Verda Habif
Geçtiğimiz haftalarda izlediğim bir dans gösterisinden beri sanatta icra, ustalık, zanaat ve sanat ürününde veya gösteriminde icranın kalitesi üzerine düşünüyorum. Seyrettiğim, son zamanlarda gördüğüm en iyi ve becerikli dansçıydı; hem fiziksel olarak çok hünerli ve mükemmel bir tekniğe sahipti, hem de sergilediği hünerler kendilerinin ötesinde bir şeyler üretiyorlardı. Yapma becerisiyle zamanı, mekanı, bedenini, sahneye ait atmosferi ve seyir yerini dönüştürüyordu. Hareket ediş biçiminin taşıdığı ustalık bedenin her hareket anını bir renge, müziğe, malzemeye ve duyguya dönüştürüyordu ve bunu sadece çok iyi hareket ederek yapıyordu. Kolunu kaldırışının, elini kıvırışının, ayağını yere basışının biçimi ve ritmi öyle usta bir hesaplanmışlıkla gerçekleşiyordu ki her hareket cümlesi ile sanki beden bütün titreşimleriyle başka bir malzemeye dönüşüyor ve yeni bir anlam üretiyordu. Zaten bir dansçıdan beklediğimiz tam da budur. Dansçıyı izlerken bedenin o kadar ustalıkla hareket etmesini bekleriz ki, en komplike hareketler gerçekleştirilirken beden hareket etmeyi çok iyi tanıdığı için bütün kombinasyonları kendiliğinden üretebilsin ya da en basit ve teknik gerektirmiyor gibi görünen hareket biçimlerini de gerçekleştirse bedenin bilgisi onlara yeni anlamlar katabilsin. Yani hem teknik, hem ruh, hem de anlam isteriz. Hatta bunlar daha sadece malzemedir ve biz bir de bunları yan yana getiren koreografın eserin bütününü nasıl bir yorumla sahneye koyduğunu, sahnenin diğer öğeleriyle bu malzemeyi nasıl bir bütün içinde değerlendirdiğini ve nasıl bir dil yarattığını değerlendiririz. Peki zaten bir dansçıdan ya da iyi bir sanat icracısından en temel beklentimiz bunlarsa neden bunları gerçekleştiren bir icracı görünce böylesine heyecanlanıverilebiliyor? Tabii ki artık hiç çok iyi dansçılar ya da sanat icracıları göremediğimiz için değil, günümüz sanat anlayışında çok iyi icra etmeye verilen değer değiştiği için…
Çok iyi bir teknik ve yapma becerisi sanat için elbette yeterli değildir. Sanatın icracısının yaptığı şeyi öyle bir icra etmesini bekleriz ki duyularımızla algılayabildiğimizin ötesinde bir anlam, ifade veya duygu üretsin. Peki ya tersi? Sadece anlam, ifade ve duygu üreten ama icraya dair hiçbir yetkinlik içermeyen ya da gerektirmeyen şey sanat için yeterli midir? Gerçekleştirilen her eylem yapılma niteliğinden bağımsız olarak sadece o niyetle yapıldığı için sanat olarak değerlendirilebilir mi? Sonuçta sahnedeki aktör de eylemler gerçekleştiriyor, hayattaki insan da… Danstaki koreografiden de konuşabiliyoruz, gündelik hayatın koreografisinden de… Aradaki fark sadece düşünsel bir fark mıdır? Ya da, zanaat olmadan sanat olur mu?
