Gizem Elif Asil
Salona girer girmez arabesk müzik karşılıyor sizi. Gazino, birahane ya da müzikholde çalınan bu şarkılara kulak aşinalığınız vardır elbet. Sözlerini belki ezbere bildiğiniz, belki nakarat kısmını hatırladığınız, belki de çevrenizden ‘Bu şarkıları mı dinliyorsun?’ sorusuna ‘Hayır!’ demek için dinlemediğinizi öne sürdüğünüz şarkılara kulağınız alışıyor ve bir süre sonra sahneye bakmaya başlıyorsunuz. Sizlere bu oyundaki izlenimlerimi başlıklara ayırarak anlatacağım. Oyun o kadar farklı alanlarda etki uyandırıyor ki ben de ancak bu şekilde anlatabilirim.
Mek’an Sahne’nin yeni oyunu: Kadınlar Aşklar, Şarkılar
Sahnede dört sandalye, bir mikrofon, bir masa, bir çift topuklu ayakkabı ve makyaj malzemeleri bulunuyor. Oyuncu, siyah alt ve siyah üstten oluşan nötr kostümü ile mikrofona ve masaya yakın olan sandalyede oturmuş, seyircileri izliyor. Sade, ihtişamsız olan bu dekor, sahnede neler olacağını merak ettiriyor. Oyun başladığında ise oyuncu istediğimiz zaman sahneye çıkıp, dans edip, şarkılara eşlik edebileceğimizi söylüyor. Sözünü ettiğim oyun: Kadınlar, Aşklar, Şarkılar.
Şamil Yılmaz’ın yazdığı, Serdest Vural’ın yönettiği ve Ahmet Melih Yılmaz’ın oynadığı oyunda trans kadınların çocukluklarından, yaşlılıklarına hayatlarından kesitler sunuluyor. Ankara’daki özel tiyatrolardan olan Domus Sanat Çiftliği’nin bünyesinde hayat bulan oyun, 27 Ocak 2013 tarihinde Ankara’da prömiyer yapmış. Kısa bir süre önce Domus Sanat Çiftliği iki kardeş topluluğa bölünmüş ve Mek’an Sahne adında yeni bir oluşum ortaya çıkmış. Mek’an Sahne bünyesinde Kadınlar, Aşklar, Şarkılar oyununun yanı sıra, Kuyu, Artık Hiçbi’şii Eskisi Gibi Olmayacak! Sil Gözyaşlarını, Şeyler ve Bernarda Alba’nın Evi oyunları hem Ankara Mek’an Sahnesi’nde oynanmakta hem de İstanbul, İzmir, Eskişehir, Bursa ve İzmit gibi şehirlere turne yapmaya devam ediyor.
Kadınlar, Aşklar, Şarkılar oyunu üçüncü sezonunda yaklaşık yüz gösterim gerçekleştirmiş. Hem ulusal basında hem de internet haberciliğinde yankı bulan oyunu İzmir turnesinde seyrettim. Turnede olmalarına rağmen kendi sahnelerindeki performansı aratmadı oyuncu Ahmet Melih. Neredeyse hayatlarının her köşesine gidip, nefes aldıkları yerleri soluyup, şarkılarla tekrar salondaki yerimizi alacağımız oyun, açılış şarkısının ardından ajite etmediği hikayeleri ile başlıyor. Oyuncu- seyirci bağı, oyun gerçeğinin yerini hayat gerçeğine bırakması oyunun interaktif olmasıyla başarıya ulaşmıştır. Bu interaktif yapı o kadar doğal o kadar içten ki oyuncu Ahmet Melih mikrofonun başına yaklaşıp, yavaşça dudaklarını kıpırdatıp mimikleri ile biraz kopya verince, benim de söylememi istercesine gözlerimin içine bakınca, işte o an ben de ona eşlik ediyorum.
Kalbim duraksız haykırışlarda
Ne yapsan ayrılamam senden asla
Hafife alma, aşk vurur insana
Bu kadar kolay sanma, ah delikanlım.
