Mimesis Söyleşi- Tiyatro Oyunbaz, yeni sezonu Kral Lear ile açıyor. İlk kez 19. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenen oyun 18 Ekimde Talimhane Tiyatrosu’nda sezonu selamladı. Festival günlerinde, yönetmen Abdullah Cabaluz, oyuncu Arda Doğan, oyunun tasarımcıları Hilal Polat ve Utku Kara’yla buluşup sohbet etmiştik. Hem Kral Lear’ı, hem festivali hem de Alternatif Tiyatroları uzun uzun konuştuk.
Söyleşi: Firuze Engin
Oyunbaz’ın nasıl bir geleneği var? Çalışan tiyatrosu diyebilir miyiz?
ABDULLAH CABALUZ (AC)- Aslında biz tiyatroyu kurarken; çalışanlar da olsa profesyoneller de olsa samimi iyi oyun yapan, ahkâm kesmeden oyun yapan bir grup olma niyeti taşıyan insanlardan oluşmasını önemsedik.
Martı ve Per Gynt aynı ekibin ürettiği oyunlardı. İçinde çalışanlar da vardı. Per Gytnt’ten sonraki süreçte biraz proje odaklı bir gruba dönüştük. Çekirdek bir kaç insan sabit kalmakla beraber oyuncular projeden projeye değişiyorlar.
Metinler neye göre seçiliyor? Oyunbaz, özellikle klasikleri çalışmayı dert edinmiş bir topluluk mu?
AC- İlk oyunumuzu seçerken, birçoğumuz üniversite tiyatrosu geleneğinden geldiğimiz için alışık olduğumuz şeyleri yapmaya meyilliydik. Neydi alışık olduğumuz şey; iddialı metinleri ele alıp dramaturjik anlamda zekâ katmaya çalışmak. Bu iddialı metni gişe kaygısı gütmeden sunmaya çalışmak. İlla klasikleri alıp yorumlamak gibi bir iddiamız yoktu ama sonra bu bir geleneğe dönüştü. Herkes de bizi böyle algılamaya başladı.
-TAYYİP ERDOĞAN’IN KİN KUSUŞU AKLIMA KRAL LEAR’I GETİRDİ…
Kral Lear nasıl seçildi?
AC- Lear’ı hep konuşup duruyorduk. Orkun hem Oyunbaz’ın bir parçası gibi var olurken hem de Klark Kent Tiyatrosu’nda yönetmenlik yapıyor. Oyunbaz’da hep beraber bir şeyler yapalım fikri ortaya geldiğinde Orkun dedi ki “Yapacaksak yıllardır konuştuğumuz oyunlar var, onlardan birini yapalım.” Öyle olunca Lear’a karar verdik. Ama kendi adıma ben Lear’ı bu yıl yapma motivasyonunu Gezi’den sonra aldım. Tayyip Erdoğan yurt dışına çıkmıştı ve herkes o gelecek, ortalığı sakinleştirecek diye düşünürken geldi ve kin kustu. O kin kusan konuşmadan sonra benim aklıma direkt Lear’ın kızına beddua ettiği kısım geldi. Kral’ın kibri, öfkesi, nefreti, kendini dünyanın merkezinde hissetmesi ve kendinden başka herkesi “yanlış” addetmesi günümüzle eşleşiyor hissi uyandı.
Oyunun dramaturjisini bu refleksle mi oluşturdunuz peki?
AC- Doğrudan Türkiye’ye işaret etmek istemedik. Ama dramaturgide, Türkiye’deki siyaset geleneğine göndermeleri bol bol tartıştık. Zaten oyun toplantılarında gayri ihtiyari başbakan bol bol konuşuluyordu. Lear’ın ne yaptığını tartışırken çoğu zaman bir bakıyorduk ki güncel siyaset konuşuyoruz. Hatta defterime öyle notlar almışım, “Lear konuşurken konu yine başbakana geldi” diye. Ama güncel siyasetten şu anlamda ayıklamaya çalıştık, oyunun konu edindiği şey çok daha evrensel bir şey. Sadece başbakanın ya da politikacıların değil, herhangi bir insanın gücü-iktidarı bırakamama haline varabiliriz.