Zanaat sözcüğünü yakın dönemde yazdığı Zanaatkâr adlı kitapla Richard Sennett gündeme getirmişti. Sennett, Zanaatkâr’da zanaatkarlığın tanımı ve bir üretim biçimi olarak günümüz koşullarıyla nasıl ilişkilendiğinden söz ediyor. Sennett’e göre zanaatkârlık yüksek derecede gelişmiş bir beceri üzerine kuruludur ve zanaatkârın amacı işini iyi yapmak, iyi bir ürün ortaya koymaktır. Söz konusu beceri uzun bir zaman aralığında edinilebilir ve edinilen becerinin niteliği sadece üretmek için değil, ürettiğini tamir etmek için de kullanılabilmesinden gelir. Tekrar edilen aktivite tekrar edildikçe beyin bu aktiviteye dair yeni bağlantılar kurar ve zanaatkâr zamanla aynı anda hem düşünüp hem de yapabilecek yetkinliğe ulaşır. “En üst noktalarına ulaştığında teknik, artık mekanik bir faaliyet olmaktan çıkıyor; insanlar yaptıklarını doğru yaptıklarında bunu bütünüyle hissediyor ve derinlemesine düşünebiliyor,” diyor Sennett.[1] Zaman burada önemli bir faktör, bir zanaatkarın işinde iyi olabilmesi için çok fazla tekrar gerçekleştirmesi gerekiyor ve bu da uzun bir zaman ve de kaliteye ilişkin bir tutku gerektiriyor. Hatta Sennett’ten öğrendiğimize göre bilinen bir ölçüm, bir işte usta olmak için takriben on bin saatlik bir tecrübe gerektiğini ortaya koyuyor.
İçinde yaşadığımız zamanda ve toplumda ise zanaatkârlığın kriterlerine göre iyi iş çıkarma ile kar maksimizasyonu birbiriyle çatışıyor. Maddi ya da manevi kâr elde etmek adına iyi iş çıkarmaktan ve fayda üretmekten feda ediliyor. Sonuçta her kârlı şey faydalı olmayabilir, her faydalı şey de kârlı olmayabilir… Kâr ön plana çıktıkça zanaat de arka plana itiliyor. Tüm süreçlerin ve değişimin kendisinin bile son derece hızlı gerçekleştiği günümüzde ekonomik sistemleri tanımlayan üretim biçimleri açısından değerlendirildiğinde zanaatkârlık pek zahmetli kalıyor. Sonuçta, bir şeyin mümkün olduğu kadar hızlı tüketilmesi üzerine kurulu sistemler içinde tüketilecek şeylerin üretimi de aynı hızla gerçekleştiriliyor. Bu baş döndürücü hızın içinde ise ürünle tüketici arasında da bir uçurum oluşmaya başlıyor. Tüketim nesnesine o kadar kolay ulaşabiliyoruz ki, o ürünün bir ürün haline gelmesi için gerekli bir işlem sürecinin olduğunu unutabiliyoruz. Üstelik tükettiğimiz şeylere bağımlıyız, onlar olmadan yaşayamıyoruz, ama süreçlerle değil sadece sonuçlarla/ürünlerle ilişki kurduğumuz için bağımlı olduğumuz şeylere değer bile veremiyoruz. Değer vermediğimiz şeyin nasıl ortaya çıktığını da önemsemiyoruz, tek ilgilendiğimiz şey sonuç/ürün ve bu ürünün nasıl sunulduğu oluyor. Bir ürünü ortaya çıkaran zanaat değerini yitirirken, o ürün ortaya çıktıktan sonra onun nasıl pazarlanacağına ait zanaat önem kazanıyor. Yani değer skalasında nesnel, elle tutulabilir, gözle görülebilir ve ölçülebilir olanın yerini parlak fikirler alıyor. Her türlü üretimde hızlanan süreçler sebep-sonuç ilişkilerindeki bağlantıların zayıflamasına da neden oluyor. Halbuki zanaatkârın uzun zaman alan beceri edinme sürecine bakıldığında edinilen bilgi sebep-sonuç ilişkilerine bağlı olarak derinleşiyor. Sennett de zanaatkârlık sürecinde somut pratikler ile düşünme arasında bir bağ kurulduğunu söylüyor. Somut pratik ile düşünme arasındaki bağ gevşemeye başladıkça ve bu anlamda bir derinleşme olamadıkça süreçler anlamını yitiriyor.
