Üstün Akmen
TÜSAK yasa tasarısıyla ilgili: “Cumimam, kurumlardaki gözbebeğimiz sanatçıları zaten aylardır ateş üzerinde oturtuyor. Sanatçısına yaptığı tarihte eşi menendi görülmemiş işkenceyle (güya) tarihe geçmek istiyor” ve: “Cumimam opera, bale ve tiyatronun kendilerine özgün ve özerk oluşumlarının korunmasını iplemiyor. Siyasi erke bağımlı bir sanat oluşturmak istiyor. Ne operanın, ne balenin, ne de tiyatronun devlet politikasıyla değerlendirilemeyeceğini, bağımsız ve özerk yapılandırılmazlarsa bu sanat dallarının birer ikişer öleceklerini biliyor, ama bilmek işine gelmiyor dedim. “Kültürsüz Kültür Bakanım” ve de benzeri sözlerle taslağın yasalaşması halinde sanatın toplumla buluşmasının göz göre göre engelleneceğini iddia ettim. Bütün bunlar üzerine “Kültürlü Bakanım Ömer Çelik”, hakkımda manevi tazminat davası açtı.
Varsın açsın!
Ben geçen akşam, İstanbul Devlet Opera ve Balesi yapımı “Gökkuşağı”nı izledim.
İçimden: “Keşke yanımda Kültürlü Kültür Bakanım da olsaydı” dedim.
“Gökkuşağı” sezonun ilk bale prömiyeriydi, yanımda olsaydı Başkoreograf “iyi dansçı” Arkın Zirek’i birlikte kutlardık. Zirek, gösteri öncesi repertuarı anlatır, dünya çapında ünlü koreografların, bu en ses getirmiş yapıtlarından yapılan seçmeyi tanıtırdı.
Neyse!
İlk olarak Christopher D’Amboise’ın “Just One of Those Things” adlı eserini izledik. Irving Berlin-Cole Porter ikilisinin müzikleri izleyiciyi sanki bir Broadway müzikaline sürükledi… D’Amboise’ın hiçbir şeye dayanmadan tümüyle özgün koreografisinin ve sahneye koyuşunun kendi açısından taşıdığı bütüncül anlam doğrusu hayli etkileyiciydi. Dansçıların tamamının, ama özellikle Melike Manav ile Zuhal Karaca’nın şiirselliklerine bayıldım. Neden “bayıldığımı”, yanımda olsaydı Kültürlü Kültür Bakanıma da anlatırdım.
İkinci eser, Güney Koreli Young Soon Hue imzalıydı: “Contrast”. Hue, yıllarca seyahat ettiği havaalanlarında oradan oraya koşan insanları gözlemlemiş ve resmetmişti. Her izlediğimde kendi kozasını kendi ören bir ipekböceğine benzettiğim Balerin İlke Kodal’ın geçit ya da hazırlık adımlarını önemli ve gösterişli adımlara nasıl beceriyle bağladığına bir kez daha tanıklık ettim. Yanımda olsa, Kültürlü Kültür Bakanıma da tanıklık ettirecektim. Bu bağlanmalara kayıcı-sıçramalı adımlarını nasıl fevkalade başarıyla oturttuğunu kulağına söyleyecektim.
Son perde Prof. Julian Moss’un sahneye taşıdığı “Troy Game”e ayrılmıştı… Koreografi Robert North’undu. Sekiz dansçının “arabesque”leri, dansçıların önden görünüşlü “attitude”lerinden ayrı olarak yan görünüşleriyle değerlendirmelerini de Kültürlü Kültür Bakanıma bir bir anlatacaktım.
Olmadı.
Bakanım yoktu!
Yaratıcı kadroları, burada adlarını birer birer sayamadığım birbirlerinden değerli dansçıları Kültürlü Kültür Bakanımla birlikte kutlayamadım.
2008 yılında onarım için boşaltılan AKM’nin çürümeye terk edilmiş olduğunu bunca yıl sonra fark eden CHP’nin kültür ve sanattan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ercan Karakaş’ı da sağımda solumda arandım.
Vallahi onu da bulamadım.
Fantezi ile Gerçekliğin Garip Karışımı: ‘Romeo’yu Beklerken’
Polonya asıllı/İngiliz uyruklu tiyatro akademisyeni, Oyun Yazarı Sarah Grochala’nın (1973) kuşatma altındaki bir kasabada Talya ve Raneen adlı abla-kardeşin, cinsellik ve yaşam karşısındaki duruşlarını konu alan “Romeo’yu Beklerken- Waiting for Romeo” başlıklı eserini Tiyatro Yan Etki’nin 2014-2015 sezonu oyunu olarak izliyoruz.
Kendi âleminde yaşayan Talya ile savaş ortamında yaşam koşullarıyla boğuşan Raneen’in öyküsü hayli ilginç. Talya o ortamda dahi bakımlı, Raneen ise son derece bakımsız. Biri hayallerini süsleyen delikanlıyı bekliyor, diğeri tecavüz sonucu şişen karnının içindeki cenini büyütüyor. Biri sürekli evde oturarak flört bulma/etme rehberleri okurken, diğeri “neseb-i gayrisahih” çocuğuyla kardeşine kurşun yağmuru, bomba sesleri, makineli tüfek tıkırtıları arasında, yağmalanmış dükkanlardan yiyecek-içecek taşımaya çalışıyor.
Irmak Örnek’in çevirisi iyi, iyi olmasına iyi de “mütevazı (alçakgönüllü)” sözcüğünü keşke “mütevazi (paralel)” olarak çevirmese ve de söylemeseymiş. Cihan Aşar’ın dekoru metne ve oyuna katkı sağlıyor, ama Anıl Balkan’ın müziği yetersiz ve etkisiz.
Yönetmen Serkan Üstüner, tiyatronun alanının psikolojik değil, plastik ve fiziksel olduğunun bilinci içinde çalışmış. Tiyatronun fiziksel dilinin sözcüklerin diliyle aynı psikolojik çözümlemelere ulaşıp ulaşmayacağını, duyguları ve tutkuları sözcükler gibi dile getirip getiremeyeceğini derinlemesine düşünmüş.
“Zengin Mutfağı” ve “Lysistrata”dan sonra ilk kez izlediğim Irmak Örnek, kendisine ne verilmişse almış ve iyi de değerlendirmiş. Talya’ya can üflerken, karakteri kendine mal etmekte.
Faruk Barman, Edhem’in özelliklerini iyi bilmiş, yani iyi incelemiş, yorumlayacağı özellikleri iyi kavramış, farklılığı ortaya pek güzel çıkarmış.
Akasya Asıltürkmen, Raneen’in buğdayını ve samanını çok iyi ayırmış, ayıklamış, artistik benliğinin süzgecinden geçirdikten sonra elde ettiği özneyi seyirciye aktarmayı başarmış. Jest ve mimiklerinin yanı sıra, sahne üzerinde gerçekleştirdiği hareketlerini gerçeğe olabildiğince yakınlaştırmış.
Kısacası, Tiyatro Yan Etki kutlanası bir iş çıkarmış.