Shakespeare oyunları içinde Lear’a atfedilen ayrı bir değer de var. Yarısı komedi yarısı trajedi bir oyunudur diyorlar. Çalışırken bunu gözettiniz mi? Sizin oyunda, çok trajik anların seyirci tarafından kahkahayla karşılandığı da oluyordu…
AC- Biz de herkes gibi Jan Kot okuduk. Çağımızda Shakespeare’i en iyi yorumlayan adamlardan bir tanesi. Jan Kot bunun grotesk bir oyun olduğunu söylüyor. Bugün bu oyunu doğalcı ele almak tartışılır diyor. Aynı şekilde Terry Eagleton okuduk. Bu farklı okumalara bakarken şunu gördük; Lear, trajedisini doğrudan barındıran bir oyun değil. Çok dolaylı bir yerden trajik… Görünürde oldukça grotesk, abartılı bir oyun. Mesela Lear oyunun en başında kısa şortlu çocuk gibi davranıyor. Üç tane annesinden sevgi dilenen çocuk gibi. Girdiği durumun kendisi komik. Ne zamanki erişkin bir baba olduğunu fark ediyor, üç çocuğunu birden yitiriyor. Burası da trajik.
Bu düşüncelerinizi oyunun biçimiyle nasıl buluşturdunuz? Önce bir reji tasarımı yapıldı ve bunun üzerine mi çalışıldı?
ARDA DOĞAN (AD)– Başta düşünülen biçimsel tavırlar vardı. Ama bunların ne kadar işleyeceğini, oyunla uyum sağlayıp sağlamayacağını kestiremiyorduk. Deneme yanılma metoduna giriştik. Düşündüklerimizin işleyip işlemediğine bakarak ve yeni şeyler de katarak biçim oluştu. Zaten bizim gibi gruplar için bir sıkıntı da ekibin oynaya oynaya ortak bir üslup geliştirmek için yeterli vakti ve geçmişi olamıyor. Her şeyi bir arada eritmeye çalışıyorsunuz.
Klasik oyunculukla dalga geçilmediğini ama ironisini çıkartma niyeti olduğunu görebiliyorduk. Fakat ara ara klasik oyunculuğun içine de giriliyordu.
AC- Şu yolu izlemeye çalıştık. Önce cümbür cemaat bir metni anlamaya çalıştık. Benim aklımdaki, bütün oyunculukları epey stilize bir yere çekmekti. Bernarda Alba’nın Evi’nde de hayal ettiğim bir yerlere taşımak istiyordum. Ama bunu riskli ve zor olduğunu biliyordum. Çünkü ekip yeniydi, çoğu insan birbirini tanımıyordu filan.. O yüzden herkes kendi oynadığı karakteri kendi doğal haliyle anlasın ve öyle yorumlasın istedim. Hatta Kansu dışarıdan doğru oynuyordu ve bunu engelledikçe, doğal sahici oynamaya teşvik ettikçe bunaldı. Rol onu boğmaya bizi de sıkmaya başladı. Sonra o kendi istediğini, ne yapmak istediğini anladıktan sonra hadi buradan çıkalım dedik. Şimdi bir oyuncu olarak çık ve Lear’a dışarıdan bak, dedik. Bu adam üzünülecek bir adam değil, acınacak bir adam değil, belki nefret edilecek bir adam… Dolayısıyla oyunculuk çalışmasını doğalcı bir zeminden göstermeci bir zemine doğu yürütmeye çalıştık. Bir arada kalma hissetmiş olabilirsin. Aslında bunu istedik. Ne bir karikatür ama ne de doğal.
Yani bazen o klasik oyunculuk görünsün istiyor musunuz?
AC- Aynen. Aslında gitmek istediğimiz başka bir yer de vardı. Hemen hemen her oyuncunun bir hayvanla özdeşleşmesini istiyorduk. Sahnede baya dört ayaküstünde o hayvana kadar inmesini denemek istedik. Buna zamanımız el vermeyecekti ya da o riski alamadık belki de.
Aslında biçim buna çok uygunmuş.
AD– Ama uzun bir çalışma gerekirdi. Aksi halde yapıştırma da durabilirdi.
AC- Bir risk de şuydu. Hayvanları sadece yırtıcı hayvanlardan kurgularsak hataya düşebilirdik.
Ne demek bu?
AD– Yani insanların hayvanlaştığı yerleri, sahnede hep vahşetle ilişkili durumlar sırasında gösterirsen sanki hayvanlarda bir kötülük, kötücüllük varmış gibi bir hissiyat uyandırabilirsin. Bu enteresan bir denge. Onu kurabilmek gerekiyordu.
