Ayşan Sönmez
Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu içinde uzun bir zamandır çalışmalarımızı sürdürdüğümüz bir grubumuz var: Tiyatroda Kültürel Çoğulculuk. Türkiye’de ana dilleriyle tiyatro yapan gruplarla tanışmaya ve birlikte etkinlikler düzenlemeye çalışıyor ve aynı zamanda Türkiye/Osmanlı tiyatrosunun resmi olmayan, gerçek tarihini araştırıyoruz. Bu çalışmamız sayesinde Türkiye’de resmi anlamda birbirine karşı kapalı yaşayan ve birbirinden farklı olan “cemaatler” ile tanışma, tartışma ve arkadaşlıklar kurma şansımız oldu. Son dönemde özellikle dikkatimi çeken birkaç noktayı paylaşmak istiyorum.
Türkiye’nin batısındaki cemaatlerin hemen hemen hepsi, anadilde tiyatroyu kültürlerini ve dillerini unutmama pratiği olarak görüyorlar. Lazlar, Kürtler, Yahudiler, Ermeniler, Çerkesler, vb. anadillerini ve dolayısıyla kültürlerini ayakta tutmanın ve yeni kuşaklara aktarmanın bir yolu olarak tiyatro çalışmalarını tercih ediyorlar. Hayatlarında belki de hiç görüşmemiş, farklı etnik gruplardan kişilerin neredeyse aynı cümleleri kurmaları, dillerinin ve kültürlerinin yok olmasını istemediklerini dile getirmeleri gerçekten çok çarpıcı. Ardeşenliler Derneği de, Yahudi Cemaati de genç kuşaklarına ana dillerini öğretmeyi aynı şekilde dert ediyor. Ben bu yönüyle kültürel çoğulcu tiyatro pratiklerinin küreselleşme karşıtı hareketlerin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Kültürlerin ve davranışların tektipleşmesine, yerelliğin ve yerel olanın silikleşmesine veya kaybolmasına dönük bir tepki. Aynı şekilde yerelliği hatırlatan ve yerele dönmeye çağrı yapan ve bir anlamda “tehlikenin farkında mısınız” diyen girişimlerinin de bir parçası.
Benim açımdan bir diğer çarpıcı nokta, bu resim içinde özellikle genç kuşakların, yine birbirinden habersiz olarak kendilerini aynı şekilde ifade etmesi. Aileler, karma evlilikler sonucu az veya çok oranda etnik ve dini çeşitliliğe sahip. Kendini Ermeni diye ifade eden bir ailede Müslüman, Laz diye ifade eden bir ailede Rum, Çerkez vb. atalar var. Eski kuşaklardan farklı ana diller de duyulmuş veya sadece bunu bilgisi mevcut. Öte yandan yeni kuşaklar, kendilerini adlandırdıkları kimliğinin, klasik anlamda “kültürüne ve diline” hakim değil, bu nedenle “tam Çerkez, Kürt, Laz vb. değilim” diyor ve “aslında tam olarak ne olduğunu bilmediğini ama aslında ‘öyle’ olduğunu” söylüyor. Geçen gün otobüste birlikte seyahat ettiğim bir kız, Laz olduğunu ancak köylerinin adının Rumca olduğunu bildiğini ve aile büyüklerinin de Rumca bildiğini, ancak onun kendisini Karadenizli olarak ifade ettiğini ama “aslında tam olarak ne olduğunu bilmediğini” söyledi. Ben de bu sözleri farklı ağızlardan yüzlerce kez duymanın şaşkınlığını yaşadım. Bu noktada “sen aslında nesin?” gibi bir soru sormanın anlamı yok. Öncelikle bir insanın kendini nasıl istiyorsa o şekilde adlandırma hakkı var. O yüzden “sen aslında şusun” demek pek anlamlı değil. Burada özcü kimlik anlayışlarının geçerli olmadığı ve kamusal alanda gün geçtikçe görünürlük kazanan başka bir durum var. Ben bu şekilde Türkiye’de yeni bir kimlik kategorisinin açıldığını düşünüyorum. Çok kimlikli, çok dinli ve çok dilli ailelerin çocuklarını, klasik anlamda “asimile kuşaklar” olarak adlandırmak artık yetmiyor, melez bir Türkiyeli kimliği kategorisi oluşuyor, görünür hale geliyor. Türkiye’nin melez bir ülke olduğunu zaten biliyoruz ancak bu dertler artık aileler arasında “gizli” kalmıyor, temkinli de olsa arkadaşlarla, kamuya açık tartışmalarda, vb. dile getiriliyor ki kamusallaşmaya başlaması ve buluşmaların yaşanmasını çok değerli buluyorum. İnsanlar bu şekilde kimlik kaygıları anlamında kendi benzerleriyle tanışıyor.
Benim “Yeni Türkiye” gözlemim aslen bu ve olumlu sonuçları olacağını düşünüyorum. Her şeyden önce ailesinde farklı etnik kimlik ve dinlerden büyüklerinin olduğunu bilen ve bundan “utanmayan” kişiler, klasik milliyetçiliğin herhangi bir aile büyüğüne hakaret etmesine izin vermeyecek ve farklı bir davranışa davet edecektir. Bu insanların sayısı ve farkındalığı arttıkça kimliklere saygılı bir ortam gelişebileceğine dair umutluyum.