Handan Salta
Mekân Sahne’nin İstanbul’a gelip gittiğini duyuyor, oyunlarından övgüyle bahsedildiğini biliyor ancak bir türlü bir fırsatını bulup oyunları göremiyordum. Neyse ki sonunda bir oyunlarını görme şansım oldu. İyi ki de oldu! İçinde yaşadığımız boğucu, çorak, puslu ortama tiyatro adına, oyunculuk adına ne güzel bir değer getirdi Mekân Sahne!
Yükselen değer, yeni Cihangir olarak adlandırılan Yeldeğirmeni’nde birbirinin peşi sıra açılan ve bazılarının kendilerine performans merkezi, bazılarının tiyatro dediği mekânlardan birinde, Köşe’de, yaklaşık otuz kadar izleyiciyle birlikte izledim oyunu.
Sahne olarak kullanılan alan ancak büyükçe bir evin salonu kadardı. Tek bir oyuncunun anlattığı hikâyeyi tiyatronun en temel aracı oyuncudan dinlerken oyuncuya eşlik eden başka bir yardımcı fiil yoktu. Bir sandalye ve bir oyuncudan ibaret seyir alanında ne ışık ne kostüm değişti, dışarıdan bir ses duymadık, görüntü izlemedik.
İçindeki gerilimi biz izleyiciye yansıtırken nefesini tutan, sesini kâh yükseltip kâh alçaltan, anlattığı öykünün ritmine göre gerilip gevşeyen oyuncu oturduğu sandalyeden kalkmadan yaklaşık bir saat boyunca bizi çocukluğuna, yetimhaneye ama en çok da Ankara sokaklarına götürdü; kalabalığın içinde gezdirdi, gazdan boğdu, biberden yaktı, sonra o sokaklarda kendisiyle birlikte kaybetti. Bütün bunlar olurken de bugüne dair bir hikâyenin içinde oyuncuyla birlikte devinmekten, kendi sesini arayan bir oyuncunun deneyimine tanık olmaktan haz almamıza vesile oldu.
İtiraf etmeliyim ki sahneye ve oyuncuya uzun zamandır bu kadar kapılmamıştım; bu konuda tek istisnam ancak geçen yıl izleme şansı bulabildiğim Bir Delinin Hatıra Defteri’nde oynayan Erdal Beşikçioğlu olmuştu. Her ikisinin de Ankaralı olmaları size de ilginç gelmiyor mu? (Bu noktada eleştirmenin aklında “İstanbul’da fazla mı dağılıyoruz?”, “işimize yoğunlaşamıyor muyuz?” soruları uçuşmaktadır.)
Oyundan sonra fuayede yazar Şamil Yılmaz ve oyuncu Ahmet Melih Yılmaz’la yapılan sohbet Mekân Sahne’yi daha yakından tanımaya olanak sağlıyor. Teknik olanaklardan yararlanma alışkanlıkları olmadığını, tiyatronun saf halini yakalamaya çalıştıklarını, ışığın bile sabit kalmasını seçtiklerini ifade ediyorlar. Çoğu metinlerini kendileri yazan, oyuncu, yazar yönetmen birlikte çalışarak ürün çıkaran bir tiyatro topluluğu Mekân Sahne. “Artık Hiçbi’Şii Eskisi Gibi Olmayacak! Sil Gözyaşlarını!”adlı oyunları “apaçi” gençler üzerine yapmaya başladıkları araştırmalar sırasında patlayan gezi fenomeniyle birleşmiş ve bir “apaçi”nin gözünden geziyi, adına gezi demeden anlatmışlar. (Apaçi kelimesini bilerek ve tırnak içinde kullandıklarını hatırlatmalıyım; bana kalsa tercih etmeyeceğim bir sözcük.) Bu oyunda reji seçimi olarak anlatının oyuncunun bedeni içinden ilerlemesi tasarlanmış. Hikayenin anlatıcısı ve “kahramanı” anlattığı parçalı, inişli çıkışlı öyküsü içinde devinmesini besleyecek, tırmandıracak bir yaratığın da yardımıyla izleyiciyle gerilim yüklü, tekinsiz bir ilişki kuruyor. Hem öykünün hem de oyuncunun bu perspektiften okunması ilginç bir deneyim getiriyor.
