Modern Dans, Avokado ve Tezsiz Antitezlik Üzerine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

cunningham

 Semih Fırıncıoğlu

Dansçı Merce Cunningham (1919-2009) ile müzisyen John Cage (1912-1992) 1940’ların ortalarında birlikte çalışmaya başlıyor. İlk başlarda herkes gibi onlar da önce müziği, ardından dansı oluşturuyor ama kısa zamanda bu yöntemin dansı kısıtladığına karar veriyorlar. Tersini yapmayı, dansı hazırlayıp müziği sonradan uydurmayı deniyorlar, bu sefer de müziğin nasıl uydurulacağı sorunu çıkıyor ortaya: aradaki ilişkinin uyumlu mu, uyumsuz mu, bazen uyumlu, bazen uyumsuz mu olması gerektiği gibi şeyler tartışılıyor. Sonunda (belki de bir “yeter be!” anında) müzikle dansın ayrılmalarına, hayatlarını aynı evin ayrı odalarında her nasıl istiyorlarsa öyle sürdürmelerine karar veriliyor.

Ve modern dans tarihindeki belki de en etkili devrim gerçekleşmiş oluyor: dans ve müziğin birbirinden bağımsızlaştırılması. Gösterilerde müzisyenler dansçıları umursamadan, ne yaptıklarına bile bakmadan müziklerini icra etmeye, dansçılar da müziği dinlemeden, içlerinden sayarak, birbirlerini kollayarak, vb. dans etmeye başlıyor.

1980’de New York’a taşınmadan önce böyle bir uygulama olduğunu bilmezdim, olabileceği de aklımın ucundan geçmezdi (dünyada avokado adında bir meyve olduğunu da bilmediğim gibi). O güne kadar dans bilgim Festival’de falan izlemiş olduklarımla sınırlıydı — dansçıların müziğin her notasına basa basa dans ettiği türden. New York’ta izlediğim ilk dans gösterisinde de bağımsızlık durumuna ancak gösterinin sonuna doğru uyanabilmiştim: Çünkü, her izleyicininki gibi benim beynim de sesle görüntüyü birbirine bağlamadan duramamıştı. Arada önceden hesaplanmış bir bağlantı olmadığını kavrayıncaya kadar, ritmik bir yapısı olmayan o karmakarışık müzikle dansı senkronize edebilmeyi nasıl becerdiklerini hayretler içinde çözmeye çalışmıştım.

O yıllarda dansta (ve John Cage’in etkilediği daha birçok sanat dalında) kendini modern olarak tanımlayan herkesin benimsediği yaklaşım az çok şuydu: Öğeleri izleyici/dinleyiciye sun, ilişki empoze etme, algılayan kişi nasıl olsa bunları zihninde birbiriyle bağlayacaktır ve ortaya (rastlantılar ve algılayanların farklı birikimleri sonucunda) senin kırk yıl düşünsen aklına gelmeyecek ilginçlik ve değerde ilişkiler çıkacaktır. Sanatta ışıldağı üretenden algılayana çeviren anlayışın temeli…

Cage ve Cunningham’in ortaya attığı fikir ve uygulama, popüler diyalektik terimleriyle söylersek, bir antitez niteliğindeydi, çünkü ortada “antilik” edilebilecek yerleşik bir dans anlayışı, bir tez vardı.

Tezin mekanı da Kuzey Amerika ve Avrupa’ydı. Neden bu bölgelerde ikamet ettiğinin nedenleri saymakla bitmez. Önemli bulduğum birkaçını sıralayayım: Birincisi, halk danslarından saray danslarına, saray danslarından baleye, baleden modern dansa geçiş buralarda gerçekleşmiş. İkincisi, buralarda eskiden beri sanatı hissiyattan çok bir fikir, buluş ve deneme alanı olarak gören bir çevre olmuş. Balenin ve modern dansın ne olup ne olmadığı ve nasıl olması gerektiği ilk yıllarından başlayarak sürekli tartışılmış. Üçüncüsü, bunlara kaynaklık eden halk danslarında yeknesaklık merakı dünyanın diğer bölgelerindekilere oranla daha az: Çok sayıda kişinin davulun tokmağının emrine girip hep birlikte aynı hareketi aynı anda yapmasındaki “estetik” bu bölgelerde o kadar makbul sayılmamış.

cunningham2

Cage ve Cunningham toplumda bilinen, somut bir uygulamanın değişmesi için kendi içinde tutarlı bir mantığı olan, somut bir öneri sunmuşlardı. Önerinin kabul görmüş olduğuna bizzat şahit oldum. Öyle ki, 1980’lerin modern sanat çevrelerinde, ritmik müziğe ayak uydurmaktan oluşan modern danslar konuyu kavrayamayan eski kafalıların yaptığı popülist işler olarak görülüyordu. Müziğin vuruşlarını dansçının da bedeniyle ikilemesinin (redundancy) bir gereksizlik olduğuna bütünüyle ikna olmuştuk (bu türden dans gösterilerinden yüzünü ekşitip çıkanlarımız çok boldu).