Yıldız Tilbe
Anlatılan İçten Olunca…
Anne ve babaların çocukken toplumsal rolleri dayattığı gerçeğini hepimiz biliyoruz. Ama bunu sahnede, canlı canlı, nasıl bir acı ürettiğini görünce etki artıyor. Kukla haline getirilen, daha çocukken davranış değişikliği gösteren çocuğa en büyük baskı yakınlarından geliyor. Büyüyünce trans kadın olacak çocuk günlüğüne yazdığı yazının sonunda ‘…Annem “Bu yaz sünnet olacaksın,” dedi. Sünnetin ne olduğunu bilmiyordum. Sordum; pipimi keseceklermiş. Günlük, umutluyum.’ İlk duyduğunuzda gülümseten bu replik, gayet naif ve keskin bir çaresizliği anlatıyor. Çünkü o çocuğun büyürken ne acılar çektiğini biliyoruz. Çocuk hissiyle, çocuk bakışıyla ve çocuk cümleleriyle ilerleyen bu sahnenin etkisi bir sonraki sahneye taşındı. Bedenindeki ve ruhundaki değişikliklerin farkında olsa da açıklayamıyor durumu ailesine. Açıklasa da sonu belli hikâyenin: Ölüm.
Şamil Yılmaz’ın güçlü kaleminden çıkan oyunun şiirsel dokusu, parçalı yapıda olan metnin dilini oldukça yalın ve anlaşılır kılıyor. Trans bireylerin canlandırıldığı oyunlarda kullanılmasına alışık olduğumuz küfürler yok. Oyunda dört hikâye ekseninde nefret cinayetleri konusu işlenmiş. Bu hikâyeler trans bireyin çocukluğu, aşkları, şarkıları ve yürek parçalayan yaşlılığına odaklanmış. Kurgu böyle olunca söylenen şarkılar da nefes almamızı, iki hikâye arası rahatlamamızı sağlıyor. Bunun ötesinde verilen örneklerle seyirci daha da coşuyor. Hatta öylesine coşuyor ki ıslık çalmaya, parmak şıklatmaya, gerdan kırmaya varıyor sonu.
Cinsiyet Üzerine…
Oyundaki interaktif eğlencelik bölümlerle seyirci coştukça coşuyor. Gerçek olan hikâyeye geçildiğinde de maalesef coşku devam ediyor. Maalesef diyorum çünkü sahnedeki trans kadın kendi hikâyesini anlatıyor ve biz kulaklarımızı tıkamış oluyoruz. Tıpkı bu kulak tıkadığımız, görmezden geldiğimiz ya da bilmek istemediğimiz gerçekler gibi. Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Temelli İnsan Hakları İhlalleri İzleme Raporu sonuçlarına göre 2013 yılında medyaya yansıyan; dört nefret cinayeti, bir tecavüz, on nefret saldırısı (ikisi ateşli silahla, ikisi kesici aletle), bir linç girişimi, bir kundaklama, bir kaçırma vakası yaşandı. Ayrıca İstanbul’da polis operasyonuyla on beş trans evlerinin kapıları kırılarak gözaltına alındı. En acı olansa bunların sadece resmi kayıtlar olması. Hepimiz bal gibi biliyoruz ki gerçek bunlarla sınırlı değil.
Dediğim gibi kulaklarımızı tıkıyoruz. Oyuncu sahnede hikâyesini anlatarak anlaşılmayı umut ediyor ama trans bireylerin sokakta karşılaştığı muameleden farksız bir tepki ile karşı karşıya kalıyor. Oyunu seyretmeye gelen seyircinin maalesef büyük bir kısmı doğanın erkek ve dişi olarak biçimlediğinin dışında kalan her şeyi eğlence unsuru olarak sayıyor. Peki siz hangi taraftasınız?
Monique Witting cinsiyet üzerine: ‘Cinsiyet doğal bir düzene ait “dolayımsız bir veri”, “duyumsanabilir bir veri”, “fiziksel özellikler” olarak anlaşılıyor. Oysa fiziksel ve doğrudan bir algı olduğuna inandığımız şey son derece karmaşık ve mitik bir inşadır; fiziksel özellikleri (bunlar kendi başlarına diğer tüm özellikler denli nötr olmakla beraber toplumsal bir sistemce işaretlenmişlerdir), içinde algılandıkları ilişkiler ağı üzerinden yeniden yorumlayan “hayali bir oluşum”dur. diyor. O halde şunu sormak mümkün: ‘İnsanların cinsiyetini düşünmeden yaşayamaz mıyız?’.
