Yaşam Kaya
2000’li yılların başından günümüze değin süren –ki halen sürmekte olan- ‘In Yer Face’ akımı tiyatronun tam kalbine yerleştikten sonra, uzunca bir süre teatral değişimin zaman alacağını düşünmüştük. Genel anlamda geçmişte yaptığım tespitlerde ‘Fütürizm’ ile ‘Tiyatro’ arasında oluşan bağın, fütürist sinemadan esinlenen tiyatro metinleri sayesinde iki sanat dalı arasında etkileşim sağlayacağını söylemiştim. Özellikle İstanbul Tiyatro Festivali’nde izlediğimiz Polonyalı Grzegorz Jarzyna yönetimindeki oyunlar iki senedir söylediklerimi destekler nitelikte. Thomas Ostermeier ise sinema ile tiyatro arasındaki yakınlaşmayı uzunca bir süre önce keşfeden dahi bir isim. Avrupa’nın önde gelen bu iki yönetmeninden yola çıkarak, tiyatro sanatının içine hızlıca yerleşen ‘Sinematografik Tiyatro Akımı’nı irdelemekte yarar var. Son dönemde Türkiye Tiyatrosu’nda bu akımı keşfeden genç yönetmenler bulunuyor. Henüz emekleme aşamasında tiyatromuzun içinde kendisine yer arayan bu akımı gelecekte bol bol izleyeceğiz.
Peki Nedir ‘Sinematografik Tiyatro’?
Walter Benjamin’in ‘nesne-sahne-oyuncu’ ilişkisini anlatırken söylediği ‘devinim’, sinemada oyuncuyu ‘devrimci’ bir misyona sokarken, Alman düşünür aslında oyuncunun sahneyle kurduğu bağın hareket ivmesini bizlere anlatıyordu. Sinemada ‘anı yakalama’ kurgusu üzerinden oluşturulan çoğu film, duyguyu çoğul etkileşim alanında irdeleyerek seyircinin aklına, kalbine yerleştiriyor. Çoğulluktan kasıt, salt sese-mimiğe dayalı görüntünün olmamasıdır. Anlatıya enteresanlık katan ‘ses’, ‘dekor’, ‘ışık’ üçlemesi tiyatronun varoluşundan bu yana gelirken, yönetmenler teknik kısmın etkileşimini sahnenin izdüşümüne yerleştirmekte geç kaldılar. Dikkat edin Türkiye’de eleştiri yazan ya da şeffaf (!) ödüller için oyun izleyen tiyatro insanları teatral teknikten pek anlamaz, hatta sanatın disiplinel benzeşmesini bilmez. Bunu cahillik olarak addetmek doğru olur mu, orasını siz düşünün. Olayı sadece tiyatronun dış mihrakları olarak düşünmeyelim. Oyun yöneten şahısların da tiyatroyu diğer sanat dallarıyla ayrıntılı bildiğinden şüphe duyuyorum. ‘Anı yakalama’ kaygısı gütmeyen yığınların ‘konuya’ odaklı düşünsel yapısı, izleyenleri sadece olayların akışına bırakmaktan öteye geç(e)medi. Sonuçta ‘In Yer Face’ de olduğu gibi birbirini taklit eden anlamsız olaylarla boğuldukça boğulduk.
Ostermeier, ‘Bir Halk Düşmanı’ adlı oyunu yönetirken, konu odaklı ilerlemeyi elinin tersi ile bir kenara itmiş, sahnedeki oyuncunun kulaklıktan dinlediği müziği metnin asıl noktası yapmayı başarmış, hatta iç sesi dahi asıl konunun vazgeçilmez bir bütünü haline dönüştürmüş. Grzegorz Jarzyna, ‘Drakula’ öyküsünü anlattığı ‘Nosferatu’ oyununda yönetimsel bir devrim gerçekleştirmiş, ses-ışık ikilisini sahnedeki oyuncunun milimetrik beden hareketiyle birleştirmiş. Bilindik basit konular sahnede sürerken seyirci her iki oyunda ‘sinematografik’ olgularla baş başa kalıyor. Aynen bir sinema filmi çeker gibi, ‘anı yakalama’ dürtüsü iki yönetmeni birbirini tekrar eden işlerin dışına çıkarıyor. Durumu örneklersek; mesela o anda yaşanılacak bir korku varsa, olay oyuncunun sırtından alınmış, sahnenin, nesnelerin, ışığın sırtına yüklenmiş. Olayın içinde sonuca ulaşma gayesi hep arka plana itilerek ‘şimdinin gücü’ tiyatronun nirengi noktası haline dönüşüyor. Bakın bu söylediklerimi sadece teatral olarak düşünmeyin. Geçmiş dönemde yaptığım araştırmalarımda (Çıplak Vücutlu Teşhirci Tiyatro – 2009/16 Mayıs – Taraf Gazetesi) yönetmen Andrew Dominik ile Stanley Kubrick’in oyuncular üzerinde Grotowski teknikleri çalıştığını örneklerle açıklamıştım. ‘Sinematografik Tiyatro’ sinemanın vermek istediklerini canlı canlı tiyatro sahnesinden aktaran bir devrim! Bugüne kadar ‘asla bir araya gelemez’ denilen her iki sanat dalı neredeyse birbirlerini tamamlar hale dönüşüyor.
Türkiye’de ‘Sinematografik Tiyatro’ denemesi, İstanbul Devlet Tiyatroları’nın ‘Birdy’ oyunuyla başlamıştır. Yönetmen Atilla Şendil yeni bir örgüyle, sahne tekniğiyle karşımıza çıktığı için izleyenler yönetmenin ne anlatmak istediğini pek anlayamadı. Ki yazıda bahsettiğim bir güruhun teatral bilgisi yerlerde gezindiği için, yeniyi yakalama enerjisi yok sayıldı. İkinci deneme yönetmen Barış Erdenk’ in Trabzon Devlet Tiyatrosu’nda koyduğu ‘3. Richard’ oyunu. Erdenk, ‘anı yakalama’, ‘duyguyu seyirciye yaşatma’ refleksi ile hareket ederek, klasik Shakespeare sahnelemesinin dışına çıkmış, sinema filmi çekercesine konuya eğilmiştir. Bir solukta geçen olaylarda bazen sıradan bir askerin dış sesi bazen de ölüme giden bir ailenin acısı asıl konu olmuştur. Üçüncü deneme ise Tiyatro Yan Etki’nin geçtiğimiz sezon sahnelediği ‘Tavşan Deliği’ oyunudur. Yönetmen Serkan Üstüner bilerek/isteyerek ‘Sinematografik Tiyatro’ tekniğini yönetim anlayışına dahil etmiştir. Konuyu arka plana iten Üstüner, üretimini kişiler arası diyaloga ve de sıkıcı konuya boğmadan seyirciye anı yaşama noktaları oluşturdu. Seyircinin adeta ‘kapalı gişe’ izlediği oyunun beğenilmesinde en büyük etken, ‘nesne-sahne-ışık’ bağlamında oluşturulan milimetrik düzendir. Üç yönetmen sinema filmindeki kusursuzluğu tiyatronun vurucu noktalarına yerleştirmeyi başardı.
Son on senede iki binden fazla tiyatro izleyen bir eleştirmen olarak şunu açıkça söyleyebilirim; Türkiye Tiyatrosu’nda artık ‘In Yer Face’ dönemi kapanmıştır. Dünya tiyatrosu ‘Sinematografik Tiyatro’ ile yepyeni mecralara yelken açarken bu akımın ne olduğunu ilerleyen yazılarda daha çok anlatacağım.