Zanaatle sıkı sıkıya ilişkili olan sanata da bu dönüşüm yansıyor tabii. Çünkü Sennett’in de dediği gibi “uygulama itibarıyla zanaatın olmadığı hiçbir sanat söz konusu değildir.”[2] Hâlbuki, 1960’lı yıllardan itibaren gösteri sanatlarının ve görsel sanatların tüm kriterlerini sarsarak sanatın hakim biçimlerini değiştiren Performans Sanatı’yla birlikte sanat-zanaat ilişkisi de değişmeye başladı. Pazarlama zanaatı bu alanda da sanat nesnesinin üretimine ve uygulamaya ilişkin zanaatin önüne geçti. İzleyiciye/sanat alıcısına icranın kalitesi aracılığıyla ulaşmanın önüne enteresan veya radikal bir fikrin gerçekleştirilmesinin sonucunda yaratılacak şok etkisi ve/veya zihinsel muhakeme süreci geçti. Bir icranın yetkinlikle gerçekleştirilmesindense icra edilen şeyin ne kadar çarpıcı bir fikir olduğu ve nasıl pazarlandığı; bir üretim süreci sonucunda ortaya çıkan bir üründense hızla ortaya konabilen geçici ve anlık tüketilecek sonuçlardan oluşan performans süreçleri; nesnel kriterlerle değerlendirilebilecek bir ürün üretmektense hiç bir nesnel kriter tarafından bağlayıcılığı olmayan düşünceler üretmek ön plana çıktı. Performans sanatçılarının en ünlüsü Marina Abramović’in kendi bedenini riske atarken gösterdiği cesaret takdire şayandır ve performansları bize birçok şey düşündürtür ancak gerçekleştirilmesi yetkinlik isteyen bir beceri gerektirmez. Cesaret, düşünce ve yüksek bir ego ister.
Giderek sanatta zanaatkârlığın modası geçiyor ya da eskiyi çağrıştıran bir fantezi gibi sunuluyor bize. Artık modern dansçı olabilmek için klasik balede olduğu gibi katı bir hareket disiplinine ihtiyacınız yok, ya da çağdaş bir oyunda oynamak için örneğin konuşma zanaatinde usta bir oyuncu olmanız gerekmiyor. Soyut resim yapmanız için figür çizme becerisine ihtiyacınız yok. Nasıl olsa modern sanat zamanında bütün bu konvansiyonları ters yüz etmişti. Sanat da hızını alıp oradan yürüdü gitti… Hâlbuki modern sanat eksik ve hatalı olanı özellikle öne sürerek konvansiyonel biçimlerin ardındaki ideolojiyi ve iktidar ilişkilerini eleştiriyordu. Modern dans, dansçının point’te durması zahmetli olduğu için değil, balerinin point duruşunun fallik göndermelerini eleştirmek için ortaya çıkmıştı. Picasso da düzgün resim çizemediği için değil, öyle bir dünya tasvirine muhalefeti olduğu için görüneni ters yüz edip parçalıyordu. Ne var ki bütün bunlar unutulmaya yüz tutuyor. Muhalif olunan şey de unutuluyor. Geriye muhalefetin kendisi bir fikir olarak kalıyor. Yeter ki sonuca varan süreçler hızlansın…
Bir şeyi on bin saat süresince tekrar etmek, on bin saat süresince başarısız ve hatalı olmayı göze almaktır. Halbuki, içinde zanaat barındırmayan sanatta başarısız olmanız mümkün değildir çünkü başarısız olarak değerlendirilebileceğiniz nesnel bir kriter yoktur. Fikrinizi düşüncenizi ve bir marka olarak sanatçılığınızı ne kadar iyi satabilirseniz o kadar daha başarılı da olursunuz. Marina Abramović bir müzede ya da galeride oturup bir şey yapmadan sadece insanların gözüne baksa da dünyanın en ünlü müzeleri ve galerileri bunun arkasını düşüncelerle doldurup bize satabilir. Nasıl olsa yaptığı işin niteliğinin eleştirilebileceği hiçbir kriter yoktur… Daha çok çalışsaydı veya daha yetenekli olsaydı daha iyi ve derin derin bakabilirdi mi diyeceğiz?
[1] Sennett, Richard. Zanaatkâr.Çev. Melih Pakdemir. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2009. 33.
[2] Sennett, Richard. Zanaatkâr.Çev. Melih Pakdemir. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2009. 90.