Çocukluğu, Aşkları ve Yaşlılığı
Birbiriyle sarmal gelişen hikayelerin ilki trans kadının çocuklukta yaşadığı buruk bir hikaye, ikincisi aşık olan bir kadının sevgilisi tarafından öldürülüşü, üçüncüsü yaşlı bir kadının son anlarda bizlere seslenişi, dördüncüsü ise tecavüz edilip, aldığı darbeyle ölüme terk edilen şarkıcının hikayesi. Her hikâyede bambaşka karakterlerle tanışıyoruz. Midyeci, Alman genç ve anne gibi. O karakterler de trans kadınlar da bizim yanımızdaki, arkamızdaki hatta içimizdeki insanlar. Farkında mıyız yahut farkında olmak bizi rahatsız mı ediyor? İşte bu soruları samimiyetle sordurması, oyunu etkili kılan yönü.
Oyunda en çok açılış sahnesinde anlatılan hikâyeden etkilendim. Bu hikaye küçük bir çocuğun kendini keşfetmesiyle ilgili. Annesi çocuğa hamileyken kahin gibi bir kadın geliyor ve çocuğun annesinden ekmek ve süt istiyor. Annesi, kahine benzeyen kadına çok bakarsa çocuğunun da ona benzeyeceğine inandığı için korkuyor. Kadının gitmesi için; “Sütüm yok, son ekmeği de suyla ıslatıp itlere verdim, ” diyor. Kâhin, çocuğun annesine ‘Yüklü müsün?’ diye sorup, “Oğlan doğuracak, kız gömeceksin” diyor. Gecesine annesi doğuruyor onu. Çocuk beş yaşına gelince de aynaya çok bakıp dalmasından, aynalara bakarken ağlamasından rahatsız oluyor yakınları. Çocuğu hocaya götürdüklerinde, hoca, çocuğun cinli bir kızın çocuğun içine kaçtığını söylüyor. Hocanın söylediklerinden ürküyor annesi, evdeki bütün aynaları tülle kaplıyor. Çocuk geceleri kuyudaki suya bakmaya başlayınca annesi bu kez kuyuyu taşla dolduruyor. Sonra bir süre ne aynalara ne de suya bakıyor çocuk. Annesi anlıyor çocuğunun sürekli kendisini seyrettiğini. Çocuk annesinde kendine başka bir ayna buluyor. Çocuk topluma göre normal olmadığı için yapılıyor tüm bunlar. Oysa çocuk, annesinin kendisinden rahatsız olmasından mutsuz. Soruyor ama “Ana, sever misin beni?”… Tek istediği anlaşılmak. Kabul edilmek. Onun elinde değil, tercihi değil. Olduğu gibi soruyor “Ana, sever misin beni?”. Oyuncunun beden dilini, sesini ve konsantrasyonunu çok iyi kullanmasından olacak ki sahnenin arkasında, karanlıkta anlatılan bu hikâyeyi seyirci pür dikkat seyrediyor. O şarkı söyleyen neşeli trans unutulup, yepyeni bir karakter, yepyeni bir hikâye bekleniyor. Sahne bitiminde oyuncu “Ana, sever misin beni?” sorusu ve çıplak bedeniyle baş başa kalıyor.
Tıpkı bir kadın!
Işık değişiminin sonrasında mikrofonun yanındaki sandalyeye oturarak önce sutyen, külotlu çorap ve son olarak elbisesini giyiyor. Şimdi karşımızda evrimini ve kendini kabul etmiş bir kadın var. O kabul etmiş. Kendini kadın olarak tanımlıyor. Yazarın hiç yazmadığı replikleri duyuyoruz sanki.O bir birey ve benim onu tanımlamama ihtiyacı yok. Güvenli ve rahat. Tıpkı benim gibi. Tıpkı yanımda, çevremde oturan seyirciler gibi. Başına peruğunu, boynuna kolyesini, saçına da kırmızı çiçekli tokasını taktı mı bitmiyor işi. Her yerine sıkıyor deodorantını. Tıpkı bir kadın! Bir farkı yok benden. Tanıdığım kadınlardan. Farkı, herkesin, tüm kadınların aynı olmasını isteyen görüyor.