İzledikten sonra yine düşündüm, Kral Lear yazarın belki en didaktik metinlerinden de biri. Klasik masallardaki öğreti tonu da var. Bir çok şeyi doğrudan gösteriyor, bunu yaparsan sonucu böyle olur diyor. Açılışı nerdeyse masal başlangıcı gibi…Bir gün bir kral varmış üç kızına ülkeyi bölüştürecekmiş ama bir şartla! Tabi bu dil bizi bugün itiyor. Biz artık hiçbir şey bize doğrudan söylensin istemiyoruz. Metnin bu özelliği sizi zorladı mı?
AC – Açıkçası seçtiğimiz biçimle, oyunculuklardaki yaklaşımla bunu bir parça kırmaya çalıştık. Kendi adıma metni çok da didaktik bulmuyorum. Öğreti maksadı var gibi görünüyor ama çok ters köşe hamleler de yapıyor. Tabi belli ki, içinde tuz hikâyesi olan çocuk masalından türemiş. Seni tuz kadar seviyorum baba diyen kızın hikâyesi işte! Ama Shakespeare akıllı biri ve aldığı malzemenin içinde yine insanla uğraşmayı bilmiş.
Soytarı, Shakespeare soytarıları içinde en önemlilerinden biri ama oyunda epey kayıptı. Oyunun plastiği içinde de, hikâyeyi takip ederken de… Nasıl baktınız soytarıya?
AC- Bizde soytarının küçülmesinin kaybolmasının bir nedeni maalesef şu oldu, metni kısaltırken soytarının birçok tiradını budadık. Çünkü döneme ait göndermeleri, esprileri vardı. Shakespeare kendi söylemek istediği her şeyi nerdeyse soytarıya söyletmiş. Biz soytarıyı en öz haliyle, evet biraz da Lear’ın iç sesi gibi ama biraz da tabiatla barışık yegâne karakter olarak göstermek istedik. 12. Gece’deki Feste’den çok farklıydı. Feste daha dişli bir soytarıdır, parayı sever, yırtıktır. Ama Lear’ın soytarısı naif ve kraldan kopamayan biri. Mesela hayvan meselesine kostümde de dokunmaya çalıştık. Diğerleri doğadan bir şeyleri aksesuar olarak da üzerinde taşıyan, onlara el koymuş sahiplenen karakterlerken soytarı doğanın parçası olduğunu unutmamış biri. Şu var: Lear’dan başka bir varoluşu yok!
Soytarı metinde bir anda kaybolur ama Shakespeare’in ne kadar kılı kırk yaran bir yazar olduğunu bilince, bu boşuna olamaz diyor insan. Soytarının bir mertebesi var, o mertebe bütün bu karakterler arasında en aşağısı. Ama oraya kimse varabilmiş değil. Sanki ne zamanki biri- Lear- oraya tam manasıyla varıyor, soytarıya gerek kalmıyor.
Biraz da tasarımı konuşalım. Oyunbaz’da tasarım süreci nasıl yürüyor?
HİLAL POLAT (HP)– Benim kafamda, metni okuduktan sonra mutlaka bir hayal oluşmuş oluyor. Sonra illa ki Abdullah’la bunun tartışmasını yaşıyoruz. (gülüyorlar) Mesela Bernarda’da kendi hayalimi sıkı bir tartışmayla kabul ettirmiştim. Kral Lear üzerine ilk konuştuğumuzda hemen aklıma gelen erkeklerin elbise giymesi ve plastik malzeme kullanmak oldu.
AC– Dramaturji bittikten sonra, kafamızda bir şey oluşur oluşmaz hemen Hilal’i sürece dâhil ediyoruz. Bizim ona anlattığımız fikir onda hemen yeni bir şey oluşturuyor, onun düşünceleri bizde rejiye dair yeni bir şey uyandırıyor, tasarıma dair şeyler kartopu gibi yuvarlanmaya başlıyor. Örneğin erkeklere diktiği giysileri arkadaşlar giyince, biz o forma bakıp aklımızdakileri de yeniden şekillendirdik. Hilal’in tasarımları her zaman doğrudan rejiye hizmet etmiyor, bazen de rejiyi etkiliyor.
HP – Vakit olsaydı ve hayvan düşüncesi üzerine daha fazla gidilebilseydi, ben oturup düşünmüştüm. Tüm karakterlerin bendeki hayvan karşılığını bulmuştum. Kent benim için bir at. Sadakati temsil ediyor. Soytarı bir köpek. Büyük kızı bir örümcek. Cordelia zarif bir kuş. Belki bir muhabbet kuşu… Tasarım tamamen buna evrilebilirdi.
