıran Elvin Beşikçioğlu da bütünlüklü bir oyunculuk sergiledi. Diğer karakterleri canlandıran erkek oyuncular için genel bir değerlendirme yapacak olursam bulundukları koşullar itibariyle fazla soğukkanlı, fazla tekdüze göründüklerini söyleyebilirim. Efsane haline gelen Bir Delinin Hatıra Defteri ve bir ekran fenomeni olan Behzat Ç. nedeniyle birçok seyircinin bu oyuna gelmesindeki etkenin Erdal Beşikçioğlu olduğunu tahmin etmek hiç güç değil. Ancak “amirlerini” görmeye gelen seyircilerin biraz hayal kırıklığına uğradıklarını düşünüyorum çünkü Erdal Beşikçioğlu’ndan canlandırdığı karakter nedeniyle Mezarsız Ölüler’de oynuyor diye değil de sahnede görünüyor diye bahsetmek daha doğru olur.
İyi ya da kötü oyunculukların dışında oyuna dair en ciddi sıkıntı sesle ilgili. Ben oyunu Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’nde seyrettim, bu salon Tatbikat Sahnesi’nin hemen hemen üç katı büyüklüğünde. (Kültür merkezinin internet sitesinde yer alan bilgiye göre E.Ü. AKM Yunus Emre Salonu 617 koltuk sayısına sahip) Salonun orta sıralarındaydım, koltuğum herhalde Tatbikat Sahnesi’ndeki en arka sıralara tekabül ederdi. Oyun başlamadan önce telsiz mikrofon kullanılacağına ilişkin bir duyuru yapıldı. Dikkatimden kaçtığını hiç sanmıyorum ama oyuncuların mikrofon kullandığını göremedim ancak sahnenin önüne yerleştirilmiş ve son derece çirkin bir görüntü yaratan mikrofonları benim gibi tüm seyirciler görmüştür diye tahmin ediyorum. Amatör tiyatroların uygunsuz salonlarda sahneledikleri oyunlarda ya da okul müsamerelerinde tavandan sarkıtılan mikrofonlara, sahnenin belirli yerlerine konulmuş mikrofon ayaklıklarına rastlamak mümkün. Ancak profesyonel bir tiyatronun gerekli donanıma sahip olması gereken bir salonda sahnelediği oyunda bu mikrofonlar kabul edilebilir değil. Oyuncuların bulundukları yerlerden inip sahnenin önüne geldikleri, mizansen gereği yere düştükleri anlarda (yani mikrofonlara yaklaştıkları anlarda) işitilebilir bir ses düzeyi varken tüm çabalarıma ve herhangi bir işitme sorunum olmamasına rağmen diğer kısımlarda söylenen sözlerin birçoğunu anlayamadım. Duyamadığım ama neler olduğunu gördüklerimden çıkarmaya çalıştığım anlarda ister istemez zihnim dağıldı, aklıma Prof. Dr. Sevda Şener’in bir belgeselde (merak edenler için Tiyatronun Narin, Çetin Divası: Işık Yenersu-TRT Arşiv Serisi) Işık Yenersu için sarf ettiği şu sözler aklıma geldi: “Işık çok küçük sesle konuşur ama en arka sıradaki seyirci bile onun ne dediğini anlar. Bu bana çok büyük hüner geliyor.” Mezarsız Ölüler birçok açıdan beklentimi karşılayamasa da en azından bir seyirci olarak seyrettiğim oyunu duyabilmeyi beklemem son derece doğal bir istek diye düşünüyorum.
Sahnelenmeye başladığı günden beri tiyatro eleştirilerinin yanı sıra ulusal basında da pek çok habere konu olan, bol bol övgü alan Mezarsız Ölüler benim için bu sezonun ikinci hayal kırıklığı oldu. Sartre’ın edebiyatta ve felsefede olduğu tiyatroda da güçlü olan kalemine rağmen Tatbikat Sahnesi’nin Mezarsız Ölüler’i sıkıntıyla seyrettiğim, tek perde olmasına rağmen bitsin artık diye içten içe sızlandığım bir oyun oldu.
1 Yorum
olumsuz eleştirmek, kötülemek, kendini beğenmemeye şartlayarak eleştirmiş olmak için ben profösyonel olarak bakarım iyi bilirim havasıyla yapılmış bir yorum o yüzden oyunu izleyen hiç bir tiyatro severin tek kelimesine katılacağını düşünmüyorm.