Sonra ne oldu? Bir senteze ulaşıldı mı? Bence, evet, tartışmanın yer aldığı Kuzey Amerika ve Avrupa’da ulaşıldı. Ama bu sentez yeni bir biçim olarak çıkmadı ortaya: eski tek şerit yola alternatif bir yol oluşmadı, eski yol otobana dönüştü, herkes ferah ferah, özgürce, istediği şeritte istediği hızda gitmeye başladı.

Yeni kuşakların yolun bir zamanlar tek şerit olduğundan, söz konusu tartışmanın yaşanmış olduğundan haberi bile yok ve bu bilgisizlik beni yakın zamana kadar bayağı rahatsız ederdi. Hele Cunningham topluluğunun son yıllarında gösterilerden önce izleyicilere dansla müziğin aslında birbirinden bağımsız olduğunu açıklamaya gayret etmeleri içimi cızlatırdı.

Ama giderek bu konuda dertlenmenin anlamsız olduğuna karar verdim: Batılı dansçılar için senkronizasyon artık üzerinde kıyamet koparılacak bir konu değil: olabilir de, olmayabilir de. Ama, müzikle uyumlu dans ettiklerinde bunu eskiden olduğu gibi “başka türlüsü olamaz” tavrında değil, daha bir “bilerek,” daha bir “mesafeli” yapıyorlar. Müzik-dans ilişkisinde artık ciddi bir farkındalık var. Geçmişi bilenler kırk-elli yıl önceki tartışmaların bıraktığı izleri açıkça görebiliyor: Cage ve Cunningham’in önerisi kabul edildi, benimsendi ve içselleştirildi. Şimdilerde yeni tartışma konuları var: dansın tiyatroya daha yaklaştırılması, dansçının ağzını ve sesini de kullanması, yeni teknolojilerin sağladığı yeni olanakların kullanımı gibi.

Ancak, dediğim gibi, bu gelişme modern dansın kök salmış ve üzerinde konuşulur bir konu olduğu bölgelerde yer aldı. Başka bölgelerden olup da Batı’da yetişmiş kişiler arasından modern dansın yanı sıra Cage ve Cunningham’in anlayışını da ülkesine ithal edip uygulayanlar oldu tabii ki, ama tezin ne olduğunun bilinmediği bir ortamda ortaya atılan antitez ne anlam taşırsa, bu ithalatın anlamı da o kadar oldu.

Bir bölgede modern dans ya da benzeri bir etkinliğin yeşermemiş olması yakınılacak ya da yerilecek bir durum değil. Her bitki her iklimde yetişmiyor. Ama arada sırada, bilgi birikimi ve teknoloji yardımıyla, bazı bitkiler elverişsiz gibi görünen yerlerde de yetiştirilebiliyor.

Örneğin, 1980’lere kadar Türkiye’de kimsenin avokadodan haberi yoktu, tabii ki eksikliğini de hissetmezdik. Sonra birileri bir yolunu bulup yetiştirmeyi başardı, şimdilerde kıyı bölgelerinde yüzlerce ton üretiliyormuş. Her yerde önünüze çıkmasa da aklınıza gelirse bulup alabiliyorsunuz. Üreticiler epey bir zamandır avokadoyu yerel mutfakla bağlantılayarak topluma tanıtmaya, yani mallarına pazar yaratmaya çalışıyorlar. Sanırım epeyce başarılı da oldular: başka ülkelerde hiç rastlanmayan yoğurtlu, kekikli, karidesli avokado mezeleri var artık, mesela.

avocadoTürkiye’de modern dans da pek bilinmezdi, şimdilerde o da var, ama birkaç lüks marketin özel bir köşesinden başka yerde pek bulunamıyor. Modern dansı edenleri ve izleyenleri toplasan sayı olarak bir tondaki avokado sayısına ulaşamıyorsun.

Tıpkı avokado gibi, olmazsa yokluğu hiç fark edilmeyecek, ama olursa da topluma ciddi katkıları olabilecek, besin değeri oldukça yüksek bir etkinlikten söz ediyoruz. Ama buna yatırım yapanların da “ben rafa koyarım, merak eden gelir alır” ile yetinmemesi, konuyu düşünce sirkülasyonuna sokabilmek, kültüre entegre edebilmek için bayağı bir uğraşması gerekiyor. Başarılması neredeyse olanaksız denecek zorlukta bir iş ama bir kenarda süs eşyası gibi kalmamanın tek çaresi de bu.

[Konuyla ilgilenenlere: John Cage: Seçme Yazılar (Yayına hazırlayan ve çeviren: Semih Fırıncıoğlu), Istanbul: Pan Yayıncılık, 2012.]  http://pankitap.com/urun/john-cage-secme-yazilar/

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Semih Fırıncıoğlu

1 Yorum

Yanıtla