Özer Önder
Deli – Freud’un dediği gibi: “Tuzlu bir hesap, hem hasta, hem de doktor için en iyi reçetedir.”[1]
Dario Fo’nun en önemli eserlerinden biri olan “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü”, Bornova Belediyesi Şehir Tiyatroları tarafından sahnelenmekte. Dario Fo’nun memleketi İtalya’da geçen oyun, bir polis karakolunda meydana gelen şüpheli bir ölümün bir “deli” tarafından sorgulanmasını konu alıyor. Grotesk tavırların ve kara mizahın etkin olduğu oyun, sosyal demokrasi görünümlü kapitalizmin eleştirisini oldukça başarılı bir biçimde tiyatro sahnesine taşıyor.
Oyun, metne eklemlenen bir ön oyun sahnesi ile açılış yapıyor. Ön oyunda, Anarşistin nasıl bir kaza sonucu eşşek cennetini boyladığına dair bir yorum karşımıza çıkıyor. Anarşist, etrafını çevreleyen polis güruhu tarafından sille tokat dövülüyor ve sonrasında da binanın dördüncü katından aşağı atlıyor ve ölümüne “kaza” süsü veriliyor. Pek süslü bir ölüm!
Gerçek oyun başladığında ise karşımıza deli çıkıyor. Deli, aslında hayatımızı kaza haline getiren bürokrasinin kendisi rolünde oldukça başarılı. Sanrıları, histerik davranışları, virgül takıntısı ile su götürmez bir deli. Zır deli adeta! Tıpkı Sovyet Rusya’sında akıl hastanesine kapatılan rejim karşıtları gibi, o da kaçığın teki. Öyle ya, hangi akıllı, kendisinden fersah fersah büyük bir sisteme karşı durur. Tiz boynu vurula!
Boynu vurula da, anayasının bilmemkaçıncı maddesinin bilmemkaçıncı fıkrasına göre deliye dokunanın vay haline. Zaten, polis rolündeki arkadaşların pek de deliye dokunmaya niyetleri yok, zira tek dertleri, salonun en arkasına seslerini duyurabilmek. Sanırım prova sırasında bu konuyla ilgili fazlaca uyarı almışlar. Çünkü oyun boyunca bağırıp çağırmak dışında pek fazla bir şey yapamadılar. Hal böyle olunca deli deliliğiyle, polis de bağırdığıyla kaldı. Tamam, ne de olsa kafamızdaki polis imgesi, “bağırıp çağıran hergeleler sürüsü” olarak kodlanmış olsa da, “biraz oyunculuk be gülüm” diye serzenişte bulunmadım değil… Hatta bu düşüncemi yoğun olarak aktarabilmek için “italik” içine bile aldım.
Peki ya o raylı sisteme ne demeli? İzmir’in “sallanan metro”sundan sonra gördüğüm en başarısız raylı sistem olarak tarihe geçmiş olabilir. Tamam, oyuna film estetiği katılmak istenmiş; bu sayede oyuncuyu oynayan polis arkadaşlar(!) karizmatik bakışlar atabiliyor, kendilerinden geçmişçesine trene binip “çuf-çuf” yapabiliyorlar. Peki ya bizler? Biz gariban seyirciler ne olacağız? Sahnenin büyük bir bölümünü kapsayan, göz estetiğimizi bozan ve bir kaç hoş görüntüden ziyade, oyuna pek de fazla katkısı olmayan bu akıl almaz buluşun üzerine çıkıp bir tur bile atamıyoruz. Tiyatronun kursiyerlerine verilen imkana seyirci bir türlü kavuşamıyor oyun boyunca. Bu arada aramızda kalsın; yanımda oturan kursiyerin aslında kursiyer olmadığını, gizli polis olduğunu ilk gördüğümde anlamıştım. O gözlükler ve kıyafetler, başka hangi meslek grubuna ait olabilirdi ki; olsa olsa kör bir jazz piyanisti olma ihtimalleri vardı, fakat oyun New Orleans’ın ücra köşelerinde geçmediği için bu olasılığı hemen elemiştim.
Rahmetli babaannem çocukken hep “deliyle deli olma” derdi. Mekanı cennet olsun, olsun da, babaannemin sözünün aksine oyun boyunca sadece deli ile deli olabiliyor seyirci. Tamam, itiraf etmek gerekirse tam bir deli değil, – ki zaten kanımca Fo’nun isteği, sahnede gerçek bir delinin iç dünyasını yansıtmak da değil- ama rolünün hakkını oldukça iyi veren bir deli kendileri. Ancak, deli rolündeki oyuncu beyefendi, artık çok fazla tekrara düşmekte. Usta tiyatrocunun daha önceki oyunlarını da beğenerek izlediğim ve kendisini tiyatro sahnesine çok yakıştırdığım için diyebilirim ki, artık çok fazla tekrara düşmekte kendileri. Bazen, başkaları sizin rolünüze giriyormuş gibi hissediyorum. Sanki biraz değişikik ara sıra hoş olabilir diye düşünmekteyim açıkçası…
Çok merak ediyorum günlük: acaba türk tiyatrosu ne zaman “günümüze göndermede bulunmak” lafını uygun bir köşesi ile algılamaya çalışacak? Gündemde olan olayların haber içeriklerini metne kopyala yapıştır yaparak elde ettiğiniz “günümüze göndermeler” göndermeden geçip gidiyor sevgili türk tiyatrosu, farkında değil misin? Sayın tiyatrosu, aklını başına al ve iktidara karşı kullanılan sloganvari haline gelmiş cümle-tümleç-kelime ne varsa hepsini bir kenara koy ve otur, adam gibi dramaturjik çalışma yap. Karakterle, zamanla, mekanla felan oyna. Ne bileyim en kötü, karakter ismini falan değiştir. Bir anarşistin kaza sonucu ölümünü anlatan bir oyunda Soma ile ilgili bir kaç sözcük duyunca aniden bir parıldanma, aydınlanma yaşamıyoruz, Nirvana’ya eremiyoruz. Haberin olsun, kahvede seninle ilgili ileri-geri konuşuyorlar.
Tamam tamam… Güzel şeyler de vardı oyunda. Özellikle Fo’nun da kendi tiyatro anlayışında sıkça kullandığı hareket komiği, oyunun büyük kısmında akışı sağlamlaştırıyor ve seyirciden de reaksiyon alabilmeyi başarıyordu. Ancak, oyunun bazı bölümlerinde her diyaloğun arkasına bir oyun ekleme kaygısı dikkatimi çekti. Hal böyle olunca Fo’nun muhteşem metninin en önemli kısımları ilgi-alakamızın dışına taşıyor, oyunları algılayalım derken, metni kaçırıveriyoruz. Yabancılaşma etkisi de öylesine işlevsellikten uzaktı ki, yabancılaşma etkisinin kendisine yabancılaşıveriyoruz bir anda…
Sonuç olarak, deli ile deli olmayayım dedim ama oldum. Yapacak bir şey yok, bazen de en güzel eleştiriler, en güzel sözler, deli diye kesip attığımız insanlardan gelir ya, işte anarşistin kaza sonucu ölümü de böyle bir oyun olmuş. Gidilesi, görülesi, izlenesi ve hoşça vakit geçirilesi –tabi uykunuza yenik düşmezseniz. Ama yine de siz siz olun, deliyle deli olmayın efendim…
[1] Oyundan.