-EN TEHLİKELİ TÜRÜZ…
AC – Ben şuna inanıyorum ki biz, insanoğlu doğadan kaçıyoruz. Saçımızı boyuyoruz, kıllarımızı alıyoruz, bir takım prizmatik binalarda yaşıyoruz, mükemmel şekillerin içinde var olmaya çalışıyoruz, kullandığımız cihazların şekilleri pürüzsüz… Yollar… Arabalar… Yani etrafımıza baktığımızda gördüğümüz her türlü dört dörtlük pürüzsüz şekil insana ait. Tabiatta böyle pürüzsüz şekiller yok. Ama özünde tabiattan kopartamadığımız doğal bir yanımız var. O taraf bizim vahşiliğimizi hayvanlarınkinden kat be kat arttırıyor. En tehlikeli türüz aslında. Silah üretiyoruz. Dolayısıyla bunu kostüm tasarımına, dekora nasıl aktarırız diye düşündüğümüzde örneğin aksesuar olarak üzerlerinde hayvan parçaları taşımaları fikri oluştu. Dekorun da üçgen, dikdörtgen, küre üç parçası var.
Pilates topu bende bir medeniyet hissi uyandırdı ama dikdörtgen ve üçgen dekor parçalarındaki muradı anlayamamıştım…
AC – Şunu hayal ettik. Basit geometri, bir küre bir üçgen ve bir dikdörtgen. Kırmızı yeşil ve mavi renkteler. Tamamen sembolik. Doğadaki hiç bir şeyin böyle kusursuz bir geometrisi yok. Ağaçlar, kayalar birbirine benzemiyor. Şekiller daha güzel ve daha karmaşık. İnsanın ürettikleri ise daha basit ve geometrik… Tabiatın parçası olarak gerçek ağaç kullandık. Bir kaya kullandık. Doğa sahnelerinde arkada eğri büğrü şekilli ışıklar kullandık, amorf bir form aradığımız için. Zor bir okuma, elbette kolay değil ama sahnede doğal görünen ve hiç doğal olmayan bir şeyler olduğunu seyirciye sezdirebildiğimizi sanıyorum.
Oyunun en komik karakterleri Cornwall Dükü ve Gloucester Kontu. Sadece ikisine has şu vardı. Sürekli tekrar eden hareketler, sürekli tekrar edilen kimi laflar… İnsanın aklında “tekrar güldürür” bilgisi uyanıyor. Seyirciyi yadırgatacak ve güldürecek kişiler olarak özellikle bu iki karakteri mi seçtiniz?
AD– (Cornwall Dükü’nü oynuyor) Hayır. Bu adamların içinde bulunduğu durumlar, yaptıkları eylemleri düşününce zaten komiğe kaçıyorlar. Cornwall hepsi içinde belki vahşetini en dışarı çıkaran insanlardan biri. Ama tekrarlar bilinçli bir tercih. Komik olsun diye değil, o kadar da yüzeysel bir tercih değil elbette ama adamın özelliklerine dair bir tercih. Diyelim ki Cornwall, olaylar geliştikçe hiç olmadığı kadar kendini umursamaya başlıyor ve diğerlerine de umursatmaya çalışıyor. Görüntüsüne fazla önem veriyor. Bu da onu komikleştiriyor. Günlük hayatta birçok insanda bunun yansıması var.
Evet, bu çok komik, ama o insanın da trajedisi bir yandan.
Göz oyma sahnesi bu bakımdan çarpıcıydı. Bir anda olmasını istediği en büyük kudrete ulaştı, kendinde birinin gözünü oyabilecek kudreti buldu ve bununla büyük bir gurur yaşarken bir anda ölüverdi gitti, böcek gibi.
AC –Biz o ölüm anını sahneye taşıdık ve ölürken de bir şeyi koyu koyu göstermek istedik. Shakespeare’de bunu böyle düşünmüş bana kalırsa. Yani adam gerçekten çok büyük bir kudrete sahip zannederken kendini öleceğini anladığında hüngür hüngür ağlamaya ve çırpınmaya başlıyor. O çırpındıkça da ona az önce ihtirasla öpücük veren karısı bir o kadar adamdan soğuyor. İşte buradaki tavrımız tabi ki hiç doğalcı değil. Normalde belki haftalarca aylarca sürecek olan ilişkinin dönüşmesini 10 saniyeye sıkıştırmayı seçtik.
Devamı gelecek…