Yetimhanede büyümüş, sokakta yaşayan, kışları soğuktan korunmak için bin bir takla atan Mustafa’nın bakış açısı, bir anda Tunalı’da toplanan sosyete bebelerini görmesiyle dönüşür, değişir. Orada toplananların kimliğini ve niyetini anlamaya çalışmak, yaşananları adlandırmak, anlamlandırmak gibi çabalardan uzak bir varoluş içinde yaşamaktadır Mustafa. Kendi yolundaki engelleri kaldırmak yeterince zahmetliyken o Haziran ayıyla birlikte içine yerleşen hayvanla tanışır; kendi deyimiyle etini kemiren, organlarını yırtan o yaratık kendisini ele geçirdiğinde Mustafa da Mustafa olmaktan çıkar. Mustafa’yı durduran, sınırlandıran, korkutan engelleri de yıkan o yaratık, sanki o güne kadar Mustafa’nın başına gelen bütün kötülüklerin intikamını almaya kararlı bir öfkeyle harekete geçer geçmez yıkıcı etkisini de yanında getirir. Zamanla yaratığına alışan Mustafa’nın Avzer’le tanışması, kız ve oğlanla gelişen dostluğuna şaşırması, sosyal beceriksizliğine lanet etmesi oyunun her dönemeçte karşınıza çıkan sürprizlerinden bazıları. Mustafa’nın dünyaya geldiğinin ilk günüymüş gibi etrafına bakan gözleri bir noktada izleyicinin bakışıyla birleşiyor, izleyici oyuncunun yarattığı atmosferde yeni bir deneyime kendini bırakmaya ikna ediliyor.
Söz konusu deneyimi pekiştiren unsurlardan birisi uzun uzun hikâye etme ve bu hikâyeyi dinleme alışkanlığımız olsa gerek. Eski hikâyeleri olduğu kadar başımızdan geçen yeni şeyleri anlatma arzumuzun dinleyici bulduğumuzda her daim şenlenmesi, ortak bir deneyime dönüşüvermesi bu oyunda da görüldüğü üzere anlatanla dinleyeni birleştiriyor. Ayrımlar ortadan kalkıp bir ‘an’ paylaşıldığında izleyici kendisini birinin yerine koymaksızın anlatıya dâhil oluyor, tekinsiz atmosfer dağılıyor.
Son yıllarda ne mutlu ki genç soluklu metinleri oynayan birçok tiyatro topluluğu ortaya çıktı. Yeni oyunlar yazılıyor, romanlardan oyunlaştırılan metinler sahneleniyor, izleyiciye geçmişe, bugüne dair yeni hikâyeler anlatılıyor. Bu arayış bir yandan sesine kulak verilmeyenlerin, sesi az duyulanların, makbul kabul edilmeyenlerin sesini temsil çabası olmakla birlikte sadece temsiliyet üzerinden işlemiyor. Aynı zamanda kendi sesini –nihayet- duymanın hazzını da yansıtıyor. Sayısı giderek artan oyunculuk bölümlerinden mezun olan genç tiyatrocuların yeni bir söz söyleme isteğini memnuniyetle karşılayan bir deneyimli izleyici olduğumu söylemeliyim. Ancak aynı yenilik arayışının oyunculukta daha az görülmesine anlam veremeyip bunun nedenlerini sorgularken neyse ki tek tük de olsa bu ihtiyaca cevaplar gelmeye başladı. Tiyatronun en temel unsuru oyuncuyu en sade ve en güçlü haliyle sahnede gördüğümüzde yaşadığımız deneyim oyunculuğun ne olduğunu, tiyatronun olanaklarını tekrar hatırlatıyor. Üretmenin bir aşkınlık halini gerekli kıldığını görmek tiyatro sanatına selam gönderirken insanın varoluşuna dair, umuda dair düşüncelere dalmasına yol açıyor.