Röportajlarında trans kadınları gözlemlemediğinden bahsediyor oyuncu Ahmet Melih. Kadınları gözlemlemiş. Nedenini de ‘Çünkü trans kadınlar da kadınları gözlemliyor.’ diyerek açıklıyor. Artık karşımızda kelimenin tam anlamıyla trans kadın var. Oyuncunun ne erkek olması ne sahnede giyinmesi rahatsız ediyor bizi. Seyirlik bir hal alıyor hazırlanması. Erkek oyuncuların kadın rolünü, kadın oyuncuların erkek rolünü oynaması elbette zor bir iştir. Ama erkek oyuncunun trans kadını canlandırması için bambaşka çalışmalar gerekir. Oyuncu Ahmet Melih, karşımıza gerçek bir trans birey gibi geçerek rolün altından başarı ile kalktığını gösteriyor.
Doymadım doyamadım sevmelere seni ben
Kimseyi koyamadım yerine yeniden
Saymadım sayamadım sensiz geçen yılları
Ne inkar ne itiraf bu yalnızca sitem
Aysel Gürel
Belki de bin yıldır buradayız biz!
Oyuncu Ahmet Melih, mikrofonun başına geçip, şarkı söylemeye ve söylettirmeye başladığında seyircinin alkışlarıyla yıkanıyor sahne. Bu denli bizden olan şarkılarla, bizden bir içki olan rakı, bizden aksesuar olan zil ve cümleler özdeşleşmeyi sağlıyor. Şarkılar bitip bir sonraki trajik hikâyeye başlayacakken kahkahalar ve alkışlar bitmiyor seyircide. Yaşlı trans kadını oynarken ise durum değişmiyor. Yaşlı trans kadın ölüme doğru yol alıyor gözler önünde ve seyirci de buna gülüyor. ‘Komik mi?’ diye cevap veriyor Yaşlı trans kadın. Trans kadının hikayesini anlatmak istemiyorum ama karşımızda ölüme yürüyen biri var ve cinsel kimliği yüzünden bu ölüme sessiz kalıyor olmamız söz konusu. İşte bu yüzden özellikle bu sahne bana gerçek bir eşitliğe ne kadar ihtiyacımız olduğunu düşündürdü. Başka insanların ezildiği bir dünyada ne kadar mutlu olabiliriz ki? Hem de heteroseksüel olmadıkları için! ‘Trans kadın’ diyorum sürekli çünkü ismi yok. İsimsiz değiller aslında, ötekileştirilen insanlar arasında yerlerini almışlar. Yahut biz o yerde kalmalarına göz yummuşuz. Varlıkları belirsiz mi yoksa biz mi görmezden geliyoruz? Hor görüyoruz, eğlence unsuruna dönüştürüyoruz. Oyunda söylediği gibi: ‘Belki de bin yıldır buradayım ben.’ Belki ben yeni gördüm.
Son olarak her şeye rağmen cinsiyete dayalı ayrımcılığı dert edinen bir oyunun sahnelenmesi beni eşitliğin gerçekleşeceğine dair umuda sürüklüyor. Oyun oynandıkça da umudum bitmeyecek. Şunu düşünüyorum : ‘Seyirci olarak salondan çıktıktan sonra durakta trans birey yanıma geldiğinde ne yapacağım?’. Sahnedeki ile şarkı söylüyorum, eğleniyorum. Ya duraktaki ile? Farklılıklarımla yaşayabiliyor muyum? Yanımda duran bireye nasıl bakıyorum? Bunları düşünmem gerekli. Altı başlığa sığdıramadığım daha birçok konu var. Onlar da başka bir yazının konusu.
Bir şarkı daha söyle! Yaralarımızın yerlerini tekrar hissettirip, bizi umuda sürüklesin!